
Bion'un Beta-Elementleri ve İşlevleri: Bir Deneme
Yazar: Marion M. Oliner
Çev: Suzan Uğur Girginer
Genel Bakış:
Dış dünyanın birey üzerindeki etkileriyle ilgilenen en önemli kuramcılardan biri olan Wilfred Bion, çevresel faktörlerin ruhsal etkilerine dair en belirsiz yaklaşıma sahip olanlardan biri gibi görünmektedir. Bir yandan, ruhsal yaşam kuramına beta-elementler adı altında yeni bir kavram ekleyerek maddi dünyanın zihinsel alana nasıl girdiğini açıklamıştır. Öte yandan, duyusal algıların klinik içgörüler için bir kaynak olmasına karşı çıkmıştır. Dış gerçekliğin psikanalitik kuramdaki yeri konusundaki ilgim doğrultusunda, Bion'un yaklaşımındaki bu ikiliği ele aldım. Bu makale, Bion'un kuramını daha açık bir şekilde analiz etmeyi ve onun kavramlarının ve kurallarının uygulanabilirliğini daha ayrıntılı bir biçimde açıklamayı amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Beta-elementler, duyusal algılar, dış gerçeklik
Çağdaş psikanalizde, onu pratik olanakları açısından oldukça dar bir alana sıkıştırma yönünde belirgin bir eğilim vardır. Lacan bu konuda şu uyarıyı yapmıştır:
"[…] Freud'un oluşturduğu tekniği, ona bağlı olan deneyimden bağımsız olarak kullanırsanız, kumda sabit duran bir gemide nefes nefese kürek sallayan birinin yaptığı kadar aptalca bir şey yapmış olursunuz" (Lacan 1975, s. 117).
Lacan'ın, özellikle Freud'un tekniğinin uygulanmasını genişletme çabalarıyla, İngilizce konuşan psikanalistler üzerinde kayda değer bir etkisi olmamış olabilir. Ancak Wilfred Bion'un düşüncelerinin günümüzdeki popülerliği, benzer sınırlamaları gündeme getirmektedir. Bion şu konuda uyarır:
"Analist, zamanın ve mekanın olmadığı bir alanda, bunların yerine geçebilecek bir kalıcılık veya genişletme yöntemi kullanmak zorundadır. Çünkü bu kavramlar, duyular dünyasında kullanılır" (Bion 2006, s. 10).
Bu duyular dünyasına dış gerçeklik de dahildir. Bion'un kuramsal çerçevesine göre, dış gerçeklik, beta-elementler şeklinde ortaya çıkar. Beta-elementler, düşüncesi olan bir düşünür olmadan var olan unsurlar olarak, algılanmış ancak değiştirilmemiş duyusal izlenimlerden oluşur. Bunlar, ancak alfa-fonksiyonu aracılığıyla dönüştürüldükten sonra psikanaliz açısından işlenebilir hale gelir. Bu bağlamda Bion, görsel algıyı "temel şey-temsilleri" (Green 1992, s. 586) olarak psikanalitik teoriye dahil eder ve genel algı anlayışını genişletir. Geleneksel algı anlayışı, dışsal bir uyaran ile onu algılayan birey arasındaki karmaşık etkileşime dayanırken, Bion'un yaklaşımı bunu "şeyin kendisine" (Ding-an-sich) erişimle tamamlar. Ancak daha sonra, bu unsurların psikozla olan ilişkisi nedeniyle, onları psikanalitik süreçten dışlar. Bion'un, beta-elementleri ve onların dış dünyaya doğrudan erişimini psikanalitik kurama dahil etmesi, duyusal algıyı klinik süreçten dışlamasının daha ayrıntılı bir şekilde incelenmesini gerektirir. Onun görüşlerinin, diğer pek çok psikanalistten daha fazla dış gerçekliği psikanalitik kurama kattığını, ancak bunu "anı ve arzu" ile birlikte analistin düşünme ve hissetme (mind) sürecinden dışladığını anlamak önemlidir.
Bu çalışmada esas olarak Bion'un dış gerçeklik hakkındaki kuramlarını daha iyi anlamayı amaçlıyorum. Ancak psikanalizin, algıyı ve duyusal izlenimleri dışlayarak kendini sınırlandırmasının uzun bir geçmişi olduğu da açıktır. Bu tarih, Freud'a kadar uzanır. Yakın zamanda yayımlanan Psychic Reality in Context: Perspectives on Psychoanalysis, Personal History, and Trauma (2012) adlı kitabımda, psikanalitik düşüncenin tarihinde dış dünyanın psikanaliz açısından önemli bir konu olarak görülmediği bazı temel noktaları ele aldım. Ruhsal gerçekliğin öncelikli olduğu bir kuram, kelimenin genel anlamıyla gerçek olan her şeyi bu dünyadan dışlamak zorunda kalmıştır. Bu yaklaşım, gelecekteki psikanalist kuşaklarının eğitim aldığı literatürün tamamına yayılmıştır. Aynı zamanda, psikanalitik pratiğin yalnızca kişisel motivasyonlara—arzu ve kaygılar dahil—vurgu yapmasının, özellikle bugünkü acıları kendi kontrolü dışındaki olaylardan kaynaklanan narsisistik açıdan hassas bireyler için bir suçlama gibi algılanabileceği göz ardı edilmiştir. Bununla birlikte, ruhsal gerçekliği anlama sürecinde, psikanalitik sürecin bir parçası olarak enactment (sahneleme) kavramına artan ilgi sayesinde dış gerçeklik, kuramsal olarak kendisine atfedilenden çok daha büyük bir rol oynamaktadır.
