Ölü Anne

Ölü Anne

ÖLÜ ANNE

Yazar: Andre Green

Çev: Suzan Uğur Girginer

 

Özet

Bu çalışma, başlığının çağrıştırabileceği gibi annenin gerçek ölümünü değil, çocuğun, depresyonda olduğu için içsel olarak yok olan, ancak dışsal olarak varlığını sürdüren bir anneyle yaşadığı deneyimi ele almaktadır. Çocuk, bu anne imgesini içine alır ve aynı anda onu bölerek ayrıştırır. Bu nedenle ne yas tutulabilir ne de gömülebilir. Yatırımın geri çekilmesi sonucunda, yazarın "beyaz depresyon" olarak adlandırdığı "psişik/ruhsal boşluklar" ortaya çıkar. Green, ölü annenin, Freud’un Totem ve Tabu’da ölü babaya atfettiği gibi, ruhsal aygıtı yapılandıran bir işlevi olduğunu öne sürer ve Ödipus karmaşasına "ölü anne karmaşasını" ekler.

 

Eğer günümüz analizleri ile geçmişte ne olmuş olabilecekleri arasındaki farkı belirlemek için tek bir özellik seçmek gerekseydi, büyük ihtimalle bu farkın yas sürecine ilişkin sorunlar etrafında toplandığı konusunda fikir birliği sağlanırdı. İşte bu nedenle bu makalenin başlığı Ölü Anne olarak seçilmiştir. Ancak herhangi bir yanlış anlamayı önlemek için açıkça belirtmeliyim ki, bu çalışma annenin gerçek ölümünün ruhsal sonuçlarıyla değil, aksine annenin depresyonu sonucu çocuğun ruhsallığında oluşan bir imgeyle ilgilidir. Bu tür bir depresyon, çocuğun canlılık kaynağı olan annenin birdenbire uzak, donuk ve adeta ruhsuz bir figüre dönüşmesine yol açar. Bu figür, bazı analizandların ruhsal yatırım alanlarını derinden etkileyerek, onların gelecekteki nesne ilişkileri ve narsisistik libido gelişimi üzerinde ağır bir yük oluşturur. Bu nedenle ölü anne, ilk bakışta düşünülebileceği gibi fiziksel olarak ölmüş bir anne değildir; aksine, hayatta kalan ama küçük çocuğun gözünde psikolojik olarak ölmüş bir annedir, yani çocuğuna artık duygusal olarak ulaşamayan bir figürdür.

Annenin gerçek ölümü – özellikle intihar durumunda – geride bıraktığı çocuk için ciddi bir ruhsal zarar anlamına gelir. Annenin ölümünün yol açtığı semptomatoloji, doğrudan bu olayla bağlantılıdır. Ancak analiz sürecinde, bu yıkımın öncesinde yaşanan anne-çocuk ilişkisinin telafisi mümkün olmayan bir kırılma yaşadığı açığa çıkabilir. Böyle bir durumda, burada ele alınan kavrama benzer ilişki biçimleri tanımlanabilir. Ancak, kaybın gerçekliği ve onun nihai ve geri döndürülemez niteliği, öncesinde var olan nesne ilişkisini bir tür mutasyona uğratarak değiştirmiş olur. Bu tür bir durumun ortaya çıkardığı çatışmalara burada değinmeyeceğim. Aynı şekilde, açık bir depresif semptomatoloji gösteren ve bu nedenle bir analiste başvuran hastaların analizlerini de ele almayacağım.

Analiz öncesi görüşmelerde, bu çalışmada ele alınan analizandları analize yönelten nedenler, depresyonun belirgin özelliklerini sergilememektedir. Ancak analist, sunulan çatışmaların narsisistik doğasını, bunların karakter nevrozu ile bağlantısını ve aşk yaşamı ile mesleki faaliyetler üzerindeki etkilerini hemen fark edecektir.

Bu giriş açıklaması, çalışmamın klinik çerçevesini dolaylı olarak belirlemektedir. Kendi hastalarım birincil kaynağımı oluştururken, burada ele aldığım düşüncelerin ikinci kaynağı belirli referanslardır. Yas sürecine dair bildiklerimizin temelini atan Freud, Karl Abraham ve Melanie Klein gibi öncülere çok şey borçluyum. Ancak özellikle Winnicott (1971), Kohut (1971), N. Abraham (1978), Torok (1968) ve Rosolato’nun (1975) güncel çalışmaları, bu yazıda sunduğum fikirleri şekillendirmemde önemli bir rol oynamıştır.

Bu çalışma, şu temel önermeyi ele alacaktır: Yaygın psikanalitik kuram, insan ruhsallığının yapılandırılmasında iki temel kavrayışı öne sürmektedir. Birinci kavrayış, nesne kaybını ruhsal yaşamı şekillendiren temel olgu olarak görür ve bu kayıp sürecinde gerçeklikle yeni bir bağ kurulduğunu öne sürer. Buna göre ruhsal yaşam, haz ilkesinin yerini alan, ancak aynı zamanda onu güvence altına alan gerçeklik ilkesi tarafından yönetilir. Ancak bu kavrayış, doğrudan gözlemlenebilir bir süreçten ziyade kuramsal bir modeldir. Zira gözlem, ani bir dönüşümden ziyade kademeli bir gelişim sürecini ortaya koymaktadır.

