
KLEİN VE BİON'UN KURAMSAL KONSEPTLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİYE DAİR
Yazar: Hans Weiss
Çev: Suzan Uğur Girginer
Ön Notlar
Bion'un kuramı, birçok açıdan diğer psikanalitik kuramlardan ayrılmaktadır. O, kendi kuramını bir metakuram olarak tanımlar; yani hem herhangi bir psikanalitik kuramın statüsünü belirlemeye hem de klinik ortamda analist ile analizand arasında olup biteni tarif etmeye yönelik bir çerçeve sunmayı amaçlar. Bion, Psikanalizin Elementleri (1963, s. 29) adlı eserinde bu hedefi açıkça belirtmiştir. Onun düşüncesinin çıkış noktası, ilkel duygusal deneyimlerin işlenmesi ve bunların simgeleştirilmesi sürecidir. Bu süreç, Bion'un ifadesiyle, bir belirsizlik bulutu içinden ortaya çıkan ve anlamın ilk sezgisini sağlayan bir işlemdir. Bu nedenle, Bion'un kuramını psikanaliz içindeki en radikal hermenötik kuram olarak tanımlamıştık (Weiß & Pagel, 1995). Bion'un yaklaşımı, yalnızca belirli ruhsal fenomenlerin anlamını sorgulamakla kalmaz; aynı zamanda, ruhsallıkta anlam ve düşüncenin nasıl üretildiği sorusunu da ele alır. Böylece, anlam örgütlenmesi sürecinin bütünüyle bozulduğu ya da kesintiye uğradığı durumları da inceleme kapsamına alır.
Bion'un yaklaşımına özgü olan bir diğer özellik, kuramındaki temel unsurları doyuma ulaştırmadan, yani tam olarak tanımlamadan bırakmaya çalışmasıdır. Bu sayede, kuramla ilgilenen kişi, onu kendi klinik deneyimiyle doldurmak zorunda kalır. Bion, bu süreci kuramı içinde öz-türeyen bir biçimde açıklamaktadır: Buna göre, başlangıçta yalnızca bir önsel konsept (preconception) olarak var olan bir düşünce taslağı, ancak bir gerçek deneyim ile birleştiğinde, gerçekliğe dair bir kavram oluşturmaktadır. Ancak, önsel konseptin kendisi doğrudan gözlemlenebilir değildir. Daha çok, onun deneyimin mümkün olabilmesi için zorunlu bir önkoşul olarak varsayılması gerekmektedir. Bu yönüyle, Platon'un anamnésis (anımsama) öğretisine ya da Kant'ın boş sezgi (leere Anschauung) kavramına benzetilebilir. Kant, bu apriorik kategorileri, deneyimden bağımsız ama deneyimi mümkün kılan zorunlu formlar olarak tanımlamıştır. Örneğin, emme deneyimi, zihinde önceden var olan bir meme önsel konsepti gerektirir. Bu önsel konsept, emzirme deneyimi ile birlikte gerçeklik kazanır ve anlamla doldurulur. Aynı şekilde, ilerleyen bölümlerde ele alınacağı gibi, Ödipal durumun önsel konsepti de benzer bir yapıya sahiptir. Bion'un kuramındaki bu yüksek soyutlama düzeyi ile somut duyusal deneyimin birleşimi, onun düşüncesinin Melanie Klein'la olan bağlantısını açıkça ortaya koymaktadır. Aslında, Melanie Klein'in bütün çalışmaları anne bedeni ile çocuğun ruhsal dünyası arasındaki ilişkileri incelemeye yönelik bir girişim olarak görülebilir (Bkz. Bourne, 1992/93; Gast, 1996).
Klein, ağır ruhsal bozukluklara sahip bazı çocukların analizinden edindiği deneyimlerden yola çıkarak, aktarım durumunda kendini son derece somut bir biçimde ortaya koyan karmaşık bir fantezi dünyasını tanımlamıştır. Klasik tedavi çerçevesini koruyarak ve bu fantezilerin burada ve şimdi içinde nasıl somutlaştığına odaklanarak, karşı aktarım yoluyla maruz kaldığı bu dinamikleri kuramına dahil etmeyi ve özellikle zor tedavi süreçlerini anlamlandırmayı başarmıştır. Yansıtmalı özdeşim kavramı bu çabanın önemli bir örneğidir. Klein, bu kavramı ilk kez 1946 yılında yayımladığı "Bazı Şizoid Mekanizmalar Üzerine Notlar" adlı çalışmasında kullanmıştır. Ancak bu kavram, aslında onun çocuk analizlerinde çok daha önceden ortaya çıkmıştır (Bkz. Frank & Weiß, 1996; Frank, 1999). Aynı makalede Klein, paranoid-şizoid ve depresif konum kavramlarını da sunmuştur.
J. Steiner'in (1998) değerlendirmesiyle hemfikirim; bu çalışmanın, Kleiniyen kuramın gelişimi açısından önemi hâlâ yeterince takdir edilmemektedir. Gerçekten de Segal, Rosenfeld ve Bion'un birkaç yıl sonra geliştirdiği teorik açılımlar bu çalışmadan bağımsız düşünülemez.
Klein, kuramında anne bedeni ile çocuğun ruhsal dünyası arasındaki ilişkiyi ele alırken, Bion daha sonra bu ilişkiyi kapsayan (container) ve kapsanan (contained) arasındaki ilişki olarak yeniden formüle etmiştir. Böylece, Klein'ın yaklaşımını benimsemiş, ancak aynı zamanda onu dönüştürerek ve genişleterek farklı bir çerçeveye oturtmuştur. Benzer bir yaklaşımı Freud'un kuramındaki bazı unsurlar için de kullanmıştır; örneğin, gerçeklik ilkesi ve motor boşalma kavramlarını ele alarak onları farklı bir anlam çerçevesine yerleştirmiştir (Bkz. Bion, 1962a; Reerink, 1997). Bion'un düşüncesi, duyusal olarak somut unsurlar ile yüksek soyutlama düzeyine sahip kavramlar arasındaki etkileşimle şekillenir. O, düşünme sürecini, dolayısıyla kuramsal modellerin üretilme sürecini, sürekli bir duygusal deneyim dönüşümü olarak tanımlar. Bu süreç, uygun koşullarda düşünce ve anlamın, olumsuz koşullarda ise anti-düşünce ve anti-gerçekliğin ortaya çıkmasına yol açar. Bu düşünce modeli Bion'un kendi kuramına uygulandığında, onun metapsikolojisinin, Klein'ın kuramının bir dönüşümü olarak görülüp görülemeyeceği sorusu ortaya çıkar. Her dönüşümde olduğu gibi, burada da hem değişmeyen unsurlar hem de dönüşüm sürecinde değişen kavramlar incelenmelidir. Bu çalışma, iki kuram arasındaki ilişkiye odaklandığı için, ele alınan değerlendirmeler zorunlu olarak kuramsal bir nitelik taşıyacaktır. Ancak, Kleiniyen kuramın klinik bağlamdan bağımsız düşünülemeyeceği göz önünde bulundurularak, yer yer klinik durumlara da değinilecektir. Elbette, bu kapsamda her iki kuramın birbiriyle ilişkisini bütünüyle ele almak mümkün değildir. Bu nedenle çalışma üç temel alana odaklanmaktadır: yansıtmalı özdeşim kavramı, paranoid-şizoid ve depresif konum kuramı ve Ödipal durumun anlaşılma biçimi.