Bir enactment (sahneleme), ancak sonradan üzerine düşünülebilecek gerçek bir eylemi gerektirir. Bu kavram, başlangıçta öngörülenden daha fazla gerçekliğin gerekli olduğunu örtük bir şekilde kabul eder; ancak, düşünme ve eylem arasındaki farkı özellikle vurgulamaz, en azından anlamı netleşene kadar. Benzer şekilde, psikanalitik süreçteki tekrar, güncellenme dürtüsüne dair bir gösterge olarak görülebilir: Hem bir sahneleme hem de bir tekrar, anıların kendisinden farklı olarak belirli bir gerçekleştirme içerir, ancak aslında bunlar anıların dramatizasyonudur." (Oliner 2012, s. 48) Freud'un, rüya yorumu kuramına geçmiş günün olaylarını, yani gün artıklarını (Tagesreste), dahil etmesi, tarihsel açıdan bakıldığında bile rüyalar ile uyanıklık hâli arasındaki karşılıklı etkileşimi gösterir. Freud için rüyalar, rüya işlemlemesinin (Traumarbeit) bir sonucuydu ve bu işleyişin görevi, düşüncelere duyusal nitelikler kazandırmaktı. Rüya işleyişinin nihai amacı, düşünceleri temsil edilebilir hâle getirmekti. Rüyalar ve fanteziler, duyusal izlenimler ve rüya sahibinin yaşamındaki olaylara dair anılarla iç içedir ve psikanalitik pratikte iç dünya ile dış dünya arasındaki sürekli etkileşimi gözler önüne serer. Freud, her ne kadar başlangıçta tereddütle yaklaşmış olsa da sonunda şu sonuca varmıştır:
"Yeni bir içgörü gibi belirmeye başlıyor: Bilinçli hâle gelebilen yalnızca daha önce bir algı olarak mevcut olandır ve içeriden gelen, bilinçli hâle gelmek isteyen her şey, dış algılara dönüşmeye çalışmalıdır. Bu, ancak anı izleri sayesinde mümkün olur." (Freud 1923b, s. 247).
Kitabımda açıkladığım gibi, Freud'un kuramlarında psikanalizin dış gerçekliğe ve onun iç dünya üzerindeki etkisine karşı önyargılı yaklaşımına dair daha fazla kanıt bulmak mümkündür. Daha yakın tarihli bir örnek, Jacob Arlow'un çalışmalarının aldığı itibardır. Arlow'un bilinçdışı fantezi üzerine yazıları haklı olarak övgüyle anılırken, bir fantezinin ortaya çıktığı bağlam ve bu bağlamın onun anlamını nasıl belirlediğine dair yaptığı tekrar eden vurgular göz ardı edilmektedir. Arlow, özellikle bilinçdışı fantezi konusundaki çalışmalarıyla tanınmış görünmektedir. Oysa kendisi için bir fantezinin bağlamı, onun anlamını ve işlevini daha doğru bir şekilde kavrayabilmenin anahtarıydı. Arlow'a göre, birçok olası yorum arasından birini seçmek rastgele bir tercih değildir: Bir fantezinin anlamı, onun ortaya çıktığı bağlam tarafından belirlenir.
Psikanalizde dış gerçekliğe başvurmanın aleyhindeki argümanlar: Direnç ve duygusal yetersizlik
Psikanalizin temel alanının yalnızca ruhsal gerçeklik olduğu fikri, dış gerçekliğe başvurmanın bilinçdışı süreçlere dair içgörüye karşı bir direnç olarak görülmesiyle ortaya çıkar. Bazı hastaların, kendilerini psikanalize getiren rahatsızlıkların oluşumunda iç dünyalarının rolünü doğru bir şekilde değerlendirememe sebepleri çok çeşitli olabilir. Onların değerlendirmeleri genellikle, semptomlarının organik ya da dışsal faktörlerden kaynaklandığına dair inançlarını pekiştiren algılara dayanır ve içsel-ruhsal çatışmaların etkisini göz ardı eder. Narsisistik hastalar için tipik olan, her türlü eylem veya düşünceyi kendilerinden uzaklaştırma eğilimidir. Gerçekten ya da hayali olarak sorumlu olabilecekleri herhangi bir şeyi reddeder ve suçu dışsal faktörlere yüklerler. Bu savunma mekanizması, karmaşık bir içsel ilişkiyi dış dünyaya yansıtmayı içerir ve sorumluluğun kaydırılmasına, etkinliğin edilginliğe ve saldırganlığın mazohizme dönüşmesine hizmet eder. Ancak bu savunma mekanizması, iç dünya ile dış dünya arasındaki farkı ortadan kaldırmaz; yalnızca bu iki alanın yer değiştirmesine yol açar.
Diğer patoloji türlerinde, dış gerçekliğe ve bedensel süreçlere aşırı başvurunun farklı biçimlerde ortaya çıktığı görülür. Bunun iyi bir örneği, Paris'te bir grup Fransız analist tarafından araştırılan psikosomatik hastalıklardır. Bu araştırmacılar, psikosomatik hastalıkların çatışmalardan çok ruhsal yapının yetersizliğinden kaynaklandığı sonucuna varmışlardır. Bu grubun lideri olan Pierre Marty (1968), gözlemlediği bu yapıyı "dezorganizasyon" olarak adlandırmıştır. Psikosomatik araştırmacılar ve onların meslektaşları, bu yapıyı sosyal olarak uyumlu bir yaşam tarzı olarak tanımlar, ancak bu durum her zaman bir çöküşe yol açmaz. Marty, bu durumu "temel depresyon" olarak nitelendirir ve bunun vie operatoire (işlevsel yaşam) adı verilen bir yaşam tarzına dönüşmesine yol açtığını belirtir. Buradan türetilen düşünce biçimi pensée opératoire (işlevsel düşünce) olarak adlandırılır ve bilinçdışı ya da duygular tarafından yönlendirilmeyen, doğrudan eyleme dayalı bir düşünme biçimini tanımlar. Marty ve de M'Uzan, işlevsel düşüncenin dil kullanımına da yansıdığını ifade eder: "İşlevsel düşüncede kelimeler yetersiz biçimde yatırım alır, yalnızca nesneyi veya eylemi yineler ve böylece gösteren (signifiant) ile gösterilen (signifie) arasındaki mesafeyi ortadan kaldırır" (Marty & de M'Uzan 1978, s. 982).