İkinci kavrayış ise depresif konum kavramına dayanır ve çoğu yazar tarafından paylaşılmakla birlikte, farklı şekillerde yorumlanır. Melanie Klein ve Winnicott’un çalışmalarına dayanan bu yaklaşım hem gözlemsel bulgulara hem de kuramsal bir çerçeveye dayanmaktadır. Önemle vurgulamak gerekir ki, her iki kavrayış da gelişimin kaçınılmaz ve genellenebilir bir sürecine işaret etmektedir. Anne-çocuk ilişkisinde önceki bozukluklar bu sürecin aşılmasını zorlaştırabilir, ancak bu tür bozuklukların yokluğu ya da annenin iyi bir bakım sunması bile çocuğu, ruhsal organizasyonunu yapılandıran bu aşamadan muaf tutmaz.

Öte yandan, ruhsal yapılarından bağımsız olarak, sürekli bir depresif hal içinde olan bazı hastalar da mevcuttur. Bu depresyon düzenli ya da düzensiz aralıklarla ortaya çıkabilir ve etkileri değişkenlik gösterebilir. Ancak her durumda, sıradan ve dönemsel depresif tepkilerin ötesine geçtiği görülmektedir. Zira depresyonu hiç yaşamayan bir bireyin, zaman zaman depresif olan bir bireyden daha fazla ruhsal bozukluk gösterdiği yaygın olarak kabul edilir.

Burada temel olarak şu sorular üzerinde duracağım: Bir yandan nesne kaybı ve depresif konum gibi genellenebilir ruhsal yapı taşları arasında nasıl bir ilişki bulunmaktadır? Diğer yandan ise, bu merkezi ancak çoğu zaman başka semptomların gölgesinde kalmış ya da maskelenmiş olan depresif yapı nasıl şekillenmektedir? Bu merkezin etrafında hangi süreçler gelişmektedir ve ruhsal gerçeklikte bu merkezin içeriği nedir?

ÖLÜ BABA VE ÖLÜ ANNE

Freudyen düşünceye dayanan psikanalitik kuram, ölü baba kavramına önemli bir rol atfetmiştir. Totem ve Tabu'da, Freud bu figürün Üst-Ben'in oluşumundaki temel işlevine işaret eder. Eğer Ödipus karmaşası bir gelişim evresi olarak değil de bir yapı olarak ele alınırsa, buradan türeyen bir dizi kavram dizgesi belirginleşir: klasik kuramda Üst-Ben, Lacan’ın düşüncesinde yasa ve simgesellik. Bu dizge, kastrasyon ve süblimasyon gibi dürtü kaderleriyle bağlantılıdır ve bunlar aracılığıyla bütünlük kazanır.

Ancak, yapısal bir kavram olarak ölü anneden neredeyse hiç bahsedilmemiştir. Bu konudaki tek istisnalardan biri, Marie Bonaparte’ın Edgar Allan Poe’nun analizinde yer verdiği annesini erken yaşta kaybetmiş olma temasına dayanan çalışmasıdır. Fakat bu, nesnel bir gerçeklikten hareketle açıklanabilecek özel bir vaka olarak ele alınmıştır. Ölü annenin psikanalitik kuramdan dışlanmasını Ödipus karmaşası ile açıklamak mümkün değildir; zira bu tema hem kız çocuğunun Ödipus karmaşası hem de erkek çocuğunun tersine çevrilmiş Ödipus karmaşası bağlamında ele alınabilirdi. Ancak burada yanıt başka bir yerde yatmaktadır. Anneye yönelik bir öldürme fantezisi, ölü anne kavramını doğrudan içermez; aksine, baba figürüne atfedilen anlamlar, yani ataerkillik, soy ve köken gibi kavramlar, Freud’un modelinde öne çıkar. Bu model hem bir ilksel suçu hem de bu suçun yol açtığı suçluluğu barındırır.

Burada dikkat çekici olan nokta, Freud’un yas modelinde annenin yasını veya memenin kaybını ele almamasıdır. Bu konunun erken çocukluk dönemine ait olması nedeniyle değil, bu iki kavram arasında kuramsal bir bağın olmaması nedeniyle önemlidir. Freud, Engellenme, Belirti ve Kaygı adlı eserinde kastrasyon kaygısını, nesne sevgisini kaybetme korkusu, nesne kaybı kaygısı, Üst-Ben kaygısı ve Üst-Ben’in sunduğu korumanın kaybı gibi unsurlarla aynı düzlemde ele alarak göreceleştirmiştir. Bunun ötesinde, Freud’un kaygı, acı ve yas arasındaki farkı belirlemeye yönelik büyük bir ilgi duyduğu bilinmektedir. Burada Freud’un hangi noktada durduğunu tartışmak yerine, onun düşüncesine dair bir gözlemde bulunmak istiyorum.

Kastrasyon kaygısı ile bastırma arasındaki ilişki dikkat çekicidir. Freud’un hem kaygı hem de bastırma bağlamında, başka türlerin de var olduğunu bildiği halde, her iki durumda da merkezi bir kavram belirlediğini görüyoruz: kastrasyon kaygısı ve bastırma. Freud, bu merkezi kavramların etrafında gelişen diğer türleri, bunların kronolojik olarak daha erken ya da daha geç ortaya çıkmasına göre düzenlemiştir. Bu yaklaşım, Freud’un düşüncesinin hem yapısal hem de genetik karakterini gösterir. Özellikle Ödipus karmaşasını, belirli bir hastanın özel öyküsündeki değişkenlerden bağımsız bir ilksel fantezi olarak ele alması bu yönüyle dikkat çekicidir. Nitekim, Freud, Kurt Adam vakasında tersine çevrilmiş Ödipus karmaşasının varlığını kabul etmesine rağmen, hastanın pasif erotik arzularının nesnesi olan babayı aynı zamanda kastrasyon figürü olarak görmüştür.

