RUHSAL ENERJİ VE SAVUNMA MEKANİZMALARI

RUHSAL ENERJİ VE SAVUNMA MEKANİZMALARI

Yazar: SEYMOUR L. LUSTMAN, NEW HAVEN

Çev: Suzan Uğur Girginer

Özet: Yenidoğanların işlevlerine dair gözlemler, ilkel bir benliğin varlığını düşündürmektedir; bu benliğin basit algılayıcı işlevi, halihazırda mevcut olan ruhsal enerjinin varlığına bağlıdır. Bu enerjinin hareketli doğası, onun gereksinim duyulan yere, özellikle haz-kaygı (ya da haz-hoşnutsuzluk) sürekliliğinin iki uç noktasına, bütünüyle yönlendirilebilmesini sağlar. Bu bağlamda, içsel bir uyarım dışsal uyarımlara kıyasla önceliklidir. Tüm dışsal uyaranların çekilmesiyle birlikte ruhsal enerjinin bütünüyle içsel süreçler tarafından kullanılması, doğuştan gelen bir algılamama savunma mekanizması oluşturur; bu mekanizma yaşam boyunca çeşitli biçimlerde gözlenebilir. Yenidoğanın ruhsal enerjisi, libido ya da saldırgan dürtülerden türemiş görünmemektedir; bunun yerine nötr bir yapıdadır. Bu enerji, henüz benlik ile alt-benliğin (Ich–Es) birbirinden ayrılmadığı dürtüsel gelişimin farklılaşmamış bir evresine paralel olarak değerlendirilebilir.

Bu çalışma, psikanalitik kuramın günümüzde karşı karşıya olduğu üç temel sorunla, nötralize edilmiş ruhsal enerjinin niceliği (1) ve kaynakları (2) sorunu ile temel savunma mekanizmalarına (3) ilişkin sorunla ilgilenmektedir. Amaç, bu konudaki güncel tartışmalara doğrudan müdahil olmak değil; daha ziyade yenidoğanlar ve bebekler üzerinde yapılan gözlemler ve deneysel çalışmalar temelinde bazı varsayımlar ortaya koymaktır. Ancak, bu çalışmanın dayandığı bazı kuramsal kabullerin baştan belirtilmesi gerekmektedir.

Bu varsayımlardan ilki, benliğin (Ich), psikanalitik kuramda işlev temelli bir ruhsal süreç olarak kavramsallaştırıldığıdır. Freud (1923), benliği "alt-benliğin (Es) özellikle farklılaşmış bir parçası" olarak tanımlar; fakat bu tanım çoğu zaman doğrudan olgun benliği çağrıştırır. Freud'un doğuştan gelen benlik faktörlerinin varlığını kabul etmesinden sonra, Hartmann (1939), çatışmasız bir benlik alanı (Ichsphäre) kavramını ortaya koyarak benliğin yapısına dair daha net fikirler geliştirmiştir. Bu kapsamda, "algı, istem, nesne kavrayışı, düşünce, dil, tekrar fenomenleri ve üretim gibi işlevlerin çatışmasız gelişimi" ile birlikte motor işlevler de yer alır. Hartmann, organizma ile çevresi arasında var olan bir uyum durumu'nun, aktif bir uyum sürecinden ayrıştırılabileceğini öne sürer.

İnsanlarda, alt türlerin aksine, uyum ve hayatta kalma içgüdüsel davranışlarla değil, benlik tarafından sağlanır. Bu da yenidoğanda ilksel (rudimenter) bir benlik kavramına götürür. Bu benlik, "farklılaşmamış bir evre"den (Hartmann, Kris ve Loewenstein 1946) gelişir. Rapaport'un (1951) özetlemesiyle ifade edecek olursak: "Benlik ve alt-benlik, gelişim ve olgunlaşma süreci boyunca hem birincil uyumu hem de aktif uyum sürecini garanti eden benlik aygıtlarını içeren ortak bir matristen farklılaşır.".

Daha önceki bir çalışmamda (1956), üç günlük bir bebekte gözlemlenebilir algı işlevleriyle birlikte ilksel bir benliğin (rudimentäres Ich) varlığını gösterebildim. Bu özerk biçimde işleyen donanım, doğuştan gelen ve benliğin öncüllerinden biri olarak tanımlanmıştı; yenidoğanın, bireyler arası ve birey içi farkları ayırt etme açısından dikkate değer bir ayrım yetisine sahip olduğu görülmüştü. Bu bulgular, benliğin gelişiminin farklılaşmamış bir evresinde, çatışmasız bir alanda işlev gören doğuştan gelen benlik aygıtlarının zaten çalışır halde bulunduğu yönündeki kuramsal varsayımı desteklemektedir. Bu durumun hem özerk benlik işlevlerinin hem de çatışmalara dahil olan benlik işlevlerinin sonraki gelişimi açısından sonuçları çıkarılmıştır. Yenidoğanda böyle bir ilksel benliğin varlığı, bu çalışmanın dayandığı temel varsayımlardan biridir.

İkinci temel kavramsal çıkış noktası, benlik ister olgun ister ilksel olsun, işlev görebilmesi için enerjiye ihtiyaç duymasıdır. Hartmann, Jacobson ve Kris tarafından da gündeme getirilen bu enerji kaynaklarının neler olduğu, aşağıda ayrıntılı biçimde ele alınacaktır.