Bu pasaj, işlemsel düşünceye sahip bireylerin ruhsal dayanıklılığının (resilience) duygusal olarak stresle başa çıkabilen insanlara kıyasla daha zayıf olduğunu vurgulamaktadır. Psikosomatik rahatsızlıklara sahip hastalar üzerine çalışan Green, bu hastaların duygu ve düşüncelerini ifade etmek yerine bedenleri aracılığıyla "konuştuklarını" ifade eder. Bu hastalar, stres ve duygusal yüklerle baş etmek için düşünmek veya hissetmek yerine eyleme yönelirler. Örneğin, ilaç alarak ya da çeşitli tıbbi müdahalelere başvurarak semptomlarını gidermeye çalışırlar. McDougall'a göre, bu hastalar için duyusal-motor temas (sensomotorischer Kontakt) içsel nesnelerle ilişki kurmaktan daha baskın hale gelir. Dış dünyaya odaklanmaları ve onu kontrol etmeye çalışmaları, patolojik gelişim için bir zemin oluşturur. Bu bağlamda, vücut da manipülatif müdahalelere maruz kalır: ilaçlar, estetik cerrahi, cinsiyet değişimi ameliyatları ve yeme bozuklukları gibi. Burada temel mesele, düşünme ve iç gözlem yerine doğrudan eylemin tercih edilmesidir. Fransız psikosomatik okuluna göre, bu durumun kökeninde libido yoksunluğu/fakirliği (Libidoverarmung) vardır. Bu yaklaşıma göre, libido sadece cinsel enerji değil, aynı zamanda ruhsal yapının gelişimi için de kritik bir kaynaktır. Marty ve meslektaşları, beden üzerindeki bu tür saldırıları, ölüm dürtüsü (Todestrieb) ile açıklamaktadır. Onlara göre, libido yeterince bağlanamadığında, bedene yönelik yıkıcı eğilimler güçlenir. Fain'e göre, libidinal olarak bağlanmış enerji, insanın bedensel sağlığını korumasına ve haz arayışına katkı sağlar. Ancak Fain, hazzın fantezinin gerçekleştirilmesi yoluyla aranması ile sadece huzur arayışı (Unlustvermeidung) arasında bir ayrım yapar. İlki, gerginlik ve tatmin arasındaki dinamik bir süreci içerirken, ikincisi sadece rahatsız edici duyumlardan kaçınma amacını taşır ve bu da libido yoksunluğuna yol açabilir. Bununla birlikte, Braunschweig ve Fain, her bireyin bir eşiği olduğunu ve bu eşik aşıldığında, dil ve sembolizasyon çabalarına rağmen bedenin tehlikeye girebileceğini öne sürerler. Bu bakış açısı, psikosomatik hastalıklarda ruhsal süreçlerin beden üzerindeki etkisini anlamak açısından önemlidir.
Psikosomatik uzmanlarının çalışmaları, çocukların duygusal gelişimi üzerine yapılan araştırmalara katkı sağlayarak, özellikle Fain ve çalışma arkadaşları tarafından daha geniş bağlamlarda ele alınmıştır. Bu araştırma grubu, travmadan sağ kurtulan bireylerin ruhsal süreçlerini anlamaya önemli bir katkıda bulunmuştur. Travmanın bu bireylerde bilinçdışı narsisizmi artırdığı göz önüne alındığında, sadece çatışma modeliyle çalışmak bu vakalar için oldukça zordur. Travma sonrası hayatta kalanlar, dış dünya ile içsel dünyaları arasındaki ilişkiyi fanteziler geliştirerek düzenleyemezler. Sıklıkla yas tutamazlar ve kayıp duygusuyla başa çıkmak için dış dünyayı bir araç olarak kullanırlar. Kaybı ne tamamen inkâr edebilir ne de tamamen kabul edebilirler. Bunun yerine, kayıplarını yüzeysel olarak uyumlanmış bir davranışla maskelerler ve dışsal uyaranlara yönelerek duygusal boşluğu doldurmaya çalışırlar (Oliner, 2012). Dış dünyada tatmin olasılığı, kayıpların inkâr edilmesine ve onları "şeyler olarak kendinde var olan nesneler" (Dinge-an-sich) haline getirmeye uygun bir zemin sunar. Greenacre (1949), bu tür bir savunma mekanizmasını kullanan bir hastasını şöyle tanımlamaktadır: "Dış gerçeklik ve benlik doyumları, onun en önemli savunma mekanizmalarıydı" (Greenacre, 1949, s. 83). Bu dış dünyaya yönelim, psikanalitik açıdan farklı açılardan ele alınmıştır. Jacobson (1957/1977) ve Bass (1997) gibi araştırmacılar, bu "somutlaştırıcı" (Konkretismus) düşünme biçimini fetişizmle ilişkilendirmişlerdir. Fetişizmde, dış dünyadaki bir nesne, cinsel farklılığın algılanmasından doğan kaygıyı yatıştırmak için kullanılır. Grubrich-Simitis (1984), somutlaştırmanın (konkretistische Materialisierung), metaforik olmayan düşünmenin bir tezahürü olduğunu öne sürmüştür. Özellikle, Kestenberg'in (1982/1995) tanımladığı reenactment (yeniden canlandırma/sahneleme) süreçlerini incelemiştir. Travmatize ebeveynlerin çocukları, onların yaşadığı kaderi adeta sahnelerler ve bunu içselleştirilmiş bir tarihsel travma olarak deneyimlerler. Grubrich-Simitis, bu yeniden canlandırmaların/sahnelemelerin tarihsel travmayı şimdiki zamana taşıyarak kuşaklar arası farkı ortadan kaldırmaya yönelik bilinçdışı bir çaba olduğunu öne sürer. Bu dramatizasyon aracılığıyla travma artık geçmişin bir parçası olmaktan çıkar ve şimdiki zamana taşınır. Böylece, tarihsel travmalarla başa çıkmak için dış gerçekliğin patolojik kullanımına dair bir örnek sunulmuş olur. Ancak Grubrich-Simitis, metaforik düşünmenin karmaşıklığını da vurgular ve metaforik olmayan düşüncenin de kritik bir rol oynadığını belirtir. Ona göre:
"Bir kelimenin metaforik hale gelebilmesi için öncelikle ‘asıl', yani metaforik olmayan bir anlamı olması gerekir. Bu metaforik olmayan anlam belirgin ve sabit olmalıdır ki, kelimenin çok daha geniş, değişken ve neredeyse sınırsız metaforik potansiyeli açığa çıkabilsin."