Bu yapısal işlev, ruhsal düzenin ilksel fanteziler aracılığıyla şekillendiği temel varsayımını içerir. Ancak Freud’un takipçileri her zaman bu görüşü benimsememiştir. Fransa’daki psikanalitik düşünce, görüş ayrılıklarına rağmen, genel olarak Freud’un bu noktasına sadık kalmıştır. Bir yandan, kastrasyon modeline yapılan vurgu, diğer kaygı biçimlerini adeta “kastre” etmeye zorlamış ve örneğin anal ya da narsisistik kastrasyon kavramları ortaya çıkmıştır. Öte yandan, Freudiyen kuramın antropolojik yorumuna dayanan bir eğilim, Lacan’ın kuramında kaygının farklı görünümlerini eksiklik kavramına indirgemiştir. Oysa ben hem kuramsal hem de klinik pratik açısından, bu iki yaklaşımın da gerçekliğe yeterince sadık kalmadığını düşünüyorum.

Burada her zaman savunduğum yapısal bakış açısını terk etmem beklenemez. Ancak kaygıyı, bireyin yaşamındaki ortaya çıkış zamanına göre farklı türlere ayıran yaklaşıma katılmak yerine, farklı bir yapısal kuram öne sürmek istiyorum. Bu kuram, yalnızca tek bir merkez ya da paradigma etrafında değil, en az iki merkezi eksen etrafında şekillenmiştir ve bu yönüyle önceki yaklaşımlardan ayrılmaktadır.

Kastrasyon kaygısının haklı bir şekilde tüm kaygıları kapsayan bir yasa olarak görülebileceğini düşünüyorum. Çünkü kastrasyon, bedenden ayrılan “küçük bir şey” ile ilişkili olan her türlü kaygıyı içine alır; ister penis, ister dışkı, isterse çocuk olsun. Bu sınıflandırmaya birlik kazandıran nokta, kastrasyonun her zaman bedensel bir yaralanma, kanlı bir eylem bağlamında ele alınmasıdır.

Ben, bu “kırmızı” kaygı fikrini, kısmi nesneyle olan ilişkiden daha önemli görüyorum. Ancak eğer söz konusu olan bir kayıp fikriyse—örneğin memenin ya da nesnenin kaybı—veya sadece muhtemel bir kayıp—Üst-Ben’in ya da onun korumasının kaybı—ya da her türden bir terk edilme tehdidiyse, bu bağlamda artık kanlı bir imge yoktur. Elbette tüm kaygı biçimleri bir tür yıkıcılıkla bağlantılıdır ve kastrasyon da bu durumdan muaf değildir; çünkü yara, bir yıkıcılığın sonucudur. Fakat bu yıkıcılık, kanlı bir sakatlama ile ilgili değildir. Onun renkleri yasın renkleridir: siyah ya da beyaz. Siyah, derin depresyonda olduğu gibi; beyaz, günümüzde oldukça dikkat çeken boşluk hallerinde olduğu gibi.

Ben, depresyonun uğursuz siyah renginin—psikanalizde depresif bireylerde gözlenen nefret ile ilişkili olarak tanımlanan bu rengin—aslında ikincil bir ürün olduğunu ve bir neden olmaktan çok bir sonuç olduğunu öne sürüyorum. Daha öncelikli ve kökensel olanın, narsisistik düzeyde yaşanan kaybın bir tercümesi olan “beyaz” bir kaygı olduğunu düşünüyorum. Negatif halüsinasyon ve beyaz psikozu daha önce başka çalışmalarda ele aldığım için burada tekrar ayrıntıya girmeyeceğim; ancak bu kategoriye “beyaz kaygı” ya da “beyaz yas”ı eklemek istiyorum.

Negatif halüsinasyon, beyaz psikoz ve beyaz yas, ortak bir eksende buluşan bir dizinin parçalarıdır. Bu eksen, “boşluk kliniği” ya da “negatifin kliniği” olarak adlandırılabilir. Bu fenomenler, kökensel bastırmanın bir bileşeni olan ve bilinçdışında “psişik delikler” bırakan köklü, radikal ve kısa süreli bir nesne yatırımının geri çekilmesinin (disinvestment) sonuçlarıdır. Daha sonra ortaya çıkan nesne yatırımları, önceki erotik-libidinal yatırımların zayıflamasıyla serbest kalan yıkıcılığın bir ifadesidir. Bu bağlamda nefretin ortaya çıkışı ve ardından gelen telafi süreçleri, annenin birincil nesne olarak yatırımından çekilmeye kıyasla ikincil düzeyde gelişen olaylardır.

Bu perspektifin özellikle psikanalitik tekniği değiştirdiğini vurgulamak gerekir. Çünkü depresif görünen yapıların analizinde yalnızca nefretin yorumlanmasına odaklanmak, bu yapının özüne asla ulaşamamak anlamına gelir.