Üçüncü temel varsayım ise, günümüzde benlik psikolojisinde benlik işlevleri olarak tanımlanan savunma mekanizmalarıyla ilgilidir. Bu işlevlerin de etkili olabilmesi için ruhsal enerjiye gereksinimleri vardır.

Temel varsayımlarımı şöyle özetleyebilirim: En geç yaşamın üçüncü gününden itibaren, algıları ayırt edebilen ve buna uygun şekilde işleyen doğuştan gelen, özerk aygıtlarla donatılmış ve onlara bağımlı bir ilksel ya da ilksel benlik söz konusudur. Bu benliğin işliyor olması, bu aygıtların halihazırda ruhsal enerjiyle donatıldığını ima eder. Hartmann'ı (1955) izleyerek, "tüm benlik işlevlerinin cinsellikten arınmış ya da yüceltilmiş (nötralize edilmiş) enerjiyle beslendiği" varsayılabilir. Bu düşünce Freud tarafından dile getirilmiş, ancak daha sonra genişletilmiştir. Günümüzde nötralizasyon hem libidinal hem de saldırgan dürtülerin özgün doğrudan dürtüsel karakterlerinin dönüştürülmesi anlamına gelir (Hartmann 1955) ve salt dürtüsel biçimden tamamen nötralize edilmiş yapıya uzanan dereceli bir süreklilik biçiminde düşünülmektedir (Hartmann, 1950; Kris, 1955; Rapaport, 1950a).

Bu bağlamda şu soru gündeme gelir: Bu nötral ruhsal enerjinin kaynağı nedir? Kendisinin dürtüsel bir niteliği var mıdır, yoksa yok mudur? Ve eğer bu enerji gerçekten dürtü kaynaklarından geliyorsa, o zaman yenidoğanda bu enerjinin niteliği, olgun benlikte olduğundan çok, özgün (libidinal ya da saldırgan) dürtü kaynağına daha yakın olmalıdır.

Şimdi, devamında tartışacağımız sorular açısından önemli olduğu için kısaca Haz-Hoşnutsuzluk Sürekliliği'ne değinmek istiyorum. Gözlemlere ve deneysel verilere dayanarak, yeni doğan açısından aktif bir şekilde emzirilmenin bu ölçeğin haz tarafına yakın bir yerde konumlandığı söylenebilir. Klasik ilk yaklaşıma göre Haz-Hoşnutsuzluk Sürekliliği, ruhsal enerjinin boşaltılması ya da birikmesi bakımından doğrudan gerilimle ilişkilendirilmişti. Jacobson (1953), Freud'un ritim ve zaman dizisine ilişkin daha sonraki düşüncelerini geliştirerek, duygusal algıyı artık yalnızca gerilime ya da gerilim boşalmasına değil, "boşaltılan hareketli ruhsal enerjinin akışına, gerilim düzeylerindeki değişimlere veya uyarılma derecesine" bağlamıştır. Bu bakış açısıyla, emzirilme deneyiminin huzursuz, açlık içindeki halden doyum ve rahatlama haline geçişi, doyumun uç biçimi için temel model olarak korunabilir.

Haz-Hoşnutsuzluk Sürekliliği'nin öteki ucu daha karmaşık bir sorundur. Mantıken bu uca emzirilmemiş olma (yani doyumun olmaması) denk gelir. Ancak böyle bir mahrumiyetin yoğunluğunu ya da derecesini belirlemek deneysel olarak güç olduğu kadar etik açıdan da sakıncalıdır. Bu nedenle çalışmamızda spektrumun diğer ucu olarak aşırı kolik (gaz sancısı) ağrısını ele alacağız.

Artık gözlemlerimize, yani yeni doğan ve bebekler üzerine yapılan çalışmalara dönebiliriz. Elimizdeki materyalin büyük bir kısmı, daha önce psikosomatik hastalıklarla bağlantılı olarak yayımlanmıştır (1953, 1955, 1956); bu veriler, gözlemlerimize dahil edilmiştir. Amacımız doğrultusunda, yeni doğanda işitmenin emzirilme durumu ile bağlantılı olarak incelendiği araştırmalardan birine kısaca değinmek yararlı olacaktır.

Richmond, Grossman ve Lustman (1953), 46 bebek üzerinde toplam 292 gözlem gerçekleştirmiştir. Bu bebeklerin 39'u tam süreli doğmuş ve doğumdan itibaren yarım saat ila sekiz gün arasında bir yaşa sahipti. Yedi bebek ise bir ila 15 günlük prematüre doğumlardı. Çocuklar şu test koşulları altında işitsel bir teste tabi tutulmuşlardı: (1) hafif uyku, (2) derin uyku, (3) uyanıklık, (4) emzirilme sırasında. Ek olarak, (5) ilk dört koşul altında hiçbir tepki göstermemiş bebeklerden oluşan bir "uyarı sonrası" (poststimülasyon) grubu oluşturulmuştu. Her bir bebek, başından 33 cm uzaklıkta bir çan sesiyle ortalama üç kez uyarılmıştı. İki gözlemci, göz kırpma veya irkilme tepkilerini (ya da her ikisini) işitmenin göstergesi olarak değerlendirmişti. Ayrıntılar için okuyucu özgün metne yönlendirilmiştir. Bizim açımızdan yalnızca ilgili sonuçları ele almamız yeterlidir.