Ve devam eder:
"Somutlaştırıcı düşüncede her ikisi de eksiktir: Yalnızca metaforik anlam değil, aynı zamanda ‘asıl' yani metaforik olmayan anlam da mevcut değildir" (Grubrich-Simitis, 1984, s. 15).
Grubrich-Simitis'e göre, travmatik geçmişi yeniden canlandırmaya çalışan hastalar, bu geçmişin aslında ebeveyn kuşağına ait olduğunu inkâr ederken, aynı zamanda olayların gerçekliğini de reddederler. Bu hastalarda, geçmişte yaşanmış bir olayı tümgüçlü bir biçimde güncelleyerek yeniden yaratma arzusu, onların hem tarihsel gerçekleri hem de zamanın yarattığı mesafeyi inkâr etmelerine yol açar. Grubrich-Simitis, daha sonraki bir çalışmasında "Yorum Yerine Gerçeklik Sınaması" (2008) başlığı altında, bazı hastaların kendiliğinden ve doğrudan tarihsel olayların gerçekliğine dair kanıtlarla yüzleşmeye yöneldiklerini ele alır. Bu durum, ruhsal ve dışsal gerçeklik arasındaki etkileşimin karmaşıklığını gözler önüne sererken, Freud'un, kalıtsal (konstitüsyonel) ve tesadüfi (akzidentel) faktörler arasında bir tamamlayıcılık ilişkisi olduğu yönündeki görüşünü destekler. Ancak Grubrich-Simitis şu eklemeyi yapar:
"Bu dizinin uçlarında yer alan aşırı vakaların varlığını inkâr etmek için hiçbir neden yoktur" (Freud, 1905d, s. 142).
Bion
Bilinçdışı süreçlerin psikanalitik çözümlemesine karşı bir direnç biçimi olarak dış gerçekliğin kullanımına dair bazı önemli noktaları inceledikten sonra Bion'un yaklaşımına döndüğümüzde, oldukça anlamlı bir farkla karşılaşırız. Dış gerçekliğin psikanalitik tedaviye karşı bir direnç olarak kullanılması, Freud'un insan davranışını belirleyen kalıtsal (konstitüsyonel) ve tesadüfi (akzidentel) etkenler arasındaki tamamlayıcı dizilim (Ergänzungsreihe) kuramını doğrudan sorgulamaz. Ancak Bion, bizleri, duyuları ve onlara etki eden dünyayı neredeyse küçümseyici bir biçimde ele alan bir görüşle karşı karşıya bırakır. Daha yakından bakıldığında, Bion'un bu değerlendirmesinin aslında Freud'un sözünü ettiği dizinin "uç noktalarına", yani psikoz durumlarına yönelik olduğu anlaşılır. Bu başta açık değildir, çünkü Bion bilinçli olarak, her birinin özgül anlamı ayrı ayrı analiz edilmesi gereken bir dizi yeni kavram geliştirmiştir. Kavramlarının sınırlı geçerliliğini vurgulamak yerine, bunları psikanalizin tamamı için geçerli kurallar gibi sunmuştur. Freud'dan farklı olarak, ki onun sözcük seçimi çağrışımlara çok daha fazla alan tanır, Bion, nesneleştirmeyi (Vergegenständlichung) önlemek amacıyla daha önce yerleşmiş kavramlardan kaçınmıştır. Bion şöyle yazar:
"Benim 'faktör' ve 'fonksiyon' yaratma yöntemim (ve bunların bir gerçekleştirmenin temsilcisi olarak uygunluğu), sırf yaygın olarak doğru eğitim, kavramların özü ve kullanımıyla uyumlu kabul edilen yöntemlerden farklı olduğu için yanlış olmak zorunda değildir; ama bu yöntemim, bana göre tüm düşüncenin psikanalitik deneyim ışığında tabi olması gereken eleştirel sorgulamadan muaf da değildir."
(Bion, 1990, s. 44).
Ne yazık ki bu durum, Bion'un kavramlarının soyut doğası nedeniyle, daha açık ve somut biçimde formüle ettiği bazı klinik çalışmalarına kolayca uygulanamamasına yol açmaktadır. Ayrıca, okuyucularını eleştirel bir bakışa davet etmesine rağmen, gözlemlenebilir olgularla kurduğu mesafeli ilişki, bu bakışı zorlaştırır. Bion bir kuramcıydı ve genellemelere imkân verdiği için soyutlamaları tercih ederdi. Genellikle bir arzu ya da fantezinin dış dünyadaki nesnelerle etkileşim içeren gerçek bir olaya dönüşümünü anlatmak için kullanılan "gerçekleştirme" (Realisierung) kavramını, Bion, Alfa-fonksiyonu gibi kuramsal bir soyutlamanın kısmi biçimde somutlaşması anlamında kullanır:
"Alfa-fonksiyon kavramı ile, bu kavramın uygulandığı kuramda yeterince yaklaştığı hissedilen bir gerçekleştirme arasında ayrım yapmak gerekir. Bu ayrım, söz konusu gerçekleştirmeye, geçici de olsa, ‘Alfa-fonksiyon' adının verilmesini haklı kılar." (Bion, 1990, s. 105).
Bana göre, Bion bu sözleriyle, Alfa-fonksiyon üzerine yaptığı açıklamanın klinik olguların tümüne uygulanabilir olduğunu ve öznel deneyimi, ruhsal işleyiş bilgisiyle birlikte kapsadığını belirtmek ister. Psikotik hastalarda bu bilgi ya hiç oluşmamıştır ya da yıkıma uğramıştır. André Green'in (Bion'a gönderme yaparak) ifade ettiği gibi, bu durum onların "ruhsal üretkenlikten" yoksun olmalarına neden olur. Bu gözlem, Marty'nin psikosomatik hastalıklar üzerine düşüncelerini ve bilinçdışından gelen unsurların ön bilinç düzeyine geçememesini tarif eden düzensiz işleyiş gözlemlerini hatırlatır (Green, 1992, s. 586).