Ödipus, sembolik temel bir matris olarak korunmalıdır. Bu bağlamda, preödipal ya da pregenital bir gerileme söz konusu olsa bile Ödipal referans noktası her zaman göz önünde bulundurulmalıdır. Çünkü bu, temelde bir üçlü yapılanmaya işaret eder. Birincil nesneden yapılan yatırımı geri çekme sürecinin analizi ne kadar derinleştirilirse derinleştirilsin, insan ruhsallığının kaderi her zaman iki nesneye sahip olmaktır ve asla yalnızca bir nesneyle yetinmez. Burada, filogenetik olarak erken bir Ödipus fikrine tutunmak gerektiğini savunmuyorum; yani, babanın, isterse annenin karnındaki bir penis olarak varsayılsın, ilk andan itibaren mevcut olması gerektiği fikrini kabul etmiyorum (bu, Melanie Klein’ın arkaik baba penisi kavramına gönderme yapıyor). Fakat baba, annenin ve çocuğun yanı sıra en başından beri oradadır. Daha doğrusu, anne ve çocuk arasında yer alır.

Annenin açısından bakıldığında, baba, annenin arzusu olarak vardır ve bu arzunun gerçekleşmesi çocuktur. Çocuk açısından bakıldığında ise, bir üçüncü kişinin varlığını önceleyen her şey—yani annenin tam olarak mevcut olmaması ve annenin çocuğa yönelik yatırımının (en azından çocuğun fantezisinde) mutlak ve total olmaması—daha sonra babaya referansla anlamlandırılabilir.

Bu noktada, meme kaybının mecazi bir kayıp olduğunu, haz ve gerçeklik arasındaki sembolik dönüşümün—her ikisi de sonradan ilke düzeyine yükseltilmiştir—ensest yasağıyla ve potansiyel olarak birleşik ebeveyn imgelerinin iki ayrı öğe olarak işlenmesiyle bağlantılı olduğunu anlamamız gerekiyor. Bunlar, öznenin bulunmadığı, ancak tam da bu yokluk içinde öznelliğini kurduğu varsayımsal bir ilk sahne fantezisinde bir araya gelirler. Çünkü bu sahneye dair duygusal bir tasarımın yokluğu, fanteziyi harekete geçirir—bu, öznenin "çılgınlığının" üretimidir.

Neden mecazi? Psikanalitik teorinin her temel unsuru için geçerli olan metafora başvurma gerekliliği, burada özellikle önem taşır. Daha önceki bir çalışmamda (Green, 1977), Freud’un meme kaybına ilişkin iki farklı anlayışına dikkat çekmiştim. İlki, kavramsal-teorik bir yaklaşımdır ve Die Verneinung/Olumsuzlama (1925) adlı çalışmada geliştirilmiştir. Freud burada konuyu tek bir kurucu eylem gibi ele alır—bu olay anında her şeyi belirleyen bir karar anıdır, çünkü yargı işlevi üzerindeki etkisi temeldir.

Buna karşılık, özellikle Abriß der Psychoanalyse (1938) adlı çalışmada Freud, teorik olmaktan çok betimleyici bir konum alır. Günümüzde moda haline gelen bebek gözlemlerine benzer bir anlatımla, meme kaybını gelişimsel bir süreç olarak tasvir eder; burada kayıp, ilerleyen ve aşama aşama gerçekleşen bir süreçtir. Bana göre betimleyici ve teorik yaklaşımlar birbirini dışlar; tıpkı algı ve hatırlamanın Freud’un teorisinde birbirini dışlaması gibi. Bu karşılaştırmaya başvurmak, sadece yüzeysel bir benzetme değildir. Özne, kendisi için bir teori inşa ettiğinde, bu teori her zaman geriye dönüktür. Kayıp nesneye ilişkin kuram ancak sonradan oluşturulur ve böylece bu kayıp, tek bir kurucu eylem niteliği kazanır—bir anda gerçekleşen ve bir daha değiştirilemeyecek bir olay olarak algılanır.

Metafora başvurmanın gerekliliği yalnızca diakronik (zaman içindeki) bir çerçevede değil, aynı zamanda senkronik (eşzamanlı) bir perspektiften de anlaşılabilir. Çağdaş psikanalitik teoride en hararetli şekilde her şeyi memeye bağlamakta ısrar edenler bile artık memenin yalnızca anneyi temsil eden bir kelime olduğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır—bu da psikanalizi psikolojikleştirmekle suçlanan Klein karşıtı kuramcılar için büyük bir tatmin kaynağıdır. Ancak meme metaforuna tutunmak gereklidir, çünkü hem meme hem de penis yalnızca sembolik olarak ele alınabilir. Memenin ya da emzikle bağlantılı emme hazzının yoğunluğu ne kadar yüksek olursa olsun, erojen haz, annenin meme dışında kalan diğer tüm yönlerini de içerebilir: kokusunu, tenini, bakışlarını ve anneyi “anne” yapan binlerce başka bileşeni. Metonimik nesne, nesnenin metaforuna dönüşmüştür. Bu noktada, cinsel aşk ilişkisini ele alırken de aynı düşünceyi uygulayabiliriz: Bu çok daha karmaşık bir ilişki bütününü penis-vajina birleşimine indirgemek mümkündür; tıpkı kastrasyon kaygısının, bu birleşimin değişken görünümlerine indirgenmesi gibi. Dolayısıyla, ölü anne problemine dair ilerleyen tartışmamda, bu kavramı, gerçek bir nesnenin kaybına ilişkin yas sürecinden bağımsız olarak bir metafor olarak ele alacağım.