Bu deney dizisinde yer alan 46 bebeğin tamamı, göz kırpma ve/veya irkilme refleksi şeklinde işitme belirtileri göstermiştir. Yani tüm çocuklar işitebilecek durumdaydı; ancak farklı test koşulları arasında belirgin farklar gözlemlenmiştir. Emzirilme, işitme testi için en elverişsiz koşul olarak öne çıkmıştır. Bu durumda yalnızca %17 oranında pozitif tepki alınmıştır. Bu oran, hafif uyku durumundaki %91'lik pozitif tepkilerle açık bir tezat oluşturur. Ayrıca, irkilme refleksinin hiç üretilmediği tek durumun emzirilme anı olması dikkat çekicidir. Diğer tüm koşullar altında çocuklar sese tepki göstermiş ve çoğu bir irkilme refleksi göstermiştir. Yani, emzirilme sırasında, işitebilme kapasitesine sahip birçok bebek ses uyaranını ya algılamamış ya da bu uyarana tepki verememiştir.

Deneysel bulgularımıza ek olarak, emzirilmenin benlik (Ich) işlevleriyle olan ilişkisine dair başka gözlemler de bulunmaktadır. Örneğin Wolowik (1927), emzirme sırasında iki aylık bir bebeği ağlatmak için, diğer durumlara kıyasla üç kat daha güçlü bir elektriksel uyarım gerektiğini göstermiştir. Jensen (1932) ve diğerleri ise, genel motor aktivite ile emme eylemi arasında ters orantılı bir ilişki olduğunu ortaya koymuştur. Bu noktada, emmenin yalnızca refleksif bir davranış olmadığını da belirtmek gerekir. Örneğin, tuzlu çözeltiler veya süt sıcaklığının kritik seviyelerde olması gibi durumlarda emme tepkisinin azaldığı veya tamamen durduğu gözlemlenmiştir; bu da ayırt edici algıların işin içinde olduğunu düşündürmektedir.

Sürekliliğin diğer ucuna, yani yoğun keyifsizlik haline dair değerlendirmeler açısından kullanılabilir veri sayısı azdır, ancak ağrılı uyaranlarla ilgili birçok çalışma mevcuttur. Şiddetli kolik sancısı yaşayan bir bebek, hoşnutsuzluk spektrumunun uç noktasına oldukça yaklaşmış görünmektedir. Gözlemlerime göre, emziğin verilmesi, ki bu normalde bebek için en haz verici uyaranlardan biridir, büyük acı anlarında fark edilmemektedir. Gerçekten de bu tür şiddetli keyifsizlik durumlarında her türlü olumlu, haz verici uyaran fark edilmez; bebek sıklıkla tükenene kadar ağlamaya devam eder. Büyük hoşnutsuzluk anlarında bebek, emzirme anında süt memeyi nasıl fark etmiyorsa, aynı şekilde zil sesini ya da elektriksel uyarımı da algılamaz. Ancak haz-hoşnutsuzluk yelpazesinin bu kadar uçta olmayan koşulları altında aynı bebekler bu tür uyaranları açıkça algılayabilir.

Bu verilerden çıkardığım sonuçlar, yukarıda ele alınan psikanalitik varsayımlara dayanmaktadır. Akustik, dokunsal ya da elektriksel uyaranların algılanması ve bu algının çeşitli tepkilerle ifade edilmesi, ilkel bir ilksel benliğin (Ich) işlevinin kanıtı olarak değerlendirilebilir. Yukarıda açıklandığı üzere, bu işlev algının çatışmasız alanına aittir. Bu ilkel ama kuşkusuz mevcut olan algının gerçekleşmesi, benliğin doğuştan gelen benlik-aygıtları aracılığıyla bu işlevi yerine getirebilmesi için enerjiye sahip olduğunu gösterir. Yenidoğanın algı işlevlerinin dışavurumları üzerinde istemli veya bilinçli bir kontrolü olmadığı (yani yalnızca göz kırpma, irkilme ve benzeri otonom organizma tepkileri gibi refleks benzeri yanıtlar verebildiği) dikkate alındığında, aynı çocuğun farklı koşullar altında bu tür tepkileri göstermesinin ya da göstermemesinin anlamı önem kazanır.

Yani elimizde şu gerçek var: Bebekler ve yenidoğanlar, başka koşullar altında işitsel, dokunsal ve elektriksel uyaranlara karşı farklılaşmış tepkiler verebilirken (bu da benlik işlevinin bir kanıtıdır), haz-hoşnutsuzluk skalasının iki uç noktasında bu tepkileri göstermezler. Bu da bizi şu ilk sonuca götürür: Yenidoğan, bu anlarda ya uyaranı algılamamakta ya da ona tepki vermemektedir; çünkü o andaki benlik, dışa dönük algı aygıtlarını kullanabilecek yeterli enerjiye sahip değildir. Bu durum aşağıda daha ayrıntılı olarak tartışılacaktır.