Melanie Klein'da Yansıtmalı Özdeşim Konsepti
Melanie Klein, yansıtmalı özdeşim kavramını, erken dönem benliğin memeye ve memenin bir uzantısı olarak algılanan anne bedenine yönelik saldırıları bağlamında ele alır. Klein'e göre, bu saldırılar iki ana hat üzerinde ilerler. Bunlardan biri, iyi içeriklerin emilip çalınmasına yönelirken, diğeri tehlikeli dışkıların anne bedenine boşaltılmasını hedefler. İkinci yön özellikle üretral ve anal-sadistik dürtüler tarafından temsil edilir. Klein, bu nefret dolu ve zarar verici dışkılarla birlikte, aynı zamanda bölünmüş benlik parçalarının da anneye yansıtıldığını ifade eder. Ancak bu noktada kendini düzeltir ve "anneye yansıtılır" ifadesi yerine "annenin içine yansıtılır" ifadesini kullanır (1946, s. 8; Türkçe çeviri s. 17). Ona göre, yalnızca bu terim, henüz sözel düşünceye erişimi olmayan bir bebeğin yaşadığı bilinçdışı süreci doğru bir şekilde ifade edebilir. Bu bağlamda, yansıtma yalnızca bir görüntünün çarpıtılması gibi değil, aynı zamanda bir nesnenin iç yapısına doğrudan bir nüfuz etme olarak deneyimlenir. Klein ayrıca, kötü benlik parçalarının dışarı atılmasının yalnızca nesneyi tahrip etmeye değil, aynı zamanda onu ele geçirme ve kontrol etmeye de hizmet ettiğini belirtir. Bu şekilde tahrip edilen ve değişime uğrayan nesne, artık ayrı bir varlık olarak değil, benliğin bir parçası olarak algılanır. Bu noktada Klein, to contain (içermek, kapsamak) terimini kullanmaya başlar ve bu süreç sonucunda ortaya çıkan durumu şu şekilde tanımlar:
"Anne, bebeğin içine yerleştirdiği unsurları taşıyan, içeren bir varlığa dönüşür."
Burada, annenin yalnızca bir nesne olarak değil, bebeğin iç dünyasını düzenleyen bir yapı olarak işlev gördüğü vurgulanmaktadır. Bu süreç, yalnızca agresif ve saldırgan unsurların yansıtılmasını değil, aynı zamanda bebeğin kendi ruhsal dünyasını düzenlemek ve kaygıyı yönetmek için anneye bağımlı olmasını da içerir. Klein'a göre, yansıtmalı özdeşim yalnızca ruhsal savunma mekanizmalarından biri olarak değil, aynı zamanda erken dönemde benliğin bütünleşme sürecinde kritik bir rol oynayan bir işlev olarak görülmelidir. Bu süreç, çocuğun içsel deneyimlerini anne aracılığıyla düzenleme ve anlamlandırma ihtiyacını ifade eder. Bion, bu süreci daha sonra kapsama (containment) kavramı çerçevesinde ele alarak, yansıtmalı özdeşimin yalnızca saldırgan bir süreç olmadığını, aynı zamanda düşünce ve duyguların işlenmesi için gerekli bir mekanizma olduğunu öne sürecektir.
"Anne, benliğin kötü parçalarını kapsadığı ölçüde, ayrı bir kişi olarak hissedilmez; aksine, kötü benlik olarak deneyimlenir".
Klein, yansıtmalı özdeşimi bu çalışmada, benliğin katlanılmaz parçalarının anneye boşaltılmasına yol açan mekânsal bir süreç olarak tanımlar. Bu dönemde anne, hâlâ parçalı nesne ilişkileri çerçevesinde, yani meme, ses, el, kalça gibi bölümler hâlinde algılanmaktadır. Anne, çocuğun yansıttığı bu içerikleri içine alır ve böylece kötü benlik haline gelir. Yansıtmalı özdeşim bu anlamda "agresif bir nesne ilişkisi prototipi" olarak görülmektedir. Yansıtma, zarar verme ve kontrol dürtüleriyle desteklendikçe, nesne bir takipçiye, hatta bir tehdit unsuruna dönüşür. Ancak Klein, yalnızca kötü benlik parçalarının değil, aynı zamanda iyi benlik parçalarının da yansıtıldığını belirtir. Bu durumda dışkılar, armağan niteliği kazanır ve benlik parçalarıyla birlikte yansıtıldığında, sevgi dolu benlik kısımlarını temsil eder. Klein, bu sürecin iyi nesne ilişkilerinin gelişimi açısından temel bir önem taşıdığını vurgular. Bununla birlikte, yansıtma aşırıya kaçarsa, benlik zayıflar ve idealize edilen nesneye aşırı bağımlılık ortaya çıkar. Burada önemli olan nokta, Klein'ın yansıtmalı özdeşim kavramını yalnızca bölme süreçleri bağlamında değil, aynı zamanda içe alma süreçleriyle birlikte ele almasıdır. Benlik durumlarının kademeli olarak bütünleşebilmesi ancak yansıtıcı ve içe alıcı süreçler arasında bir denge sağlandığında mümkün olur (1946, s. 11; ayrıca bkz. Klein, 1952, s. 120). Bu denge sağlanamazsa hem benliği hem de içsel nesneleri etkileyen yeni bölme süreçleri devreye girer ve benliğin yeniden dağılmasına yol açan dönemler ortaya çıkar. Klein'a göre, normal gelişimde bu tür süreçler geçici niteliktedir. Bu sürecin aşılabilmesi için annenin sevgi dolu anlayışına merkezi bir rol düşer. Bu bağlamda, Klein'ın konuyla ilgili bir dipnotta belirttiği şu pasaj, Bion'un ilerleyen yıllarda geliştireceği kavramlar açısından özellikle dikkat çekicidir. Klein, iyi dış nesnelerin önemini vurguladıktan sonra şu ifadeyi kullanır:
"Bu açıdan bakıldığında, annenin sevgisi ve bebeğe duyduğu anlayış, bebeğin çözülme durumlarını ve psikoz niteliğindeki kaygılarını aşmasında en büyük destek olarak görülebilir" (1946, s. 10).
Bu ifadeler, Bion'un daha sonra düşlemsel anlama ve yansıtılan unsurların anne ruhsallığı tarafından dönüştürülmesi olarak tanımlayacağı kavramların pek çoğunu önceden haber vermektedir. Bion'un bu kavramları nasıl geliştirdiğine daha ayrıntılı bir şekilde geçmeden önce, Klein'ın aşırı yansıtmalı özdeşimle ilgili olarak tanımladığı bazı sonuçlara değinmek gerekir. Klein, yansıtmalı özdeşimin aşırıya kaçmasının benliğin zayıflamasına yol açmasının yanı sıra, özellikle yeniden içe almayı zorlaştırdığını belirtir. Bu süreç, şiddetli bir girişin ardından gelen şiddetli bir misilleme gibi deneyimlenebilir. Bunun yanı sıra, karışıklık durumları, paranoid kaygılar ve kapana kısılmışlık korkuları da ortaya çıkabilir. Kişi, nesnenin içinde takip edilmekten ve kontrol edilmekten korkar. Ancak Klein'ın en çok üzerinde durduğu nokta, bölünmüş benlik parçalarının aşırı yansıtılmasının gerçeklik algısı, duygusal yaşam ve zihinsel gelişim üzerindeki etkisidir. Daha sonraki çalışmaları olan "Kimlik Üzerine" (1955) ve "Haset ve Şükran" (1957) adlı eserlerinde bu düşüncelerini daha ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. Bu çalışmalarında Klein, yansıtmalı özdeşimin sahte bir kimlik geliştirilmesine yol açabileceğini ve bunun yoğun haset duyguları ile hayal kırıklıklarına tahammül edememe durumuyla beslendiğini açıklar.