Bion'un dili ve anlatım tarzı, somutluk ve kesin anlamlara karşı duyduğu mesafeyi açıkça gösterir; bu tutum Lacan'ın yazılarında da görülür. Bion, tanımladığı fenomenlerde "şeyin kendisi"ne (Ding-an-sich) dair belirsizliği vurgulamak istemektedir. Böylece beta-elementlere özgü katı somutluktan kaçınır. Üslubuyla, her durumda ve sürekli olarak gerçeğe mümkün olduğunca yaklaşmaya çalışır.
"Duyusal izlenimleri Alfa-elementlere dönüştüren ve böylece ruhsal aygıtı rüya düşüncelerine malzeme sağlayabilecek hale getiren bir Alfa-fonksiyon varsaymak uygundur." (Bion, 1963/64, s. 431).
Bu ifade, duyusal izlenimlere öncelik tanır ve aynı anda onların henüz kullanılamaz olduğunu ima eder. Bu bağlamda Alfa-fonksiyona, duyusal izlenimleri işleme görevi verilmiştir; öte yandan, bireyin dünyayı olduğu gibi kendi varlığına dahil edecek gerekli duyusal alıcılıkla donatıldığı varsayılır. Bu bakış açısı, organizmaya dışarıdan giren "şeyin kendisi" türü izlenimlere yönelik alıcılığın ancak önceki gelişim süreci bu izlenimleri uyaranlar olarak işleyebilecek koşulları sağladığında tanımlandığı daha yaygın psikanalitik kuramlardan ayrılır.
Bu noktada André Green'in şu gözlemi hatırlatıcı olabilir: "Bion, rüya modelini bebek modelinden daha önemli gören tek Klein'cıdır" (Green, 1992, s. 587). Burada, herhangi bir canlılıkla ilişkilenmemiş halde içeri giren duyusal izlenimlerden söz edilir. Buna karşılık Freud'un görüşü, rüya çalışması sürecini başlatanın öncelikle biyolojik gereksinimler olduğu yönündedir; çünkü bu sürecin en önemli işlevlerinden biri, bu dürtüleri duyulara açık hale getirmektir. Freud'un rüya kuramında, rüyanın duyusal yönleri önemli olmakla birlikte, bu süreci tetikleyen unsur daha da önemlidir. Buna karşılık, Bion'un kuramında duyusal izlenimler ilk sıradadır ve Alfa-fonksiyonun çalışması için gereken ham malzeme olarak görülür. Böylece Bion, Freud'un rüya düşünceleri ile duyusal izlenimler arasına koyduğu ilişkiyi tersine çevirir. Bion'un kuramına göre algılar birincil ve somuttur, ama Freud'un yukarıda alıntılanan görüşüne göre dış algıların işlevi, hatıra izleri aracılığıyla içsel bir dürtünün duyusal niteliklerle ifade edilmesini mümkün kılmaktır.
Bion'un duyusal izlenimlere öncelik tanıyan görüşü, Beta-elementlere getirdiği sınırlamaları açıklamaktadır. Onun tanımladığı süreç, genellikle bir psikoz sırasında gözlemlenen bir duruma karşılık gelir: Algı, özneyle hiçbir bağlantı kurmaz ve dış dünyanın bir parçası haline gelir; algılayan kişi ise bu algının anlamını çözmek zorundadır. Bu model, Fransız psikanalist Racamier'nin bir gözlemiyle örtüşür: Gerçeklik, psikotik bireye şiddetle çarpar; ancak bu kişi, onunla baş edebilmek için gerekli olan sürekli benlik duygusuna sahip değildir. Bu nedenle psikotik birey için ortada "fazla" gerçeklik vardır; çünkü bu gerçekliğin kaynağı artık izlenemezdir, kişinin dışında bir yerden gelmektedir (Racamier 1979, s. 285) ve bireyin iç dünyasından farklıdır, hatta iç dünya açısından anlam da taşımayabilir.
Psikozun oluşma koşullarıyla ilgilenen Piera Aulagnier (1975), bozukluğun başlangıcında farklı ve daha yıkıcı bir süreç tanımlar: Duyusal alıcıların uyarıcılarla temasında haz verici bir deneyimin eksikliği. Bu eksiklik, duyusal organların libidinal yatırımlarına yönelik bir saldırıya ve bunların tahrip edilmesine yol açar; bu da hoşnutsuzluk (unlust) kaynağıyla temasın ortadan kalkması anlamına gelir. Bu kuram aynı zamanda otizmin açıklanmasında da kullanılır; çünkü bireyin dış dünyayla olan ilişkilerinin büyük ölçüde kesilmesini ifade eder. Normal gelişimde uyarılan ve izlenimleri organizmanın bütünüyle ilişkilendirme görevine sahip duyusal organlar, bu durumda duyusal izlenimlerle birlikte yok edilir.
Bu süreci en iyi betimleyen ifade belki de şu İncil alıntısıdır:
"Ve eğer gözün seni günaha sokarsa, onu çıkar! Tek gözle Tanrı'nın krallığına girmek, iki gözle cehenneme atılmaktan iyidir." (Markus İncili 9:47).
Bion'un tanımladığı ağır bozuklukların bir başka önemli nedeni olarak "hayal kırıklığına tahammülsüzlüğü" (Frustrationsintoleranz) gösterdiğini biliyoruz. Ancak onun Klein'cı düşünceyle olan bağı, bu meseleye farklı bir açıdan yaklaşmasına yol açar: Bion, gerçekleşmeyen "ön-konseptlerin" (Prä-Konzeptionen) varlığını öne sürer. Bion'a göre her şey, "olmayan meme" (yani bir ön-kavramın karşılığını bulamaması) tarafından tetiklenen hayal kırıklığının, düşünceye dönüşüp bu hayal kırıklığı üzerine düşünmeyi ve buna tahammül etmeyi mümkün kılıp kılmamasına bağlıdır. Eğer bu mümkün değilse ne olur, onu şöyle açıklar:
"Ön-konsept ile olumsuz bir gerçek yaşantının kesişmesiyle oluşması gereken düşünce, kötü bir nesneye dönüşür; kendisiyle şeyin-kendisinden (Ding an sich) ayırt edilemez hale gelir ve artık sadece dışarı atılmaya değer görülür." (Bion 1963/64, s. 428)
Bu türden bir dönüşüm, yani olumsuz bir gerçek deneyimin, dışarı atılacak kötü bir nesneye dönüşmesi, klasik psikanalitik kuramlardan ayrılır; çünkü klasik anlayışta bilinçdışında inkâr (Verneinung) yoktur. Bion ise hiçlikten bir şeyin dönüşümünü varsayar. Buna karşın, Aulagnier'nin yaklaşımında, duyusal organlar içsel ve dışsal uyarıcılarla etkileşim kuramadıkları için bir tür kendini sakatlama (auto-mutilation) süreci söz konusudur ve bu süreç, dış dünyayla teması yok eder.