İkinci bir sonuca daha varabiliriz: Herhangi bir anda, benliğin kullanımına sunulan hareketli enerjinin toplam miktarı, bu enerjinin nasıl dağıldığından bağımsız olarak sabittir. Freud'un bu varsayımı çeşitli şekillerde dolaylı olarak formüle ettiği görülmektedir. Buna bağlı olarak mutlak enerji miktarının sabit olduğu varsayılabilir ki bu, benliğin dürtü enerjisinin nötralizasyonu yoluyla güçlendiği fikrine içkin olan bir kavramdır. Görünüşe göre Freud'un enerjisel düşüncesi bazı noktalarda termodinamiğin enerji yasalarına dayanmaktadır. Sabit bir enerji miktarı varsayımı en açık biçimde Ives Hendrick (1944) tarafından dile getirilmiştir; o, hareketli ruhsal enerjiye dair kavramların "termodinamiğin sabit ve yok edilemez enerji varsayımıyla yakın paralellik taşıdığını" belirtmiştir. Benliğin işlevlerine dair bu tür kavramsallaştırmalar, serbestçe hareket eden sabit enerji miktarı fikrini uzun zamandır çok değerli bir klinik araç hâline getirmiştir. Bu sayede, tedavi sürecinde enerji yatırımlarındaki değişimler üzerinden benliğin güçlenme ve zayıflama dalgalanmaları anlaşılabilir hâle gelmektedir.

Bu noktada, günümüzde tartışılan biyolojik sistemlerin doğasına dair kavramları, özellikle "açık" ya da "kapalı" sistem tanımlarını hatırlamamız gerekir. İnsan organizmasının bir "açık sistem" olduğu sıkça vurgulanmıştır; ancak entropi, açık sistem, negatif entropi ya da iletişim kuramı gibi kavramların ruhsal süreçlere uygulanabilirliği henüz açıklığa kavuşmamıştır. Rapaport (1950a, 1951b), fizik biliminin giderek artan biçimde biyolojik sorulara yönelmesinin bu alandaki sorunları daha da karmaşıklaştırdığını belirtmiş ve biyolojik süreçlerin fiziksel süreçlerden, zamansal ve tarihsel bağlamlara bağlı olmaları nedeniyle ayrıldığını, dolayısıyla fizik biliminin alışılmış yöntemleriyle ele alınamayacaklarını vurgulamıştır.

Ben burada sabit ya da sınırlı enerji miktarlarından söz ederken, bir termodinamik ilkeye değil, belirli bir âna gönderme yapıyorum. Özellikle yenidoğanda bu tür sınırlamaların daha belirgin olduğunu görebiliriz; çünkü yenidoğan, ruhsal enerjiyi nötralize etme ve harekete geçirme açısından erişkinin sahip olduğu kaynaklara ve aygıtlara sahip değildir. Ancak erişkinde bile ruhsal enerji sınırsız değildir; miktar ândan âna değişebilir olsa da belirli bir anda mevcut olan enerji miktarı sabittir ve sınırlıdır.

Bu anlayışla, yukarıda sözü edilen bebeklerdeki uyaranlara verilen yanıtların dalgalanmasını şu varsayımla açıklamaya çalışıyoruz: Aşırı haz ya da aşırı hoşnutsuzluk anlarında, mevcut ruhsal enerjinin tamamı ya da neredeyse tamamı harekete geçirilmiş ve o anda etkin olan benlik aygıtlarına yatırılmıştır. Enerji rezervi sınırlı olduğundan, diğer benlik işlevleri devre dışı kalır ya da belirgin biçimde kısıtlanır. Yukarıdaki örneklerde açıkça görülmektedir ki dışsal uyaranlara yönelik benlik işlevleri, içsel uyaranlara ait olanların gerisinde kalır.

Bu gözlemler, Freud'un beyin kabuğunun (korteksin) içten ve dıştan gelen uyaranlara karşı duyarlılığına ilişkin görüşleriyle de örtüşmektedir. Freud, yalnızca dıştan gelen uyarılara karşı savunma önlemleri geliştirilebileceğini öne sürmüş, bu görüş daha sonra Anna Freud (1936) tarafından değişikliğe uğratılmıştır. Ne var ki Freud (1920), düşüncesine şu şekilde devam eder: "Dıştan gelen uyarılara karşı bir uyarı koruması vardır; gelen uyarım ancak küçültülmüş bir ölçekte etkili olur. Oysa içe yönelik uyarılarda böyle bir koruma yoktur, derin katmanlardan gelen uyarımlar doğrudan ve azaltılmadan sistemin işleyişine katılır, öyle ki onların işleyişinin bazı özellikleri haz-hoşnutsuzluk duyumlarının zincirini oluşturur. Elbette, içten gelen uyarımlar yoğunlukları ve diğer niteliksel özellikleri (örneğin genlikleri) bakımından sistemin işleyişine, dış dünyadan gelen uyaranlara kıyasla daha uygun olabilir. Ancak bu koşullar iki temel sonucu belirler: Birincisi, haz ve hoşnutsuzluk duyumlarının, iç sistemdeki süreçlerin bir göstergesi olarak, dışsal uyarılara göre öncelikli olmasıdır...". Freud bunu yansıtma (projeksiyon) mekanizmasıyla ilişkilendirir; dışa yansıtma, daha etkili bir korunma sağlar.