Bion'un, Klein'ın Kuramını Genişletmesi
Klein'ın tanımladığı tüm bu unsurlar, Bion'un kuramını dönüştürmesi sürecine dahil olmuş ve onu kapsayan (container) ve kapsanan (contained) kavramlarına yönlendirmiştir. Bion, Klein'ın klinik tanımlamalarını modeller olarak ele alarak, kendi kuramsal kavramlarını bu modellerden soyutlamıştır. Bunun örnekleri arasında, meme ile çocuğun ruhsal dünyası arasındaki ilişki ya da ilkel düşünme süreçlerini açıklamak için kullandığı sindirim modeli yer almaktadır. Burada odak, alıcı nesnenin işlevine ve yansıtılan materyalin geçirdiği değişimlere kaymaktadır. Klein'ın dışkılar ve ilkel duygusal durumlar olarak tanımladığı unsurlar, Bion'un kavramsallaştırmasında beta unsurları (β-elementler) haline gelir. Bunlar, "sindirilememiş gerçekler" ya da Kant'a atıfla "kendinde şeyler" olarak tanımlanır; yani duyusal izlenimler ile duygusal deneyimler henüz birbirinden ayrışmamıştır. Bu beta unsurları, düşünmeye elverişli değildir; ancak dışarı atılmaya ve eyleme dökülmeye uygundur.
Kapsayıcının işlevi, beta unsurlarını alıp, Bion'un "annelik düşlemselliği" (reverie) olarak adlandırdığı süreç aracılığıyla alfa unsurlarına dönüştürmek, yani onlara ilk anlam ipuçlarını kazandırmaktır. Bion, 1959 tarihli "Bağlara Karşı Girişilen Saldırılar" adlı çalışmasında, bir klinik örnek üzerinden, ilkel kaygıların nasıl dönüştürülemediğini açıklar. Eğer anne, çocuğun bu kaygılarını içine alıp işleyemezse ya da bu kaygılar tarafından boğulursa, o zaman bu unsurlar çocuğa daha da tehdit edici bir biçimde yeniden içe alınmak ya da daha şiddetli bir şekilde dışa yansıtılmak zorunda kalır:
"Eğer hasta, kendisine aşırı güçlü gelen ölüm korkularından kurtulmaya çalışıyorsa, bu korkularını bölerek benim içime yerleştiriyordu; görünüşe göre, onların yeterince uzun süre benim içimde kalması halinde ruhsallığım tarafından dönüştürülebileceğini ve böylece güvenli bir şekilde yeniden içselleştirilebileceğini düşünüyordu. Ancak aklımdaki bu durumda, hasta […] onların o kadar hızlı geri verildiğini hissetti ki, bu duygular dönüştürülmek yerine daha da acı verici hale gelmişti" (1959, s. 122).
Bion, Deneyim Yoluyla Öğrenme (1962a) adlı eserinde bu kavramı genelleştirir. Şekil 1, Bion'un tarif ettiği dönüşüm sürecini yaklaşık olarak bir grafik halinde gösterir:
Tablo. 1 buraya gelecek
Bion, artık bu dönüşümü sağlayan sürecin bilinmez niteliğini vurgulamak için alfa unsurları (α-elementler) ve alfa işlevi (α-fonksiyon) kavramlarını kullanır. Annenin alfa işlevi, yansıtılan beta unsurlarını (β-elementler) ya da proto-düşünceleri, anlam unsurları olan alfa unsurlarına dönüştürerek organize eder. Bu alfa unsurları, daha sonra düşlem düşüncelerinin oluşumuna elverişli hale gelir ve her türlü daha karmaşık ve soyutlayıcı düşüncenin öncüsü haline gelir. Alfa unsurları, artık bebek tarafından yeniden içe alınabilir ve duygusal deneyimlerin temsili olarak işlev görebilir. Aynı zamanda, annenin içinde gerçekleşen bu dönüşüm süreci de içselleştirilir ve çocuğun kendi alfa işlevini geliştirmesine katkıda bulunur. Böylece çocuk, artık kendi düşüncelerini "düşünebilir", yani duygusal deneyimlerine anlam verebilir hale gelir.
Bion burada, birbiriyle ilişkili karmaşık bir süreç tanımlar. Bu süreçte kapsayan/kapsanan (container/contained) ilişkisinin yanı sıra, paranoid-şizoid konumdan depresif konuma geçiş (PS↔D), sevgi (L), nefret (H) ve bilme (K) gibi duygusal temel bağlantılar ve Henri Poincare'nin kavramsallaştırdığı "seçilmiş olgu" (selected fact) olarak adlandırılan unsur, anlamın kristalleşmesi için belirleyici bir rol oynar. Bion, sevgi ve nefretin yanı sıra, tanımanın da duygusal deneyimlerin oluşumunda temel bir boyut olduğunu ele alır (bkz. Krejci, 1990). Bu duygusal bağlar, nesneler arasında bağlantılar kurarak onlara neredeyse epistemolojik bir işlev kazandırır. Bion'a göre, "bir duygusal bağlantı, ilişkiden bağımsız olarak anlaşılamaz" (1962a, s. 90). Bion'un L, H ve K kategorilerini kullanımı, klasik psikanalitik ve epistemolojik terminolojiden farklılık gösterir. K, tamamlanmış bir bilgi anlamına gelmez; bilinmeyene yaklaşım hareketini, belirsizliğe toleransı ve sonsuzluğun kabulünü ifade eder. L ve H gibi, K'nın da negatif bir versiyonu (-L, -H, -K) bulunmaktadır. Burada nefret, sevginin zıddı olarak değil, ayrı bir süreç olarak ele alınır. -K, bilginin sistematik olarak yanlış temsil edilmesini ifade eder. Özellikle psikozda görülen düşünce bozuklukları, hayal kırıklığına tahammülsüzlük ya da haset nedeniyle ortaya çıkabilir; örneğin, paranoyak her şeyi bilme sanrıları (-K'nin bir örneğidir). Bion'un K bağlantısına olan ilgisi, Melanie Klein'in çocukluk gelişiminde epistemofilik içgüdüye (wîssbegierde) verdiği önemi yeniden ele almasıyla açıklanabilir. Klein'ın yansıtmalı özdeşim kavramını aşan Bion, kapsayan/kapsanan ilişkisini karmaşık düşünme işlevlerinin gelişimiyle ilişkilendirir. Bion, annenin bebeğin yaşamının başında onun için üstlendiği gerçek ruhsal işlevlerden yola çıkarak, kapsayan/kapsanan ilişkisinin farklı yapılarını tanımlar. Bu yapıların patolojik biçimleri söz konusu olduğunda ise, Klein'ın ilksel haset kuramı önemli bir referans noktası haline gelir. Bion, -K kuramı, "bağlantılara yönelik saldırılar" (Bion, 1959) ve tersine işleyen alfa işlevi (bkz. Meltzer, 1986, s. 116 vd.) kavramlarını dikkate alarak, psikotik bozuklukların anlaşılmasına yönelik köklü bir yeni yaklaşım geliştirmiştir.