ÖLÜ ANNE KOMPLEKSİ

Ölü anne kompleksi aktarımda ortaya çıkar. Bir kişi ilk kez analiste başvurduğunda, şikâyet ettiği semptomlar genellikle depresif nitelikte değildir. Çoğu zaman bu semptomlar, aşk ya da iş yaşamında duygusal bir başarısızlığı, yakın nesnelerle yaşanan daha az ya da çok şiddetli çatışmaları yansıtır. Hasta, sıkça kendi kişisel hikâyesini spontane bir şekilde anlatır ve analist, çocukluk depresyonunun şu veya bu noktada meydana gelmiş olması gerektiğini düşünse de kişi bunu hiç dile getirmez. Depresyon, bazen klinik bir semptom olarak belirsiz bir şekilde ifade edilse de esasen aktarımda patlak verir ve tüm boyutlarıyla açığa çıkar.

Klasik nevrotik semptomlar mevcut olsa da ikincil öneme sahiptir. Hatta bu nevrotik semptomlar baskın olsa bile, analist, semptomların kökenini analiz etmenin çatışmayı çözmeyeceğini hisseder. Bunun yerine, öncelikle benlik idealiyle ilgili bir sorun mevcuttur; benlik idealinin talepleri, üst-benlikle uyum içinde olsun ya da olmasın, son derece güçlüdür. Hastada belirgin bir yetersizlik duygusu vardır: bir çatışma durumundan çıkamamak, sevmekte zorlanmak, yeteneklerini kullanamamak veya yaşam deneyimlerini olgunlaştıramamak. Bütün bunlar gerçekleştirilse bile, kişi sonuçtan derin bir tatminsizlik duyar.

Analiz ilerlediğinde, aktarımda—genellikle çok uzun yıllar sonra ve ancak nadiren hızlı bir şekilde—kendine özgü bir depresyon ortaya çıkar. Analist, aktarım depresyonu (bunu, aktarım nevrozuna karşıt bir kavram olarak burada özel olarak kullanıyorum) ile dış dünyadaki davranışlar arasında bir uyumsuzluk hisseder. Hastanın dış dünyadaki yaşantısında depresyon belirgin bir şekilde ortaya çıkmaz. Çevresindeki kişiler, onun gerçekten depresif olduğunu fark etmezler; fakat bu, analizanın onlarla kurduğu nesne ilişkilerinde sorun yaşamalarına engel değildir.

Bu durum, aktarım depresyonunun, öznenin çocuklukta yaşamış olduğu bir depresyonun tekrarı olduğunu gösterir. Bu çocukluk depresyonunun belirleyici özelliklerini anlamak önemlidir.

Burada söz konusu olan, gerçek bir nesne kaybına bağlı bir depresyon değildir, çünkü öznenin terk ettiği nesneden gerçek bir ayrılık yaşaması meselesi burada gündemde değildir. Böyle bir ayrılık elbette meydana gelebilir, ancak ölü anne kompleksini yaratmaz.

Bu depresyonun temel özelliği, nesnenin varlığı sırasında ortaya çıkmasıdır. Ancak bu nesne, yani anne, kendi yas süreciyle tamamen meşgul durumdadır. Anne, şu ya da bu sebeple depresyona girmiştir. Bunu tetikleyen faktörler oldukça çeşitlidir.

Elbette, bir annenin depresyonunun en önemli nedenlerinden biri, sevdiği bir varlığı kaybetmesidir: bir çocuk, ebeveynler, yakın bir dost ya da annenin güçlü bir duygusal yatırım yaptığı başka bir nesne. Ancak annenin depresyonu, aynı zamanda hayal kırıklığına uğramaktan ya da narsisistik bir incinmeye maruz kalmaktan da kaynaklanabilir: aile içinde yaşanan bir trajedi, babanın başka biriyle ilişkiye girip anneyi terk etmesi, bir aşağılanma deneyimi vs. Ne olursa olsun, annenin yaşadığı yas süreci ve çocuğa karşı ilgi kaybı belirleyici bir öneme sahiptir.

Tüm yazarlar, erken yaşta bir çocuğun ölümünün annenin yaşayabileceği en ağır travmalardan biri olduğu konusunda hemfikirdir. Ancak burada tartışılan depresyonun bir diğer sebebine özellikle dikkat çekmek istiyorum—çünkü bu sebep genellikle tamamen karanlıkta kalır, zira çocuğun bunu anlaması için elinde hiçbir ipucu yoktur: Annenin daha önce yaşadığı bir düşük.

Bu durum, analiz sırasında küçük ipuçlarıyla yeniden inşa edilmelidir. Elbette bu, varsayımsal bir kurgudur; ancak hastanın ilerleyen yaşam dönemlerinde ortaya çıkan malzemenin çeşitli ifadelerini birbirine bağlayarak tutarlı bir bütün oluşturur.

Bu noktada, anne imgesinde radikal bir değişim, hatta gerçek bir mutasyon yaşanır. O zamana kadar anne ve çocuk, zengin ve mutlu bir ilişkide birleşmişlerdir; bu da öznenin sahici canlılığını doğrular. Ancak bu mutluluk aniden sona erer ve donup kalır. Çocuk, bütün rastlantısallıklarıyla birlikte, hatta en ideal ilişkide bile kaçınılmaz olan eksikliklerle birlikte, sevildiğini hissetmiştir. Aile albümündeki fotoğraflar, çocuğun mutlu, neşeli, meraklı ve potansiyel dolu olduğunu gösterirken, sonraki fotoğraflar bu ilk mutluluğun kaybolduğunu ele verir.