Bion bu konuda şunları yazar:
"‘Aşırı' tahammülsüzlük muhtemelen ‘gerçekleşmeleri' (Realisierungen) fark etme yetisini de yok eder. ‘Olmayan-şey' (Nicht-Ding) ve onun olası gerçekleşmesi (mevcut olmayan bir nesne), yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır; buna karşın, ‘halüsinasyon' hemen hazır ve mevcut olduğu için tercih edilir […]. Her iki durumda da tepkilerin, birinde tahammülsüzlük, diğerinde doyum, kısa görüşlü bir ‘bakışla' bağlantılı olduğu söylenebilir. Bunun sonucunda, düşünce gelişim özgürlüğü vaat eden bir şey olarak değil, bir kısıtlama olarak algılanır; buna karşın ‘eylem', özgürlük hissi verir gibi görünür." (Bion 2006, s. 25-26).
Bu yaklaşıma göre, eksik olanla ya da bir hayal kırıklığıyla karşılaşma süreci devam eder; bu hayal kırıklığına karşı gelişen savunma, Aulagnier'de olduğu gibi, bu deneyimi bilfiil algılayacak sistemin tümüyle yok olmasına yol açmaz. Aulagnier'ye göre, hayal kırıklığını kayda geçirecek duyusal organlar tamamen yok edilir. Bion'un perspektifi ise bu kadar radikal değildir: Alpha-fonksiyon yardımıyla dönüştürülemeyen Beta-elementler ya parçalanır ya da garip, tuhaf nesnelere (bizarren Objekte) dönüşür.
Bion'un kuramını ve bu kuramın dış gerçeklikle ilişkisini anlamak açısından en önemli nokta, aşırı hayal kırıklığı durumunda dış dünyanın bireyin içine bir "olmayan nesne" olarak girdiğini ortaya koymasıdır. Gerçeklik duygusu, hayal kırıklığıyla başa çıkmaya çalışan ve onu sadece dışarı atılacak bir nesneye dönüştürmeden işleyen alpha-fonksiyona bağlıdır.
Bion'un, bilinçli ya da bilinçdışı düşünme süreçlerine dahil olmayan ve çağrışım zincirleriyle bağlanamayan bir işlev tanımlayarak kurama kattığı özgül kavramlar, dışsal algılardan çok "şeyin kendisi"ne (Ding-an-sich) yaklaşan ögeleri ruhsallık içinde konumlandırır. Bu yönleriyle bu ögeler halüsinasyonlara benzer; çünkü halüsinasyonlar da kişi tarafından görülür ya da işitilir, ama bu deneyim özneyle bir bağlantı kurmaz, yani kişi o halüsinasyonu düşündüğü ya da ürettiği bilincine sahip değildir.
"Fakat halüsinasyonlar temsiller değildir: Onlar, hayal kırıklığına ve arzuya tahammülsüzlükten kaynaklanan şeyin-kendisi'dir. Onların kusuru temsil etme yetersizlikleri değil, var olamama yetersizlikleridir. Bu yüzden ruhsal gerçeklik ile dış gerçeklik arasındaki farkı ele almak zorundayız."
(Bion 2006, s. 27)
Bu nedenle, Beta-elementler tıpkı halüsinasyonlar gibi algıya veya duyusal yaşantılara yaklaşır; ancak bunlar düşünen, algılayan ve hisseden bir öznenin aracılığı olmaksızın ortaya çıkar. Dinamik açıdan bakıldığında, halüsinasyonlar gibi işlev görürler: her ikisi de özne tarafından yaratılmamış bir gerçeklik gibi yaşanır. Ancak Beta-elementler, diğer bilinen işlevlerden farklı olarak parçalanmaya (fragmentasyon) yol açar ve tuhaf, işlenemez nesneler (bizarren Objekte) üretirler.
Bu kavram, sadece somutlukla sınırlı değildir. Daha önce değinilen ve daha "normal" düşünceye benzeyen operasyonel (işlemsel) düşünmeden de farklıdır. Çünkü Beta-elementler de katlanılmaz duygulara karşı bir savunma olarak kullanılabilir ve bazı olağandışı durumlarda, duygular ile öznel yaşantılar anlamlı bir eylemin önüne geçtiğinde devreye girerler.
Daha önce belirtildiği gibi, Bion psikanalitik kurama yeni bir kavram getirir: algının, öznenin öznel etkilerini eleyerek nesneleri oldukları gibi kavrayabileceği düşüncesi. Ancak bu sürece potansiyel bir iyilik hali ya da tersine çevrilebilirlik atfetmez. Freud'un "Abfuhr" (dışa atım) kavramında, bu boşaltım geçicidir; çünkü arzular sonra yeniden belirir. Bion'da ise bunun yerine "Evakuieren" (tahliye/boşaltım) kavramı geçer; bu ise içsel olarak tahrip edici etki yaratır ve Lacan'ın "Verwerfung" (inkar ya da yadsımanın ötesinde, reddetme/geri fırlatma) kavramıyla benzer bir işleve sahiptir. Bu tür boşaltım süreçlerinin ardından geriye sadece ruhsal olarak işlenemeyen "tuhaf nesneler" kalır.