Kapsama kuramı, klinik bağlamda karşı aktarımın daha güçlü bir şekilde ele alınmasını beraberinde getirmiştir. Bu, örneğin B. Joseph'in aktarım ve karşı aktarımda örtük sahnelemeler (bkz. Joseph, 1985) analizinde, H. Segal'in sembolleşmemiş iletişim biçimleri (1957, 1991) tanımlamalarında veya daha yakın zamanda J. Steiner'in "analist merkezli yorum" (1993) kavramında görülebilir. Bu gelişmeler, psikanalitik anlama repertuarının önemli ölçüde genişlemesine katkıda bulunmuştur. Sonuç olarak, kapsayan/kapsanan kavramı esnek ve uyarlanabilir bir biçimde başka fenomen sınıflarına da uygulanabilir. Örneğin, grup ve birey arasındaki ilişkiye, sözcük ile anlam arasındaki bağlantıya, bir simge ile onun ifade ettiği duygusal deneyime (bkz. Bion, 1970, s. 95 vd.) ya da bir kuramsal kavram ile onun içinde barındırdığı klinik tanımlamalar, modeller ve soyutlamalar arasındaki ilişkiye uyarlanabilir.
Bion'un dönüşümü, Klein'ın yansıtmalı özdeşim kavramını, düşünme kuramına veya ruhsal alanlar arasındaki iletişim anlayışına doğru genişletmek, soyutlamak ve klinik gözlem ile kuramsal çerçevelerin üretimi için daha esnek hale getirmekten oluşur. Bunu yaparken, açıklık ve kavranabilirlik kaybolmaz. Ancak burada, Deneyim Yoluyla Öğrenme (1962a) bağlamında ele alınan kapsayan/kapsanan kavramına yeterince dahil edilmemiş görünen iki noktaya dikkat çekmek istiyorum:
Birincisi, gerçek ayrılık ve kayıp deneyimi; ikincisi ise, Ödipal durumun yetersiz ele alınmasıdır. Gerçekten de kapsayan/kapsanan ilişkisi, başlangıçta iki ruhsal nesne arasındaki bir ilişkiyi tanımlar. Bu ilişkide karşılıklı bir değişim mevcuttur, ancak henüz gerçek bir ayrılık yaşanmamıştır. Örneğin, psikanalitik kapsama sayesinde yaşamlarını belirli bir düzene sokabilen ancak bu işlevleri kendileri üstlenemediği için analistin gerçek varlığına bağımlı kalan hastalar için bu durum geçerlidir. Bu tür "sonsuz hastalar", kapsama sürecini deneyimleyebilir ancak analistten gerçek bir ayrılığı başaramaz ve kaybının yasını tutamazlar. Bu noktaya özellikle J. Steiner (1993) dikkat çekmiştir.
İkinci mesele, muhtemelen ilkiyle bağlantılı olup, Bion sonrası dönemde özellikle R. Britton'un (1989, 1992, 1997) üç boyutlu kapsayan modelini geliştirirken vurguladığı Ödipal durumun kurama nasıl entegre edileceğidir. Bu iki nokta, ilerleyen bölümlerde Bion'un Klein'ın paranoid-şizoid konum ve Ödipus karmaşası kuramlarını nasıl ele aldığı bağlamında daha ayrıntılı şekilde ele alınacaktır.
Klein'ın Paranoid-Şizoid ve Depresif Konumlar Kuramı
Klein, depresif konuma ilişkin düşüncelerini 1935 ve 1940 yıllarında yayımladığı "Manik-Depresif Durumların Psikogenezi Üzerine Katkı" (1935) ve "Yas ve Manik-Depresif Durumlarla İlişkisi" (1940) adlı çalışmalarında sistematik bir biçimde geliştirdi (bkz. Hinshelwood, 1991, s. 199 vd.). Paranoid-şizoid konumun kurama eklenmesiyle birlikte, depresif konuma ilişkin açıklamaları 1946'dan itibaren yeni bir kuramsal çerçeveye oturtuldu. Ancak, bu fikirlerin kökenleri Klein'ın erken dönem çocuk analizi üzerine yaptığı çalışmalarda da bulunabilir (Klein, 1932). Klein'a göre, erken dönem sadizminin azalmasıyla birlikte depresif kaygılara doğru bir yönelim gerçekleşir. Bu süreçte suçluluk duyguları ortaya çıkar ve sevilen nesneyi kaybetme korkusuna yol açar. Böylece paranoid-şizoid konumun dinamikleri değişir: Çocuk, burada öncelikle takip edilme ve parçalanma kaygılarıyla karşı karşıyayken, depresif konumda nesne ilişkileri artık bütün nesnelerle kurulan ilişkiler olarak kavramsallaştırılır. Paranoid-şizoid konum ise daha çok bölünmüş nesne ilişkileriyle karakterizedir.
Bu bölünmüş nesneler, büyük ölçüde yansıtılan ve bölünmüş benlik parçalarını içerdiğinden, paranoid-şizoid konumda içsel dünya ile dış gerçeklik yeterince birbirinden ayrılamaz. Bu konumda idealleştirme ve takip edilme deneyimleri hızla birbirini takip eder. Klein (1960), parçalanma ve kafa karışıklığını önlemek için idealize edilen benlik ve nesne parçalarının kötü, takip edici unsurlardan kesin olarak ayrılması gerektiğini vurgular. Bu nedenle, paranoid-şizoid konumda nesne ilişkileri, bölme ve her şeye kadir (omnipotenz) bir kontrol mekanizması (Klein, 1946, s. 13) tarafından şekillendirilir. Bu aşamada kaygılar ve suçluluk duyguları genellikle ilkel, takip edilme temalı bir nitelik taşır ve temel ilgi odağı tehditten kaçınma ve benliğin hayatta kalmasıdır. Buna karşılık, depresif konumda aşamalı bir bütünleşme gerçekleşir. Birey, tatmin ve hayal kırıklığı yaratan nesnenin aslında aynı nesne olduğunu fark eder ve ona hem sevgi hem de nefret beslediğini keşfeder. Yansıtmanın geri çekilmesi, daha güçlü bir ayrılık hissi doğurur ve bu da kayıp deneyimi ile yoğun bir yas sürecine yol açar. Bu değişimler, deneyimlerin giderek daha fazla bütünleştirilebilmesi ile ortaya çıkar ve böylece bireyin temel ilgisi, benliğin hayatta kalmasından bağımsız olarak, kendisini bağlı hissettiği nesneye yönelir (bkz. Steiner, 1993, s. 52).
İkircikliğin (ambivalenz) bütünleşmesiyle birlikte kayıp korkuları ve suçluluk duyguları ortaya çıkar. Bu duygular, nesneye fantezi dünyasında verilen zararın kabul edilmesiyle birlikte giderek daha az her şeye kadir bir nitelik kazanan telafi çabalarını başlatır. Ancak bu süreç, yoğun çatışmalarla da karakterizedir. Yas sürecinin her aşamasına eşlik eden bu süreç, olumlu deneyimlerin içselleştirilmesine ve içsel nesnelerle kurulan ilişkilerin gelişmesine olanak tanır.