Hipotezlerimi şu şekilde genişletmek istiyorum: İçsel dürtülerin algılanması bir benlik işlevi olarak anlaşılmalıdır ve bu işlev, dışsal algının önüne geçmeye çalışır. Bu nedenle benlik, haz-hoşnutsuzluk sürekliliğinin uç noktalarında olduğu gibi, içsel uyarım çok yoğunlaştığında, tüm enerjisini öncelikle bu içsel algı eylemlerine ve bu dürtülerle başa çıkma çabasına yatıracaktır. Bu durumda dışsal algıya yönelmiş olan benlik aygıtları enerji alamaz hâle gelir; yani ya tamamen ya da göreli olarak işlevsiz kalırlar. Freud'un (1916) bu yönde bir işareti vardır: "Ruhsal süreçlerin metapsikolojik koşulları hakkında çok az bilgi sahibi olduğumuz için, belki de bu olgudan şu çıkarımı yapabiliriz: Bir sistemin tamamen boşalması, onu uyarılara karşı duyarsız hâle getirir."

Şimdi bu, kabul etmek gerekir ki oldukça varsayımsal olan çıkarımların savunma mekanizmaları sorununa uygulanmasına geçmek istiyorum. Yeniden şu temel varsayımdan yola çıkıyoruz: Savunma mekanizmaları benlik işlevleridir ve bu nedenle belirli bir enerji miktarına ortak olurlar. Yukarıda da belirttiğim gibi, Freud organizmanın kendini koruma yetisine sahip olduğunu savunuyordu. Freud'un bu savunmaya verdiği önemi şu alıntı açıkça ortaya koyar (1920): "Canlı organizma için uyarıma karşı koruma, uyarının kendisinden neredeyse daha önemli bir görevdir; organizma bunun için özel bir enerji rezerviyle donatılmıştır ve öncelikle kendi içinde işleyen özel enerji dönüşüm biçimlerini, dış dünyadaki büyük enerji kuvvetlerinin eşitleyici yani yıkıcı etkisinden korumaya çalışmalıdır."

Yenidoğanla ilgili olarak Anna Freud (1936) şöyle der: "… benlik yalnızca içten gelen hoşnutsuzluğa karşı kendini savunmaz. Tehlikeli içsel dürtü uyaranlarını tanımaya başladığı erken dönemde, dış dünyadan gelen hoşnutsuzlukla da tanışır." (s. 55). Aynı zamanda, temel savunma mekanizmaları ya da bu tür savunmaların öncülleri hakkında çok az şey bilindiğini de vurgulamıştır. Bu konuda bir işaret, Freud'un şu gözleminde bulunabilir (1926): "Ruhsal aygıt, benlik ile alt-benlik ayrımının belirginleşmesinden ve üst-benliğin oluşmasından önce, belki de savunma için farklı yöntemler kullanıyordur." (s. 197).

Şimdi yukarıda tanımladığım deneyler ve onlardan çıkardığım sonuçların bu ilk temel savunma mekanizmalarını içerdiğini düşündüğüm yönündeki düşüncelerimi sürdürmek istiyorum. Savunma, Ben işlevlerine sunulan enerjinin hareketli olduğu ve her an için miktarının sabit olduğu temel olgusundan oluşur. Bu iki etmenin etkileşimini, algılamama savunma mekanizması (imperceptivity) olarak adlandırmayı öneriyorum. Aynı kaynağa bağlı hareketli, ancak nicel olarak sınırlı enerjiden beslenen bir dizi Ben aygıtı arasında, bu toplam enerjinin bir ya da birkaç aygıta yönelmesi, diğerlerini enerji eksikliği nedeniyle işlevsiz kılar. Böylece, dış dünyaya yönelik algılama aygıtları işlevsiz kaldığı için yeni doğan, algılama yetisini yitirir; çünkü tüm ruhsal enerji, iç algı ve denetimle ilgili aygıtlarda tüketilmektedir. Burada doğuştan gelen bir düzenleyici ya da kontrol mekanizması görmek mümkün olabilir; bu mekanizma yalnızca daha küçük enerji miktarlarının daha iyi kullanılmasını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda aşırı yüklenmeye karşı da bir koruma sağlar. Buradaki "aşırı yüklenme", Freud'un (1920) dışarıdan gelen "çok büyük, dışsal enerjilerin" yarattığı tehlikeden söz ederken kastettiği anlamda kullanılmıştır. Özellikle kriz anlarında ister hoşnutluk/haz verici ister bunun tam tersi olsun, aşırı yüklenme anının önemi artar.

Fenichel (1945), biraz farklı işleyişe sahip benzer bir savunma mekanizmasının varlığını öne sürer. Bu mekanizma, "algı ve bellek sistemlerinin ve daha farklılaşmış bir bilincin oluşumundan sonra harekete geçer. Bu noktada organizma, çok kuvvetli uyarı akımlarına karşı kendisini koruyabilmek için algı işlevini tekrar kapatabilir. Yeni oluşmuş Ben, Alt Benliğe geri çekilebilir."