Bu, geçmiş uygarlıkların tarihçiler tarafından anlaşılmaz bir şekilde ortadan kaybolmasına benzer. Tarihçiler, bir deprem hipotezi öne sürerler: saraylar, tapınaklar, binalar ve konutlar yıkılmış, geriye yalnızca harabeler kalmıştır. Burada da benzer bir şekilde, çocuğun gelişimi bu soğuk çekirdek etrafında devam eder. Çocuk büyüyüp gelişse de bu soğuk çekirdek onun erotik yatırım alanlarında silinmez bir iz bırakır.

Çocuğun ruhsal yaşamında, aniden yasla sarsılan annenin tüm yatırımlarını çocuğundan birdenbire çektiği an gerçekleşen değişim, bir felaket olarak deneyimlenir. Bunun nedeni, bir yandan sevginin hiçbir belirti olmadan ve aniden kaybedilmesi, diğer yandan ise bu kaybın yarattığı narsisistik travmadır. Ancak burada özellikle vurgulanması gereken nokta, bu değişimin erken bir hayal kırıklığı ve sevgi kaybının ötesinde bir anlam kaybına yol açtığıdır. Çünkü bebek, yaşananları anlamlandırmasını sağlayacak herhangi bir açıklamaya sahip değildir. Kendisini annesinin evreninin merkezi olarak deneyimlediğinden, bu hayal kırıklığını doğal olarak nesneye yönelik dürtüsel itkilerinin bir sonucu olarak yorumlar.

Bu durum özellikle, çocuk üçüncü bir varlık olarak babanın varlığını keşfettiği anda ortaya çıktığında ağır sonuçlar doğurur. Çocuk, annesinin dikkatini geri çekmesini, babaya yönelmiş yeni bir yatırımla ilişkilendirir. Bu, kaçınılmaz olarak erken ve güvencesiz bir üçlü yapılandırmaya yol açar. Çocuk ya annesinin sevgisini babasına yönlendirdiğini ve kendisini bu yüzden terk ettiğini düşünür ya da babayı, bu çatışmada kendisini kurtarabilecek bir figür olarak erken ve yoğun bir şekilde yatırım yaparak idealleştirir. Ancak gerçekte, baba çoğu zaman çocuğun sıkıntılarına yanıt vermez. Çocuk, ölü bir anne ile ulaşılmaz bir baba arasında sıkışıp kalır. Babanın bu duruma tepkisiz kalmasının sebepleri değişebilir: Bazen annenin ruhsal durumuna odaklanıp çocuğa dikkat edemez, bazen de anne-çocuk ilişkisini kendi hâline bırakmayı tercih eder.

Çocuk, çaresizliğini hissederek annesini yasından kurtarmaya çalışmış, ancak bunu başaramamıştır. Artık sadece annesinin sevgisini kaybetmekle kalmamış, aynı zamanda tüm varlığıyla onu kaybetme tehdidiyle de karşı karşıya gelmiştir. Endişe, uykusuzluk ve gece korkularıyla baş etmeye çalışırken, benlik farklı savunma mekanizmalarını devreye sokar.

Bunların en önemlisi ve en belirgini, aynı anda iki yöne hareket eden bir mekanizmadır: anneden, nesne olarak yatırımların geri çekilmesi ve onunla bilinçdışı bir özdeşleşme kurulması. Burada özellikle duygusal yatırımın geri çekilmesi söz konusudur, ancak yalnızca bu değil; aynı zamanda anne imgelerinden zihinsel olarak da geri çekilme yaşanır. Bu, nesneye yönelik bilinçdışı bir "psişik/ruhsal cinayet" anlamına gelir.

Bununla birlikte, bu süreçte yıkıcı bir dürtü belirgin değildir, çünkü annenin yas hâli, çocuğun herhangi bir nefret duymasını engeller. Öfke, annenin imgesini daha da tahrip edebileceği için bilinçdışında yasaklanır. Bu nedenle, annesel imgeden duygusal geri çekilme, yıkıcılıkla değil, daha çok bir boşluk yaratılmasıyla sonuçlanır. Nesne ilişkileri, bu boşluk nedeniyle bütünlüklerini kaybeder. Ancak çevresel yatırımlar varlığını sürdürür ve annenin çocuğuna yönelik bakımı da devam eder. Fakat artık anne çocuğunu tüm kalbiyle sevemez; ona bakmaya devam etse de sevgisi canlı değildir.

Bu geri çekilmenin diğer yönü ise nesneyle ilkel bir biçimde özdeşleşmedir. Çocuk, annenin neşesiz ve boş hâline benzer bir duruma girerek onunla simetrik bir ilişki kurar. Daha önce başarısız olan yapay neşe veya aşırı uyarılmışlık gibi tepkilerin yerine, çocuğun annesiyle aynılık kurarak ona ulaşmaya çalıştığı bir özdeşleşme şekillenir. Bu, annenin yaslı hâliyle bütünleşmek ve böylece onunla bir yeniden birleşme hissi elde etmek için bir çabadır.

Ancak burada gerçek bir telafi değil, yalnızca bir tür taklit söz konusudur. Çocuk, kaybettiği nesneyi geri kazanamayacağını bildiği için, onu hâlâ elinde tutabilmenin tek yolunun "o" olmak olduğunu hisseder. Bu özdeşleşme, nesneden vazgeçmeyi sağlarken aynı zamanda onu bilinçdışı bir biçimde "yutma" (kannibalistik koruma) imkânı da sunar.