Klein, başlangıçta bu iki konumu birer fiksasyon noktası ya da yaşamın ilk aylarında birbirini takip eden gelişim evreleri olarak ele almıştır. Ancak, daha sonraki çalışmalarında bu kavramı genişleterek, depresif konumla ilişkili deneyim biçimlerinin "geçiş/geçici durumlar" (transitory states; bkz. Klein, 1948, s. 34) olarak ruhsal yaşamın en başından itibaren ortaya çıktığını ve tüm sonraki yaşam deneyimleri boyunca yeniden işlenmesi gerektiğini öne sürmüştür. Öte yandan, Klein, paranoid-şizoid durumların, örneğin, depresif kaygıları savunmak için kullanılan bölme süreçleri biçiminde, depresif konum sırasında da azalmış bir yoğunlukla devam ettiğini belirtir (Klein, 1952, s. 126). Böylece, iki konum arasında sürekli bir geçişin var olduğu anlaşılır. Bunun ötesinde, Klein, zaman zaman manik konum ve obsesif konum gibi ek konumlar eklemeyi düşünmüştür. Bu fikirler daha sonra sınır (borderline) konumuna ilişkin modern kuramlara kısmen dahil edilmiştir (bkz. Steiner, 1993). Bu konu, Bion'un dönüşümüne ilişkin açıklamaların ardından ele alınacaktır. Klein, "Haset ve Şükran" (1957) adlı çalışmasında, aşırı hasedin paranoid-şizoid öğelerin patolojik düzeyde güçlenmesine yol açabileceğini tanımlar. Daha sonraki çalışması "Oresteia Üzerine Düşünceler" (1963) adlı eserinde ise, sembol gelişimi ve sembolik düşüncenin depresif konuma geçişle yakından ilişkili olduğunu öne sürer. Bu bakış açısı özellikle Hanna Segal'in çalışmalarında daha ayrıntılı biçimde ele alınmıştır (bkz. Weiß, 1999).
Bion'un dönüşümü: PS↔D yapısı
Bion (1962a, b), Klein'ın son dönemdeki düşüncelerine dayanarak, düşünmenin doğrudan nesnelerin yokluğunda gerçekleştiğini öne sürmüştür. Bion'un, düşüncelerin "hiçbir şeyin olmadığı yerde" (no thing ya da nothing) ortaya çıktığına dair ifadesi (1962a, s. 81 vd.), Hegelci bir düşünce biçimi içerir. Daha önceki bir çalışmada (Weiß ve Pagel, 1995), bu düşünceyi Lacan'ın "şeyin öldürülmesi" olarak adlandırdığı simgeleşme süreciyle karşılaştırmıştık (Lacan, 1953) -Lacan'ın "şeyin öldürülmesi" (meurtre de la chose) kavramı, simgesel düzenin kuruluşuyla ilgilidir ve özellikle dilin ve düşüncenin gelişimi açısından önemli bir noktaya işaret eder. Lacan, bu kavramı "Aile Kompleksi" (1938) ve "Rome Söylevi" (1953) gibi erken dönem çalışmalarında geliştirmiştir. Temel fikir, çocuğun içgüdüsel olarak bağlandığı ilk nesne (genellikle anne) ile arasındaki doğrudan ilişkinin sona ermesiyle bağlantılıdır. Çocuk, doğrudan tatmin sağlayan bu nesneye artık doğrudan ulaşamayacağını fark ettiğinde, onun yerine dil ve simgeler dünyasına girerek bu eksikliği temsil eden unsurlarla (kelimeler, imgeler, düşünceler) çalışmaya başlar. Başka bir deyişle, çocuk ilk nesneyle (yani Lacan'ın "Şey" dediği mutlak kayıp nesneyle) doğrudan ilişki kuramaz hale geldiğinde, bu nesneyi ancak simgeler aracılığıyla yeniden inşa edebilir. "Şeyin öldürülmesi", tam da bu doğrudan erişimin kaybolması ve onun yerine dilin ve düşüncenin geçmesi anlamına gelir. Bu kavram, Melanie Klein'ın paranoid-şizoid konumdan depresif konuma geçiş kuramıyla da ilişkilidir. Klein'a göre, çocuk "kötü nesne" olarak algıladığı bir nesneyi zihninde bölerek dışsallaştırır ve ondan kurtulmaya çalışır. Ancak zamanla, sevgi ve nefretin aynı nesneye yöneldiğini kabul edebilir hale gelir (depresif konum). Lacan'a göre, benzer bir süreç, çocuğun simgesel düzene girişiyle gerçekleşir: Çocuk, arzuladığı nesneye (örneğin anneye) doğrudan ulaşamayacağını anladığında, bu eksiklik hissini (manque) dil ve düşünce aracılığıyla işler. Bu nedenle, "şeyin öldürülmesi" kavramı, bireyin ruhsal gelişiminde gerçek nesnenin kaybı ile birlikte, soyut düşüncenin ve simgesel temsillerin gelişimi arasındaki ilişkiyi açıklar. Bu süreç, aynı zamanda insanın bilinçdışı yapılanmasının temel taşlarından biridir.-Bion'a göre, duygusal deneyimlerin işlenmesi, ayrılığa tahammül edebilmeyi gerektirir. "Arzulanan eksik meme"nin, artık "kötü, mevcut meme" olarak dışlanmak zorunda kalmadığında bir düşünceye dönüşebileceği fikri, aslında Klein'ın paranoid-şizoid konumdan depresif konuma geçişi tanımlayan kuramının farklı bir ifadesidir. Ancak Bion'un yaklaşımı, paranoid-şizoid konum ile depresif konum arasındaki geçişlerin sürekli olduğunu ve her iki yönde de gerçekleşebileceğini öne sürmesiyle farklılaşır. Bion, bu noktada şunları yazmıştır: "Melanie Klein'ın paranoid-şizoid ve depresif konumu keşfetmesi, belirli durumlarda birbirinden kopuk ve takip edilme duygularıyla ilişkilendirilen unsurların, depresyon duygularıyla birlikte bütünleşmiş bir yapı oluşturduğu yönünde bir kuram gerektiriyordu" (1963, s. 65). Bu nedenle PS↔D hareketi, sürekli bir salınım olarak görülmüş ve normal bilişsel gelişimin bir parçası olarak değerlendirilmiştir. Bion'un bu yorumu, bölmenin artık zorunlu olarak patolojik bir gerileme anlamına gelmediğini gösterir. Bunun yerine, PS↔D hareketi, bireyin var olan güvenli yapıları çözerek, henüz tam olarak şekillenmemiş ve bilinmeyen deneyimleri keşfetmesine olanak tanıyan zorunlu bir ara aşama olarak kabul edilir. Burada amaç, yeni deneyimlerin ilerleyen süreçte bütünleştirilip daha tutarlı bir yapıya dönüştürülmesidir. Britton (1998), benzer geçişlerin bilimsel paradigma değişimlerinde olduğu gibi, analitik süreçler içinde de mikro düzeyde sürekli meydana geldiğini göstermiştir. Bion da analistin, bütünleşmemişlik, şüphe ve hatta takip edilme duygularına tolerans geliştirmesi gerektiğini, çünkü ancak bu şekilde anlamlandırmaların (deutungen) ortaya çıkabileceğini vurgulamıştır. Özellikle Psikanalizin Öğeleri (1963) adlı eserinde, PS↔D hareketini, bütünleşme ve bölünme (integration↔desintegration) ile (iç-)tutarlılık ve (iç-)tutarsızlık (kohärenz↔inkohärenz) arasındaki geçişler olarak ele alır ve bunları kapsayan/kapsanan (container↔contained) dinamiğiyle doğrudan ilişkilendirir.