Algılamama mekanizmasının işlevini yaşam boyunca, az ya da çok büyük ölçüde sürdürmesi mümkündür. Bu bağlamda, "anaklitik depresyon" yaşayan çocuklara da dikkat çekmek istiyorum. Burada Spitz ve Wolf'un klasik tanımını aktarmak uygun olur (1946):

"Birinci yaşam yılının ikinci yarısında, bu çocuklardan bazıları, önceki neşeli ve dışa dönük davranışlarının tam tersine, belirgin bir hüzün hali sergilemeye başladılar. Bir süre sonra bu çocuklar içlerine kapandılar, yataklarında yüzleri dönük şekilde yatıyor, çevrelerindeki yaşama katılmayı reddediyorlardı. Bu çocuklara yaklaşan kişi görmezden geliniyordu. Bazı çocuklar yaklaşanı arayan bir yüz ifadesiyle izliyor, ancak kişi ısrarla temas kurmaya devam ettiğinde yeniden hüzün ve bazen de ağlama ortaya çıkıyordu. Bu davranış örüntüsü üç ay kadar devam eder. Daha sonra hüzün azalır ve bu davranışı yeniden görmek için çocukları daha fazla uyarmak gerekir. Bunun yerine, yüz ifadesinde donmuş bir katılık ortaya çıkar. Çocuklar, açık ve ifadesiz gözlerle, donmuş, hareketsiz bir yüzle ve yokluğa bürünmüş bir ifadeyle öylece oturur ya da yatarlar ve görünüşe göre çevrelerinde olan biteni algılamazlar. Bu davranış bazı durumlarda oral, anal ya da genital otoerotik faaliyetlerle birlikte görülür. Bu evreye bir kez ulaşmış çocuklarla yeniden temas kurmak giderek zorlaşır ve nihayetinde imkânsız hale gelir. En çok ağlama ile bir yanıt alınabilir.".

Spitz ve Wolf, bu sendromun "yalnızca yaşamlarının ilk yılında, sevgi nesnelerinden uzun süreli yoksun kalan çocuklarda ortaya çıktığını" saptadılar; yani henüz olgunlaşmamış, gelişmekte olan bir Ben'in söz konusu olduğu bir dönemde. Benim izlenimim şu: Burada hastalığının ilk evresinde içsel olarak ezici bir hoşnutsuzlukla başa çıkmaya çaresizce çalışan çocuğun klasik örneğiyle karşı karşıyayız. Benim görüşüme göre, bu çocuğun olgunlaşmamış savunma mekanizmaları, artan içsel hoşnutsuzluğa karşı yeterli olmadıkça ve sınırlı ruhsal enerjinin gitgide daha fazlası bu mücadeleye yatırıldıkça, sonunda neredeyse tüm güçler tükeninceye dek, yukarıda gösterildiği gibi, algı işlevi çöker; yani çocuk çevresini artık algılamaz. Üstelik yalnızca algı aygıtlarını değil, aynı zamanda dışavurum, düşünme, dil ve motor aygıtların da bu sürece dahil olduğunu görürüz.

Olgun ya da erişkin Ben'in çok daha büyük miktarda enerjiye ve iyi işleyen birçok savunma mekanizmasına sahip olması dolayısıyla, yukarıda tanımladığım erken savunma mekanizmalarının işlemesi için gerekli olan savunma önlemleri yalnızca büyük bir hoşnutluk ya da hoşnutsuzluk hissi yaratabilecek olağanüstü ya da kriz durumlarında gözlemlenebilir. Olgun Ben'in karmaşıklığı ve içindeki libidinal ve saldırgan enerjilerle haz-hoşnutsuzluk duygularının karışımı nedeniyle, bu tür niceliksel varsayımların doğrudan uygulanması konusunda ihtiyatlı olmak gerekir.

Sessiz ve karanlık bir odada huzurla dinlenen bir migren hastasının durumunda bu faktör rahatlatıcı bir işlev görebilir. Coitus (cinsel birleşme) sırasında dış uyaranlara karşı duyarsızlık örneği de buna dahildir.

Bu hipotezi savunma mekanizmaları açısından ele alırsak, onun, örneğin bir duygusal felaket anında yaşanan psikolojik bir şoku ya da savaşın ortasında alınan ciddi bir yaralanmanın fark edilmemesini daha anlaşılır kılabileceğini düşünüyorum. Daha hafif durumlarda ise, bu savunma mekanizması, müziksever birinin, kulağı aracılığıyla gelen içsel haz dolu uyarım nedeniyle, oturduğu sert sandalyeyi ya da "uyuşmuş ayağını" fark etmemesini açıklayabilir. Bu mekanizmanın, bir duyu kaybı sonrası diğer bir duyunun telafi edici şekilde daha güçlü gelişmesini sağlayan sürece de katkıda bulunması mümkündür; örneğin körlük durumunda olduğu gibi.

Burada tarif ettiğim algılamama (imperceptivity) savunma mekanizması, özellikle dıştan gelen nahoş bir uyarımın yadsınması biçimindeki klasik anlamda inkârdan açıkça ayırt edilmelidir. Çünkü diğer tüm savunma mekanizmalarının işlemesi için enerji gerekirken, algılamamayla savunmada mesele, enerji bulunmamasıdır. Ayrıca bu mekanizma, dışlanan uyarımın haz verici olup olmamasından bağımsız olarak işler. Yukarıdaki sonuçların ve düşüncelerin, belirli sınırlarda, dürtü kuramına da uygulanabileceği görüşündeyim. Ancak şunu da açıkça ifade etmek isterim ki, bu düşünceler tartışmalı ölüm dürtüsü kuramıyla ilgili değildir. Sadece yeni doğan dönemine ve Freud'un (1922) şu tespitine dayanmaktadır: "Her iki dürtü türü, Eros ve ölüm dürtüsü, yaşamın ilk ortaya çıkışından itibaren etkili olur ve birbirine karşı çalışır.".