Bu özdeşleşme süreci, baştan itibaren bilinçdışıdır. Bu noktada, nesneden geri çekilme sürecinden önemli bir fark görülür. Çünkü nesneden geri çekilme başlangıçta bilinçli bir reddediş olarak gerçekleşirken, özdeşleşme tamamen bilinçdışıdır. Çocuk, nesneyi serbest bırakmak amacıyla geri çekilmeyi bilinçli olarak yaşayabilirken, özdeşleşme süreci farkında olmadan gerçekleşir. İşte bu nedenle, bu tür bir özdeşleşmenin kaçınılmaz sonucu yabancılaşma (Entfremdung) olur.

Daha sonraki nesne ilişkilerinde, tekrarlama zorunluluğunun kurbanı olan özne, kendisini hayal kırıklığına uğratma tehdidi taşıyan nesneden bilinçdışı olarak yatırımını geri çekmeye devam eder ve böylece eski savunmasını tekrarlar. Ancak, ölü anneyle özdeşleşme tamamen bilinçdışı kalır. Özne, travmanın izlerini yeniden etkinleştirdiği her seferinde, bu özdeşleşmeye yeniden rastlar ve onun etkisini sürdürür.

İkinci önemli husus, daha önce de vurgulandığı gibi, anlam kaybıdır. Anne memesinin – haz kaynağı, amacı ve güvencesi olarak – inşa edilmiş anlamı bir anda, görünürde hiçbir sebep olmaksızın çökmüştür. Özne, durumu tersine çevirerek, yaşanan değişimin sorumluluğunu olumsuz bir büyüklük sanrısıyla kendisine atfetse bile, kendi yaptığı düşündüğü hata ile annenin tepkisinin yoğunluğu arasında aşılması imkânsız bir uçurum kalır. Özne, bu hatanın yasak bir arzu yerine kendi varoluş biçimiyle ilgili olduğunu bile düşünebilir: Var olmak ona gerçekten yasaklanmış gibi gelir.

Bu konum, çocuğu – annenin imgesinin kırılganlığı nedeniyle yıkıcı saldırganlığını dışa yönlendiremeyeceğinden – kendisini bırakmaya ve ölüme teslim olmaya sürükleyebilir. Ancak en sonunda, annenin "karanlık" ruh hâlinin sorumlusu olarak birini bulmak zorunda kalır ve bu genellikle baba olur. Her durumda, daha önce belirtildiği gibi, erken bir üçlü yapılandırma ortaya çıkar. Çocuk, anne ve annenin yas tuttuğu bilinmeyen nesne aynı anda mevcuttur. Çocuk için, bu bilinmeyen nesne babayla örtüşerek erken bir Ödipus karmaşasına yol açar.

Anlam kaybıyla tetiklenen bu genel durum, ikinci bir savunma cephesini doğurur:

  • İkincil nefretin ortaya çıkışı: Bu nefret ne ilkel ne de kökenseldir. Gerileyen içselleştirme (inkorporasyon) arzularını harekete geçirir. Ayrıca, nesneyi kontrol etmek, kirletmek ve ondan intikam almak gibi manik-sadistik özellikler taşıyan anal konumlar da gelişir.
  • Salt duyusal haz arayışı: Burada, nesneden bağımsız otoerotik uyarılma belirir. Bu haz, yalnızca organ düzeyinde hazdır – ne şefkat içerir ne de karşılıklı bir duygu paylaşımı. Sadist fantezilerle her zaman eşleşmeyebilir, ancak nesneyi sevmeyi reddetmekle belirginleşir. Bu, ilerleyen süreçte histerik özdeşleşmelerin temelini oluşturur.

Bu aşamada, beden ile ruh, duyusallık ile şefkat erken bir ayrılığa uğrar ve sevgi bloke edilir. Nesne artık, bütünlüklü bir ilişkinin parçası olabilecek bir sevgi nesnesi olarak değil, yalnızca bir veya birden fazla erojen bölgenin yalıtılmış haz deneyimini harekete geçirebilme kapasitesine sahip bir araç olarak aranır. İki bütünleşmiş özne tarafından paylaşılan bir haz mümkün olmaz.

Sonunda ve en önemlisi, kaybedilen anlamı arayış, benliğin hayal gücü ve entelektüel yetilerini erken dönemde geliştirmesine neden olur. Oyun içindeki bu hareketlilik özgür bir oyunun ifadesi değildir, aksine, zorunlu bir tasavvur oluşturma baskısı altındadır; tıpkı entelektüel gelişimin, düşünme zorunluluğuna bağlanması gibi. Performans ve kendini iyileştirme birbirine destek olur ve aynı hedef doğrultusunda hareket eder: Memeyi kaybetmenin yol açtığı kafa karışıklığını, yeniden kazanılmış bir meme inşa ederek telafi etmek. Ancak bu yapı nihayetinde yalnızca zihinsel bir kurgudur; kaybolan nesneye yapılan yatırımın bıraktığı boşluğu gizlemeye yarar. Bu esnada, ikincil nefret ve erotik uyarılma boşluğun kenarında sıkışır. Aşırı yüklenmiş entelektüel faaliyet, zorunlu olarak büyük bir yansıtma (projeksiyon) unsuru içerir. Yaygın inanışın aksine, projeksiyon her zaman yanlış bir mantıksal çıkarım değildir. Bazen öyle olabilir ama bu bir kural değildir. Projeksiyonun belirleyici unsuru, dış dünyada sergilenenin doğru veya yanlış olup olmaması değil, içsel olarak reddedilmiş ve iptal edilmiş olanın dışsal bir sahneye—örneğin nesneye—aktarılması sürecidir.