Bion bir noktada şöyle der:
"Nevrotik hasta, davranışındaki nevrotik ögelerin rasyonel olduğunu göstermek ister ve onları rasyonelleştirmek için büyük çaba harcar. Psikotik ise, her davranışın sembolik bir anlam taşıdığını ‘görebilir' ve ögelerin bağlantısının rastlantısal değil, anlamlı olduğunu ve bu anlamın kendisine açık olduğunu hisseder." (Bion 2006, s. 81).
Her ne kadar Bion, Beta-elementlerin kaderinin dışarı atılmak (ausgeschieden) olduğunu söylese de bu süreç gerçekliğin ortadan kalkmasıyla sonuçlanmaz; aksine, "aşırı bir gerçeklik" ortaya çıkar. Böylece düşünme ve hissetme alanına (mind) öyle öğeler girer ki, bunlar psikanalitik literatürde genellikle yalnızca ağır bir patolojinin göstergesi olarak ya da geri döndürülebilir bir "aşırı gerçeklik" hâli olarak (Erreich'in "veridikal algı" [doğrudan, çarpıtmadan algı] veya Grubrich-Simitis'in "metaforik olmayan düşünme" kavramlarında olduğu gibi) tanımlanır. Bu durumlar, kişinin dış dünyayla tamamen örtüşen bir ilişki kurmasının gerekli olduğu acil durumlarla ilgilidir, yani sadece etkili bir eylemde bulunabilmek için dış gerçekliğe tam uyum gerektiğinde ortaya çıkar. Başka bir deyişle, normalde içsel anlam üretim süreçlerine tabi olan ruhsallık, burada doğrudan dışsal gerçeklikle dolup taşar; böylece düşünme kapasitesi tıkanır ve zihinsel dünya, gerçekliğin ağırlığı altında bastırılır. Bu da psikotik yapılanmalarda ya da travmatik durumlarda sıklıkla gözlemlenen bir tablodur.
Öteki Bion
Bion'un Beta-elementler ve onların psikotik organizasyonlardaki aşırı gerçekçilik konumu üzerine düşüncelerini inceledikten sonra, onun düşünce tarzına dair önemli başka bir noktaya geliyoruz. Bu nokta, Bion'un yalnızca bir kuramcı değil, aynı zamanda klinik pratikteki gözlemci bir analist olduğuna dair bir farkındalığı içeriyor. Tam da bu noktada, Alman sosyolog Christian Schneider'in şu gözlemi oldukça yerindedir:
"Bion, psikanalitik söylem için son derece ambivalent bir figürdür: Sistem kurma isteği zaman zaman neredeyse gülünç bulunabilir ama düşüncelerindeki yaratıcılık, özellikle psikanalitik ana akıma aykırı olanlarda, çok çarpıcıdır. Bence ‘tek bir Bion' yoktur. Eserinin çok yönlü yapısı, bir tür ‘sürpriz paketi' gibi sunuluyor: Herkes, kendi bağlamına uygun olanı oradan seçip alabilir. Bu, elbette Bion'un niyetine aykırıdır. Ama yine de onu kelimesi kelimesine sistematik olarak ele almak da bir o kadar yanlıştır. Kendisi, eserinin alımlanması için çok boyutlu bir ‘hakikat' sunuyor.".
Yani Bion'u yalnızca bir sistematik kuramcı olarak değil, çok yönlü bir düşünür ve klinisyen olarak okumak gerekir. Nitekim klinisyen Bion'a döndüğümüzde, Beta-elementlerin ruhsallıktaki yerinin tamamen dışlayıcı olmadığını görürüz. Bion şöyle der:
"Psikotik kişi, duyusal temasın ve bunun getirdiği doygunluğun yok edilmesini isterken; ben, duyusal teması en aza indirmeye çalışıyorum ki ruhsal gerçeklik odak haline gelsin." (2006, s. 81).
Burada Bion'un "minimize etmek" sözcüğünü kullanması dikkat çekicidir. Bu, duyusal temasın bütünüyle dışlanması değil, onun azaltılması gerektiğine işaret eder. Böylece iç ve dış etkenlerin bilinçli deneyim üzerindeki karşılıklı etkilerini daha az kategorik, daha kademeli bir şekilde ele almanın yolu açılmış olur. Önceki açıklamalar, psikotik kişinin dış gerçeklikle yoğun, aşırı doygun bir teması olduğu duruma yönelikti. Ancak Bion başka bağlamlarda duyuların klinik durumdaki rolünün ne ölçüde etkili olduğu konusunu açık bırakır.
"Doygunluk" terimini duyusal algıya dahil etmesiyle Bion, duyusal öğelerin sabit ve mutlak bir biçimde değil, değişken bir nitelikte değerlendirilebileceğini gösterir. Doygunluk, bir algının ne dereceyle "şeyin kendisi" olarak yaşandığını gösterir ve böylece özne ile nesnenin katıldığı bir algı süreci tanımlanabilir.
Son olarak Bion şöyle der:
"Psikanalist de analizand da duyulara bağlıdır, ama psikanalizin ilgilendiği ruhsal nitelikler duyular aracılığıyla değil, Freud'un dediği gibi, duyuların zihinsel karşılığı olan bir işlev yoluyla algılanır, ki Freud bunu bilinçle ilişkilendirmiştir." (2006, s. 37) Bununla birlikte Bion, özellikle de "anı ve arzunun" etkisine karşı uyarıda bulunduğunda, duyulara karşı her zaman temkinlidir. Çünkü ona göre bunlar, haz/elem ilkesine tabidir ve bu nedenle ruhsal gerçeklikten çok, bastırılmış ya da dışarı atılmak istenen gerilimleri yönetmeye hizmet eder.
"Fakat haz ilkesinden gerçeklik ilkesine geçiş, artık hoşnutsuzluk ve haz arasındaki orantılı ilişki üzerindeki kontrolün, kişiliğin dışında kalan güçlere bırakılması anlamına gelir" (Bion 2006, s. 65).