Meltzer'in (1978, s. 69, 75) belirttiği gibi, bu dönüşüm belli açılardan sorunludur. Görünüşe göre, Klein ve hatta Bion'un erken çalışmalarında parçalanma süreçleri bağlamında vurguladığı ekonomik ve gelişimsel psikolojik anlamların bir kısmını terk etmektedir. Yeni kavramsallaştırmada, PS↔D yapısı, "özel olgu" (selected fact) ile bağlantılı olarak düşüncelerin formunu belirlerken, kapsayan/kapsanan (container/contained) hareketi onlara anlam kazandırmaktadır. Aynı zamanda, kapsayan/kapsanan ilişkisi psikolojik unsurların gelişimini (Bion'un psikolojik unsurlar şeması içindeki genetik ekseni) temsil ederken, PS↔D bunların nasıl kullanıldığını gösterir (bkz. Bion, 1963, Bölüm 3). Bu bağlamda, form ve anlam, gelişim ve düşüncelerin kullanımı karşılıklı bir etkileşim içindedir. Bu işlemlerin sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesi, dinamik bağlayıcı unsurlar olan L (sevgi), H (nefret) ve K (bilgi arayışı) faktörlerinin etkisine bağlıdır (1963, s. 84 vd.). Duygusal deneyim, -K'nin (bilginin inkârı ve çarpıtılması) etkisi altında yanlış temsil edilirse, patolojik bölünme durumları ya da patolojik bütünleşme ortaya çıkabilir. Patolojik bütünleşme, örneğin patolojik kişilik örgütlenmesi olarak kendini gösterebilir. Bion, böyle bir yanlış bütünleşmenin örneği olarak "tersine çevrilebilir perspektif" (reversible perspective) modelini kullanır ve bunu "statik bir poz" olarak tanımlar. Bu tür bir bütünleşme, ilk bakışta fark edilmesi zor olan ancak derin yapısal sorunlar içeren bir durumdur (bkz. Schoenhals, 2000). Buna karşılık, PS'den D'ye geçiş süreci L, H ve +K (bilgiye açık olma) faktörlerinin etkisi altında gerçekleştiğinde, Klein'ın depresif konumu ile büyük ölçüde örtüşür. Bununla birlikte, Bion'un modelinde yaratıcı belirsizlik halleri (+K etkisi altındaki PS) de gelişim ve ruhsal büyüme için bir önkoşul olarak görülmektedir. Bu yaklaşıma ilişkin klinik örnekler, Britton'un (1998) ruhsal gelişim ve ruhsal gerileme modeli veya Meltzer'in (1984, s. 142) PS↔D ile duyusal işlevlerin tersine çevrilebilirliği modeli içinde ele alınmaktadır.
Tablo.2 buraya gelecek
Burada da Bion'un, Klein'ın paranoid-şizoid ve depresif konum kuramı üzerinde yaptığı dönüşüm, başlangıçtaki kategorilerde bir değişiklik ve genişlemeye yol açmış, böylece bu kavramlar yeni kullanım alanlarına açılmıştır. Ancak yanlış anlamaları önlemek için, Bion'un PS↔D kullanımının, Melanie Klein'ın bu iki konuma yüklediği anlamdan önemli ölçüde farklılaştığını görmek gerekir.
Patolojik Organizasyonlar, Paranoid-Şizoid Konum ve Depresif Konum
Klein ve Bion'un yaklaşımlarını daha da geliştiren ve bütünleştiren çağdaş modeller arasında, Steiner'in (1993) ve Britton'un (1998, 2001) karmaşık patolojik organizasyonlara ilişkin kavramsallaştırmaları öne çıkmaktadır. Steiner, Klein'ın (1935, 1940) paranoid-şizoid ve depresif konum arasındaki ara konumlara ilişkin düşüncelerini temel alırken, Britton, Bion'un PS↔D dengesine gelişimsel bir boyut eklemeye çalışmıştır. Britton'un modeli, ruhsal gelişim ve ruhsal gerilemenin anlaşılmasına yönelik özgün bir çerçeve sunar. Bu modele göre, bireyin içinde bulunduğu mevcut durum (Dn), hem ilerleyici hem de gerileyici gelişim adımlarıyla değişebilir. Mevcut durum, henüz bütünleştirilememiş yeni deneyimlere açılabilir. Bu süreç, şüphe, belirsizlik ve varoluşsal kaygıya (PSn+1) yol açarak, bireyin mevcut inanç sistemini sorgulamasına neden olur. Eğer bu parçalanma durumu tolere edilebilirse, bu belirsizlikten henüz bilinmeyen ve gelecekte bütünleştirilebilecek yeni bir yapıya ilişkin umut doğabilir (Dn+1). Britton bu durumu, "henüz bilinmeyen ya da henüz anlaşılmayan bir şeyin, şu anda karanlık ve bağlantısız görünen şeylere anlam kazandıracağına inanmak" olarak tanımlar (1998, s. 28). Ancak, PSn+1 aşamasındaki belirsizlik birey için dayanılmaz hale gelirse, sahte bir bütünlüğe (Dn-1) veya organize olmuş bir bölünmeye (PSn-1, örneğin paranoyak bir yapı) geri çekilme meydana gelebilir. Britton, bu tür durumları patolojik organizasyonlar olarak görmektedir. Dn-1 için örnek olarak, bireyin her şeyi bildiği yanılgısıyla içine düştüğü umutsuzluk ya da katı ve değişmez bir inanca geri çekilme verilebilir. Britton, bireyin bu durumlar arasındaki değişken geçişlerini ve bunun aktarım sürecine etkilerini detaylı bir şekilde ele alır. Onun modelinde temel olan fikir, regresyonun geçmiş deneyimlerin zamansal olarak yeniden canlandırılması değil, paranoid-şizoid ya da depresif konum özellikleri taşıyan bir patolojik organizasyona sapma olduğudur.
Britton'un düşünceleri, Steiner'in patolojik kişilik organizasyonları ve onun tanımladığı sınır (borderline) konumu kavramlarına dayanır. Sınır konumu, paranoid-şizoid veya depresif konumdan kaynaklanan kaygıların aşırı derecede yoğun hale geldiği durumlarda bireyin sığındığı sözde istikrarlı (pseudostabil) bir durum olarak anlaşılabilir. Klein, daha önce manik konum ve obsesif konum kavramlarını tanımlamış ve bunları savunma organizasyonları olarak ele almıştır. Bu iki yapı da paranoid-şizoid kaygıları değiştirmeye ve yas, bağımlılık ile suçluluk duygularını savunmaya yönelik mekanizmalardır. Manik konumda, bu savunma, "nesnelerin kontrol edilmesi ve hâkimiyet altına alınması" yoluyla gerçekleşir (Klein, 1935, s. 59). Buna karşılık, obsesif ve manik mekanizmalar, aynı zamanda bir tür telafi girişimi olarak da işlev görebilir (Klein, 1940, s. 172 vd.). Klein, bu konular üzerine daha fazla ayrıntı geliştirmemiş olsa da Steiner borderline konumunu narsisistik ve sapkın mekanizmalarla sürdürülen karmaşık bir geri çekilme durumu olarak tanımlamıştır (bkz. Weiß, 1998). Psychic Retreat (ruhsal geri çekilme) olarak adlandırılan bu durum, kısa vadede kaygı ve ruhsal acıyı hafifletebilir ancak uzun vadede gelişimi engeller ve bireyin gerçeklikle anlamlı bir temas kurmasını bloke eder. Steiner, paranoid-şizoid konum içinde normal bölme ve patolojik parçalanma arasında, depresif konum içinde ise kayıp kaygısı ile kayıp deneyimi arasında bir ayrım yapar. Paranoid-şizoid, depresif ve borderline konumları arasındaki geçişi dinamik bir denge olarak ele alır (bkz. Şekil 3) ve bu sürecin analistin de dahil olduğu bir süreç olduğunu öne sürer. Bu çerçevede, geri çekilme durumundan çıkış ya da ona geri dönüş ile ilgili en küçük hareketler bile aktarım süreci içinde analiz edilebilir.