Teorik temel sorun, bu enerjinin kaynakları ve onun benlik (Ich) için kullanılabilir hâle gelmesini sağlayan süreçle ilgilidir. Freud, Hartmann, Kris ve Rapaport, dürtü enerjisinin benliğe uygun bir biçimde nötralize edilerek ruhsal enerjiye dönüşmesinin süreğen bir süreç olduğunu varsayarlar. Rapaport (1956) bunu şöyle açıklar:

"Hartmann, Freud'un 1923 yılında tarif ettiği süreçte, nesne kayıplarının ardından, nesnelerin örneğine göre, benlikte inşa edilen yapılarla ortaya çıkan özdeşleşmelerin, alt-benlikten (Es) gelen enerjiyle donatıldığını ve bu yolla benliğin hizmetine sunulduğunu göstermiştir."

Hartmann (1950, 1954), tüm süblimasyonların ve cinsellikten arındırma süreçlerinin bu modele göre işlediğini ileri sürer ve bu varsayımı saldırgan dürtülerden gelen enerjinin nötralizasyonuna da genişletir. Hartmann (1955), nötralizasyon sürecinin çok erken başladığını kabul etse de bu mekanizmanın üç günlük bir yenidoğanda işlerlik kazanmış olabileceği pek olası görünmemektedir.

Hartmann (1955), nötralize olmuş enerjinin kaynağının yalnızca dürtü enerjisi olmak zorunda olmadığını açıkça belirtmiştir. Süblimasyon üzerine yazdığı bir çalışmasında şunları söyler:

"Şimdiye kadar yalnızca ima ettiğim bir konu hakkında birkaç söz etmek istiyorum: nötralize olmuş enerjinin, dürtülerden kaynaklanmayan başka kaynaklarının da olması mümkündür. Freud'a göre, ruhsal aygıtta etkin olan enerjinin büyük kısmı dürtülerden türemektedir. Ancak onun daha sonraki bazı varsayımlarında, yalnızca dürtülerin değil benlik işlevlerinin de kalıtsal yapıda temellenmiş bir çekirdeği bulunduğu ileri sürülür. Ben, benliğin birincil özerkliği üzerine yazdığım çalışmalarımda (1939, 1950, 1952) bu düşünceyi çeşitli yönleriyle ele aldım ve şimdi sunduğum değerlendirmeler için bir temel hazırladım. Bu değerlendirmelere göre ruhsal enerjinin bir kısmı, ne kadarının ya da ne kadar azının olduğu belirsiz, birincil olarak dürtüsel olmayabilir; bu enerji başlangıçtan itibaren benliğe ya da daha sonra gelişecek benlik işlevlerinin doğuştan gelen öncüllerine, muhtemelen benliğin etkisi altına kademeli olarak giren ve aynı zamanda onun gelişimini etkileyen aygıtlara ait olabilir.".

Jacobson (1954) ve Kris (1955, 1956) bu bağlamlarla ilgilenmiştir. Dürtüsel olmayan enerji kaynaklarının mümkünlüğü üzerine Kris (1955) şöyle der:

"Freud böyle enerji kaynaklarının varlığına işaret ettiğinde, psikanalitik kuramda onlar için bir yer bulmak zor görünüyordu. Şimdi ise bu varsayım oldukça kullanışlı hâle gelmiş görünüyor. Enerji, benlik aygıtından türeyen bir şey olarak düşünülmelidir ve ekleyebiliriz ki, bu enerji, niceliksel çeşitlenmeleriyle birlikte benliğin nötralize edilmiş enerjiyle donatılmasını etkiler.".

Yenidoğana dönersek, yukarıda tarif edilen ve özdeşleşmelerde kullanılan nötralizasyon biçimlerinin bu yaşam evresinde bulunması pek olası değildir. Eğer bulunsaydı, ruhsal enerjinin türünün, köken aldığı dürtüyle olan benzerliğini daha açık biçimde ortaya koyması gerekirdi. Oysa gözlemlerimiz doğum anında her iki dürtü grubunun da mevcut olup olmadığını ya da en erken ruhsal enerjinin kaynağı olarak düşünülebilecek durumda olup olmadığını açık biçimde ortaya koymamaktadır. Buna rağmen ortada bir ruhsal enerji vardır ve benliğin birincil özerkliğine katılır.

Nötralize olmuş enerjinin iki kaynağının bulunabileceği varsayılabilir. İlk olarak, doğuştan gelen benlik aygıtlarının bir parçası olan, niceliksel olarak çok küçük bir miktarda, farklılaşmamış ruhsal enerjinin doğuştan gelen bir rezervi olduğu varsayılabilir. İkinci olarak, ki ben bunu daha olası buluyorum, dürtü gelişiminin farklılaşmamış bir evresinin bulunduğu varsayılabilir; bu evre, benlik ve alt-benliğin (Ich ve Es'in) farklılaşmamış evresine karşılık gelir. Benlik ile alt-benlik hâlâ farklılaşmamışken, rudimenter (ilkel) benlik de ilkel biçimde nötralize olmuş görünen bu farklılaşmamış enerji kaynağına erişim sağlar.