Bu bağlamda Bion, gerçeklik ilkesini genellikle kabul edilen konuma yerleştirir; bu da bir yanda tamamen kişinin iç dünyasında, dış nnbbbbbbgerçeklikte hiçbir karşılığı olmayan bir deneyimin değerlendirilmesiyle, diğer yanda ise bireyden bağımsız olarak var olan ve bir eylem gerektiren bir durumun değerlendirilmesi arasında bir süreklilik yaratır. Buna rağmen Bion, hoşnutsuzluk duygusunu dışa atarak ondan korunma ihtiyacıyla daha yakın bir ilişki kuruyor gibi görünür ki, bu durum, gerçeklik ilkesinin genellikle hoşnutsuzluktan kaçınma ve haz arayışı olarak anlaşıldığı yaygın görüşten ayrılır. Ancak bana göre bu görüş Bion'un yazılarında tamamen ortadan kalkmaz, yalnızca haz ilkesinin baskınlığı ile hoşnutsuzluğun dışa atılması arasındaki yakın ilişki nedeniyle geri planda kalır.
Bion, "kişiliğin dışında yer alan güçlerin" varlığını kabul ederek, gerçeklik ilkesine yaklaşır. Bu ilke, Bion'a göre, alfa-fonksiyonunun görevlendirildiği alandır ve çevrede bir değişim yaratarak tatmin elde etmeyi amaçlayan eylemleri kapsar. Bu bakış açısından, hayal kırıklığıyla başa çıkma yollarında farklı dereceler vardır ve eylem, yalnızca hayal kırıklığıyla baş edememenin bir belirtisi olarak anlaşılmaz; oysa önceki kuramsal bölümlerde eylem, özellikle düşüncenin devre dışı bırakılması ve hoşnutsuzluğun dışarı atılması olarak tanımlanmıştı.
Ancak Bion'un psikanalitik tedavide eylemlere karşı dikkatli olunması gerektiğine dair uyarısı, benim de paylaştığım bir kaygıyı dile getirir: Enactment'lara (eylemli tekrarlar/sahnelemeler) olan artan ilginin, bu durumların sürecin kaçınılmaz bir parçası olarak görülmesiyle birlikte, analiz edilebilir oldukları gerekçesiyle düşünme ve eylem arasındaki ayrımın yeterince ciddiye alınmamasına yol açtığını gözlemledim. Bu ayrım sanki önemsizmiş gibi ele alınıyor, çünkü her ikisi de analiz edilebiliyor. Oysa ben, "Psychic Reality in Context" adlı kitabımda şöyle yazmıştım:
"Psikanalitik literatürde odaklanma büyük ölçüde ruhsal gerçeklik üzerine olduğundan, bu gerçekliğin nasıl tezahür ettiği yeterince ele alınmamaktadır. Bir şeyin gerçekten yaşanmasına izin verilmesi, süreç içinde yer aldığı ve taraflar sahnelemenin anlamını keşfedebildikleri sürece kabul görmektedir. Ancak bu durumda düşünme, artık başlangıçtaki anlayışla fazla bir bağlantı taşımamaktadır; çünkü geçmişte, eyleme geçme ya da tekrarlama yerine hatırlama tercih edilirdi ve eyleme geçmenin çerçeveyi (analitik ortamı) bozabileceği endişesi taşınırdı. Bu kaygı artık geçerli görünmemektedir." (Oliner 2012, s. 58).
Ben, sahnelemelerin psikanalitik sürecin kaçınılmaz bir parçası olarak günümüzdeki algılanışının, önceki anlayışa kıyasla örtük bir biçimde daha fazla gerçeklik ihtiyacını kabul ettiğine dair bir kanaate vardım (Oliner 2012, s. 48). Bu sorunları örneklendirdiğim vakada, hastanın sözlerle eylemler arasındaki büyük farkı hissettiği açıktı. Bu hasta, zaman zaman bana karşı sözlü ve düşmanca patlamalarıyla oldukça iyi bir şekilde başa çıkıyordu ve bunları analizde bir ilerleme olarak görüyordu. Fakat kendisinin yalnızca basit bir karşı gelme davranışı olarak değerlendirdiği bir eylem – paltosunu odaya getirmiş ve ben de ona bu paltoyu kanepenin üstüne fırlatmasının ne anlama geldiğini sormuştum – bir rüyaya yol açtı. Bu rüyada, bana ve yaşadığım binaya gerçekten bir şey olmuş olabileceğinden endişe ediyordu. Bu rüya, rüyada anlatılan yıkım gerçek bir tarihsel olaymış gibi hastanın zihninde canlı kalmaya devam etti. Onun durumunda bu eylem, yıkma arzusunun bir gerçekleşmesiydi. Bu eylemin onun zihninde ciddi sonuçları olmuştu ve sözlü patlamaları gibi kolayca bir kenara itilememişti (Oliner 2012, s. 54 vd.). Bu bağlamda, hastanın tepkisinin yoğunluğu, Bion'un eylemin özel bir statüsü olduğuna dair görüşüne bir örnekti.
Sonuç
Bion, bazı yazılarında öyle görünüyor olsa da duyuların ve dış gerçekliğin rolüne sanıldığı kadar mesafeli değildi. Frustrasyonun (engellenmenin) etkilerine ve "kişiliğin dışından gelen güçlere" duyduğu öncelikli ilgi, frustrasyon deneyiminin ortadan kaldırılmak zorunda kaldığında ne tür sorunların ortaya çıktığını vurguluyordu. Frustrasyonun doğurması beklenen boşluğun (bir tür içsel alanın) yerine Beta-Elementler geçer. Bunlar, psişik (ruhsal) niteliklerden yoksun, şeyin-kendisi olan öğelerdir; bu yüzden dışarı atılabilirler ya da parçalanabilirler. Bu düşünceler Bion'u, ruhsal gerçekliğin dışından gelen öğeleri de içine alan bir psikanalitik yaklaşıma karşı temkinli ve ihtiyatlı bir tutuma yöneltti. Bu ihtiyat, değerli bir ideali koruma arzusundan kaynaklanır. Ancak özellikle psikozlarla ilgili teorilerin gelişimi onu ilgilendirdiğinden, onun bu odaklanmasını, konuya daha az aşina olanlar kendi süperego'ları (üst-benlikleri) hâline getirmemelidir.