Tablo.3 buraya gelecek
Klein ve Bion'da Ödipus Durumu Kuramı
Bion'un, Klein tarafından tanımlanan temel ruhsal konumları dönüştürmesiyle ilgili geçerli olan durum, onun Ödipus durumu kuramını kullanımı için de geçerlidir. Bilindiği gibi, Klein, Freud'un ötesine giderek "Ödipus Çatışmasının Erken Evreleri" (1928) adlı çalışmasında, oral, anal ve üretral dürtüsel itkilerin etkisi altındaki Ödipus durumunun öncüllerini tanımlamıştır. Çocuk analizlerinde, Ödipus durumunun genital öncelik evresinden önce, erken dönem çocukluk fantezileri içinde ortaya çıktığını ve bu fantezilerin, çocuğun psikoseksüel gelişim düzeyine bağlı olarak sadistik eğilimler ve ilkel kaygılarla birleşebildiğini göstermiştir. Klein'ın, Ödipus karmaşasının parçalara ayrılmış nesne ilişkileri içinde erken formlarını keşfetmesi, Ödipus kuramına temel bir genişleme getirmiştir. Klein, Ödipus durumunu evrensel olarak ele almış (bkz. Segal, 1997; Cycon, 1999; Weiß, 1999) ve bu sayede çeşitli temsil biçimlerini tanımlayabilmiştir. Çocuk analizlerinde karşılaştığı erken Ödipal sahnelerde, Ödipus durumu sıklıkla parçalı nesne seviyesinde deneyimlenir. Paranoid-şizoid konumun işleyişine uygun olarak, anne-baba ilişkisi çocuğun zihninde ilkel idealize edilmiş ya da tehdit edici biçimlerde şekillenir. Bu bağlamda, Klein'in tanımladığı en önemli imgelemlerden biri, aşırı derecede tehditkâr olan "birleşmiş ebeveyn çifti" tasavvurudur. Depresif konuma geçişle birlikte, bölme süreçleri azalmaya başlar ve çocuk, annesini babasıyla kurduğu bağımsız bir ilişki içinde ayrı bir birey olarak algılamaya başlar. Ancak çocuk, kendi küçük ve olgunlaşmamış yapısı nedeniyle bu ilişkiden dışlanmış olduğunu hisseder. Ödipus durumunun bu daha bütünleşmiş versiyonu, yas süreçlerinin işlenmesiyle bağlantılıdır ve kimliklenme ile simgeselleştirme süreçleri için önemli bir ön koşul oluşturur.
Bion, Ödipus mitinin kullanımında Freud'un ötesine geçerek yalnızca mitin içeriğiyle değil, aynı zamanda onun biçimsel yapısı ve anlatı unsurlarının birbirleriyle nasıl bağlantılı olduğu ile de ilgilenmiştir. Bion'a göre (1963, s. 76), "Freud'un Ödipus mitini kullanımı, insan kişiliğinin yalnızca cinsel yönlerini aydınlatmaktan daha fazlasını başarmıştır." Bion, Ödipus mitinde evrensel bir bilişsel yapı görür, yani bunu "insan zihninin içeriğinin önemli bir bileşeni" olarak değerlendirir (1963, s. 80). Bu çerçevede, "Ödipal durum" ifadesi Bion için üç farklı anlam boyutu taşır: birincisi, "baba, anne ve çocuk arasındaki ilişkilerin gerçekleşmesi", ikincisi, "duygusal bir ön-kavramsallaştırma (prekonzeption)" ve üçüncüsü, "bireyin baba, anne ve çocuk arasındaki ilişkileri fark etmesiyle tetiklenen ruhsal tepki"dir (1963, s. 77). Bion, Ödipus mitinde keşfettiği K bağlantıları (bilgi ve anlama süreçleriyle ilgili bağlantılar) doğrultusunda, bu anlatının yalnızca saldırganlık ve tutku temalarını (L ve H unsurları) değil, aynı zamanda insanın bilme arzusu ile felaket korkusu arasındaki ilişkiyi de ifade ettiğini öne sürer. Bu bağlamda, Bion mitin bilgi kuramı (epistemoloji) ile olan ilişkisini vurgular. Başka bir deyişle, Freud Ödipus ve Laios (Laios, Yunan mitolojisinde Thebai kralıdır ve Ödipus'un babasıdır. Kehanete göre, kendi oğlu tarafından öldürüleceği öngörülmüştür. Bu kehanetten kaçmak için, eşi İokaste ile doğan oğulları Ödipus'u, bir dağa terk etmesi için bir çobana verir. Ancak Ödipus hayatta kalır, başka bir aile tarafından büyütülür ve kaderin bir cilvesiyle, bilmeden babası Laios'u bir yol kavşağında öldürür. Böylece kehanet gerçekleşmiş olur. Laios'un ölümü, Ödipus mitinin en önemli unsurlarından biridir ve Freud'un Ödipus Karmaşası kavramının temelini oluşturur.) arasındaki ilişkiye odaklanarak L ve H bağlantılarını ön plana çıkarırken, Bion Ödipus ve Teiresias (Teiresias, Yunan mitolojisinde bilici (kâhin) olarak bilinen, özellikle Thebai şehriyle bağlantılı önemli bir figürdür. Mitlere göre, Tanrılar tarafından kör edilmiş, ancak karşılığında geleceği görme yeteneği (kahinlik) ve uzun bir ömür bahşedilmiştir. Özellikle Sophokles'in Kral Oidipus (Ödipus) tragedyasında önemli bir rol oynar. Kral Ödipus, Thebai'yi etkisi altına alan vebanın sebebini öğrenmek için Teiresias'a danışır. Teiresias, Ödipus'un farkında olmadan babası Laios'u öldürdüğünü ve annesi İokaste ile evlendiğini bildirir. Ancak Ödipus, bu kehaneti kabul etmez ve Teiresias'ı yalancılıkla suçlar. Teiresias, aynı zamanda Yunan mitolojisinde hem erkek hem de kadın bedeninde yaşamış bir figür olarak da bilinir. Bir efsaneye göre, kadın ve erkek olmanın farkını bilen tek kişidir ve bu nedenle Zeus ile Hera arasındaki bir tartışmada hakemlik yapmıştır. Hera'nın gazabına uğrayarak kör edilmiş, ancak Zeus tarafından ona kahinlik yeteneği verilmiştir.) arasındaki çatışmaya da dikkat çeker. Bu çatışma, bilme ve bilmemeyi isteme arasındaki mücadeleyi, yani K ve -K arasındaki gerilimi temsil eder (bkz. O'Shaughnessy, 1994). Bion, özellikle "ödipal durum" kavramının duygusal bir ön-kavramsallaştırma (prekonzeption) olarak taşıdığı anlamla ilgilenir. Peki, eğer bu ön-kavram – yani simgesel ebeveyn çiftiyle ilgili tüm bireysel deneyimlerin çerçevesini oluşturan bilişsel yapı – saldırıya uğramış veya bozulmuşsa ne olur? Bu durumda artık libidinal çatışmalar arasında uzlaşma arayışı değil, daha temel bir zorluk, yani düşünceler ve deneyimler arasındaki bağlantının kurulmasındaki başarısızlık söz konusudur. Burada mesele, ön-kavramlarla ve onların gerçekleşmesini sağlayan yaşantılarla uyumlu bir şekilde eşleşme sürecinin bozulmasıdır (Bion, 1963, s. 91). Sonuç olarak, Bion bu çerçevede gerçeklikle temas kurmaya ve gelişime açık bir tutum (K) ile gerçekliğe ve her türlü kişisel gelişime karşı örtük ya da açık bir nefret içeren bir tutum (-K) arasındaki temel çatışmayı vurgular. Böylece, "Deneyim Yoluyla Öğrenme"de geliştirdiği kapsayan/kapsanan (container/contained) modeli ile bağlantılı olarak, Ödipus mitini "gelişimin ilkel aşamalarında öğrenme sürecinin temel bir parçası" olarak tanımlar (1963, s. 99).