Hartmann (1955) bu tür bir enerji için "birincil benlik enerjisi" terimini önermiştir. Kris (1956) de gelişim evreleri, özellikle negativizm, üzerine yaptığı çalışmalarında dürtü gelişiminin farklılaşmamış bir evresi olduğu varsayımı üzerine düşünmüştür. Jacobson (1954) da bunu şu sözlerle dile getirir:

"Şu gözlemlenen olguların, yaşamın en erken başlangıcında ruhsal enerjinin hâlâ farklılaşmamış bir evrede bulunduğu ve dışsal boşaltım yollarının açılması ve olgunlaşmasıyla birlikte iki farklı özellikte dürtü türünün gelişmeye başladığı varsayımıyla daha kolay açıklanıp açıklanamayacağını bilmek isteriz.". Yazar ayrıca, yenidoğanlarda ve küçük çocuklarda gözlemlenen dürtüsel dışavurumlarda saldırgan ve libidinal niteliklerin henüz ayrışmamış olmasının da bu varsayımı desteklediğini öne sürer.

Sonuçlar

Yenidoğanların işlevlerine ilişkin gözlemlerimiz, ilkel ama farklılaşmış bir algılama yetisiyle iş gören, rudimenter (ilkel) bir benliğin var olduğu varsayımını desteklemektedir. Bu benlik işlevi, hâlihazırda mevcut olan ruhsal enerjiye bağlıdır.

Bu enerji oldukça hareketlidir ve her bir belirli anda niceliksel olarak sınırlıdır.

Ruhsal enerjinin yüksek hareketliliği, gerektiğinde belirli bir noktaya tümüyle yatırılmasını mümkün kılar. Bu durum özellikle haz-hoşnutsuzluk sürekliliğinin iki uç noktasında gerçekleşir.

İçsel bir uyarıya yönelme ve onunla başa çıkma gereksinimi, dışsal uyarımlara kıyasla önceliklidir.

Ruhsal enerjinin içsel süreçler tarafından tamamen kullanılması, dışsal uyarılara yönelik benlik işlevlerini enerji yetersizliği nedeniyle devre dışı bırakır.

Bu enerji yetersizliğinin doğuştan gelen bir birincil savunma mekanizması oluşturduğu varsayılmaktadır ve bu mekanizmaya "algılamama savunması" (imperceptivity) adı verilmek istenmektedir. Bu savunma özellikle yenidoğanlarda en belirgin şekilde görülse de yaşam boyu, özellikle kriz veya felaket durumlarında, az ya da çok gözlemlenebilir. Bu şu şekilde ifade edilebilir: İçsel (ve dışsal) uyarılmanın derecesi, benliği ezip geçecek seviyeye ulaştığında, mevcut tüm ruhsal enerjiyi içsel uyarıyla ilgilenen benlik aygıtlarına yönlendirme eğilimi ortaya çıkar; bu sırada dışsal algıya tahsis edilmiş benlik aygıtları otomatik olarak boşalır veya "kapanır", çünkü gerekli enerjiden yoksundurlar. Bu da organizmanın dışsal uyarıları algılamasını tamamen ya da kısmen olanaksız kılar. Aynı zamanda, konuşma, düşünme, motor işlevler gibi başka benlik işlevlerinin de kronik enerji çekilmesi nedeniyle bozulabileceği varsayılabilir. Gelişimin kritik dönemlerinde bu türden kronik enerji kaymaları, hospitalizm (özellikle erken çocukluk döneminde, uzun süreli anne yoksunluğu ya da duygusal ihmal sonucu ortaya çıkan ciddi bir ruhsal, duygusal ve fiziksel gelişim bozukluğu durumudur. İçe çekilme, çevreyle ilgisizlik, Duygusal donukluk, Motor gelişim geriliği (yürüme, konuşma, el becerilerinde gecikmeler), Fiziksel gelişim bozuklukları (zayıflama, bağışıklık düşüklüğü), Depresif belirtiler (sessizlik, göz teması kurmama, ağlama), Duygusal tepkisizlik veya aşırı tepkisellik) gibi ciddi benlik kısıtlamalarına yol açabilir.

Yenidoğanın ruhsal enerjisinin işleyiş biçimi, onun libidinal ya da saldırgan dürtülerden türetilmiş olabileceğini düşündürmemektedir. Ayrıca, nötralizasyon mekanizmalarının rudimenter (ilksel) benliğe erişilebilir olması olası görünmemektedir. Bunun yerine, bu işleyişin Hartmann'ın önerisini doğruladığı, yani burada başka, dürtüsel olmayan nötr ruhsal enerji kaynaklarının mevcut olduğu, varsayılabilir. Dürtü gelişiminin farklılaşmamış bir evresi, benlik-alt benlik gelişiminin farklılaşmamış evresine karşılık gelen işlevsel bir matris olarak kabul edilmektedir. Bu enerji, ilkel bir biçimde nötrdür ve benlik ile alt benlik henüz tam olarak ayrışmamış olduğundan, benlik bu kaynağa, kendi ilkel işlevlerini yerine getirmek üzere erişim sağlayabilir.

Suzan Girginer