Bu ifade, Melanie Klein'in Ödipus karmaşasının işlenmesini, paranoid-şizoid konumdan depresif konuma geçiş için temel bir süreç olarak değerlendirmesiyle büyük ölçüde örtüşmektedir (bkz. Cycon, 1999). Bion, bu noktada doğrudan Klein'a atıfta bulunarak, tersine bir durumu ele alır: Yani hasta, dayanılmaz bulduğu gerçekliği reddettiğinde, ödipal ön-kavramı (prekonzeption) yani ebeveynleriyle ilişkisini zihinsel olarak kavrayabilmesini sağlayan düşünme aygıtını hedef alır. Bion'a göre, bu durumda "Ödipus'un enkazı", "dağılmış benliğin parçalanmış bileşenleri gibi" analitik malzeme içinde dağıtılmış bir biçimde bulunur (1963, s. 100). Bu süreç, PS↔D içindeki parçalanma örüntüsüne benzer.
Peki, analisti, ödipal temsillerin parçalanmış unsurlarını seans materyali içinde tespit edebilecek hale getiren şey nedir?
Bion'a göre, düşünme bozuklukları söz konusu olduğunda – ve bu, her borderline spektrumunun psikozla kesiştiği noktada karşılaşılan bir durumdur – mesele materyalin içeriğini anlamaktan ziyade, onun belirli bir bağlam içinde nasıl dönüştüğü ve aktarıldığı ile ilgilidir. Yani asıl mesele, "hastanın iletisini hangi amaçla sunduğu" sorusudur (Bion, 1965, s. 60). Örneğin, bir hasta bir rüya anlatıyorsa, bunu bilinçdışı anlamını paylaşmak amacıyla mı yapmaktadır, yoksa bu anlatım aktarım ilişkisini manipüle etmeye yönelik bir eylem mi taşımaktadır? (bkz. Weiß, 2000b). Burada analistin odak noktası, içeriğin kendisinden çok materyalin biçimsel özelliklerine yönelmelidir. Analist kendisine şu soruları sormalıdır:
Bu anlatı gerçekten bir rüya mı, yoksa yönlendirilmiş bir fantezi mi?
Maskelenmiş bir halüsinasyon olabilir mi? (bkz. Bion, 1994, s. 93)
Anlatı, bilinçdışı bir fantezinin iletimi mi, yoksa dışavurumcu bir eylemin (acting out) habercisi mi? (bkz. Segal, 1991; O'Shaugnessy, 1994).
Bu perspektif, tedavi tekniklerinde yeni olanaklar açar ve analistin maruz kaldığı hem içeriği hem de etkileşimi aynı anda gözlemleyebilmesini ve bunları bütünlüklü bir anlayış içinde değerlendirebilmesini gerektirir (bkz. Joseph, 1985; Steiner, 1993). Bion'un "dönüşümler" (transformations) olarak adlandırdığı modelde, analistin bu süreçte bir "çift kutuplu O" geliştirmesi gerektiğini öne sürer. Buradaki O, analistin bir yandan sezgisel olarak durumu kavrayabilme becerisi ile, diğer yandan ise analitik deneyimdeki gerçek verilere dayanan anlayışı arasında bir denge kurmasını gerektirir (Bion, 1965, s. 76). Bu çerçevede Bion, analistin ödipal ön-kavramsallaştırma ile olan ilişkisini vurgular: Analist, Ödipus mitini bir semboller kaynağı olarak kullanabilir ve böylece seanstaki duygusal algılarını hastayla arasında geçen süreçleri düşünmeye yönelik bir çerçeve içinde bir araya getirebilir. Bion, bu nedenle "ödipal ön-kavramsallaştırmayı", analistin gözlemleme sürecinin bir parçası olarak, diğer ön-kavramsallaştırmaların oluşturulmasına yardımcı olacak bir yapı olarak ele alır (Bion, 1965, s. 77). Britton (1989, 1992, 1997, 2001) ve diğer yazarlar, Bion'un açtığı bu klinik anlayış alanını genişletmişlerdir. R. Money-Kyrle (1968) gibi yazarlar, aktarım ve karşı-aktarım süreçlerinde ödipal durumun nasıl yanlış temsil edilebileceğine dair çeşitli olasılıklar üzerine çalışmışlardır. Bion'un öne sürdüğü +K ve -K modeli, bilginin sağlıklı biçimde gelişimi ile bilgiye karşı savunmacı bir direnç arasında ayrım yaparken, Steiner (1993) bu modele sapkın yanlış temsilleri eklemiştir (bkz. Weiß, 1998). Bu bağlamda, sapkın yanlış temsiller, +K (bilme arzusu) ve -K (bilgiyi reddetme) unsurlarının karmaşık bir birleşimi olarak değerlendirilebilir. Son olarak, Bion, Klein'ın "Ödipus karmaşasının erken evreleri" çalışmasını referans alarak, ödipal unsurların analiz sürecinde gözlemlenmesinin önemini vurgular. Analistin "gözlem, kayıt ve analiz yöntemlerinin geliştirilmesi gerektiğini", böylece önemli materyallerin gözden kaçırılmaması gerektiğini ifade eder (Bion, 1965, s. 76). Bion'un katkısı, Melanie Klein'ın Ödipus karmaşası kuramına, gözlem ve bilişsel süreçler üzerine kurulu bir teori eklemesi olmuştur.
Sonuç ve Çıkarımlar
Bu çalışma, Klein ve Bion'un kuramları arasındaki bağlantıları inceleyerek, Bion'un Klein'ın belirli kavramlarını nasıl kullandığını araştırmayı amaçlamaktadır. Bu bağlamda, Bion'un metapsikolojisi, Klein'ın kuramının bir dönüşümü olarak anlaşılabilir. Bion, "Dönüşümler" adlı eserinde, farklı psikanalitik kuramları, aynı temel deneyimin farklı değişmez yönlerini vurgulayan dönüşüm biçimleri olarak tanımlamıştır. Bunu, aynı manzaranın empresyonist, ekspresyonist veya soyut bir ressam tarafından resmedilmesine benzetmiştir. Aynı ekol içinde yer alan sanatçılar arasında bile önemli üslup farklılıkları olabileceğini vurgulamıştır. Klein ve Bion'un kuramları arasındaki ilişki de bu çerçevede değerlendirilebilir. Bion, her dönüşümün duygusal deneyim üzerine düşünmekten doğduğunu öne sürmüştür. Psikanalist için bu, analitik seanstaki duygusal deneyimdir. Bion'un kuramı, bu deneyimi evrensel bir düzeyde temsil etmeye yönelik bir girişimdir. Bion'un kuramı, yüksek düzeyde soyutlama ve biçimselleştirme içerdiği için çok sayıda "doymamış" unsur barındırır. Bu, yeni perspektifler açarken aynı zamanda kuramın belirsizliğini de korumasına neden olur. Bion, bunun amacını "analitik çalışma üzerine, seans dışında da düşünmeyi kolaylaştırmak" olarak açıklar. Ancak, bu belirsizlik nedeniyle kuramın klinik deneyimle sürekli olarak yeniden doldurulması gerekir. Sonuç olarak, Bion'un yaklaşımını tamamlayacak şekilde şunu söylemek mümkündür: Kuramın bir "ön-kavram" olarak işlev görüp görmediği ve klinik deneyimi uygun şekilde temsil eden yorumlara dönüşüp dönüşmediği yalnızca analitik seans içinde belirlenebilir.