Çocuk, annenin değişen ruh hâline bağımlı olmanın acımasız deneyimini yaşamıştır. Artık çabasını, annenin ruh hâlini öngörmeye ve önceden tahmin etmeye yöneltir. Parçalanma tehdidi altında olan ve "delik deşik" hale gelen Benlik, ya hayal gücü alanında bütünleşme çabalarına girişir—bu da sanatsal yaratıcılığa zemin hazırlar—ya da eğer entelektüel yeteneği yeterince gelişmişse, bilişsel faaliyetler yoluyla bütünlüğünü korumaya çalışır. Bu, travmatik durumu aşma girişimidir. Ancak bu girişim başarısız olmaya mahkûmdur. Başarısızlık, yöneldiği dış sahnede değil, öznenin kendi iç dünyasında ortaya çıkar. Erken ve aceleci biçimde idealize edilmiş yüceltmeler (süblimasyonlar), köklü psikolojik yapılar üzerinden inşa edilmiştir. Ancak bunların otantikliği sorgulanamaz—aksi takdirde, normatif bir ideolojik yaklaşım sergilenmiş olurdu.

Başarısızlık, yüceltilmiş yapıların psikolojik dengeyi sağlamada yetersiz kalmasından kaynaklanır. Özne, özellikle aşk hayatında hassas kalır. İşte bu noktada, eski yaranın açılması psikolojik acıyı tetikler ve "ölü anne" tekrar sahneye çıkar. Ne zaman bir kriz ortaya çıksa, bu figür ön plana geçerek öznenin tüm yüceltilmiş yetilerini bloke eder. Bu yetiler kaybolmaz ama geçici olarak devre dışı kalır. Bazen aşk, yüceltilmiş yetileri yeniden canlandıran itici güç olur; bazen de yüceltilmiş yetiler, aşkın kilidini açmaya çalışır. İkisinin bir süreliğine bir arada çalışması mümkündür, fakat sonunda yıkıcılık öznenin kapasitesini aşar. Çünkü özne, nesneyle sürekli bir ilişkiyi sürdürebilecek ve bir başkasının iyiliği için derin bir kişisel bağlılık geliştirebilecek yeterli içsel yatırım kapasitesine sahip değildir.

Sonunda kaçınılmaz olarak ya nesneden ya da öznenin kendi benliğinden kaynaklanan hayal kırıklığı gelir. Özne, üzerinde bir lanet olduğunu hisseder; "ölü annenin laneti" hâlâ ölmeye devam eden ve kendisini esir eden bir figür olarak belirir. Bu noktada acı, narsisistik bir his olarak geri döner, psikolojik bir yaradan kaynaklanan bir ıstıraptır. Bu acı, tüm içsel yatırımları etkiler ve nefret, erotik uyarılma ve meme kaybının ortaya çıkardığı sonuçların üzerinde belirleyici bir ağırlık oluşturur.

Psikolojik acı hâlindeyken nefret etmek ve sevmek imkânsızdır; haz almak, hatta mazohistik bir biçimde bile, mümkün değildir; düşünmek dahi mümkün değildir. Yalnızca, benliği kendisinden uzaklaştıran ve onu tanınmaz bir varlığa dönüştüren bir tutsaklık hissi vardır.

Özne, içe alınamayan (introjektion) bir nesnenin peşinden koşar, ancak onu reddetme ya da tamamen içselleştirme kapasitesinden yoksundur. Sonuç olarak, öznenin nesneleri daima benliğinin sınırında kalır ve ne tamamen içeri alınır ne de tamamen dışarıda bırakılır. Bunun nedeni açıktır: Merkezdeki yer, "ölü anne" tarafından işgal edilmiştir.

Bu tür analizlerde uzun zaman, klasik çatışmalar—Ödipus karmaşası, pregenital, anal ve oral fiksasyonlar—üzerinde çalışılarak geçer. Çocukluk cinselliği veya saldırganlığına dayalı bastırmalar sürekli olarak yorumlanır ve şüphesiz bazı ilerlemeler sağlanır. Ancak bunlar, analisti ikna etmekten uzaktır. Dahası, analiz edilen kişi, kendisini tatmin edebilecek noktaları vurgulasa bile, özüne dokunan temel mesele çözüme ulaşmaz.

Gerçekten de psikanalitik çalışmanın tamamı sürekli olarak çarpıcı çöküşlere maruz kalır ve her şey sanki en başa dönüyormuş gibi görünür. Nihayetinde, analiz edilen kişi artık kendini kandıramayacağını anladığında, bir tür içsel zorlamayla, ortada bir aktarım nesnesinin olmadığını fark eder: Analist, var olmayan bir figürdür; onunla kurulan ilişki manevraları, sadece hasta için merkezi çatışmadan kaçınmasını sağlayan yan aktarım nesneleriyle gerçekleşir.

Bu vakalar üzerinde çalışırken, analiz edilen kişilerin belirli anlatılarına karşı uzun süre sağır kaldığımı fark ettim. Annelerinin acımasızlığı, ilgisizliği ya da katılığı hakkındaki şikayetlerin, derinlerde yatan bir şeyin savunması olduğunu elbette anlamıştım: yoğun bir eşcinsel arzulamanın. Bu, her iki cinsiyette de kadınsı eşcinselliği ifade ediyordu. Erkek çocuklarda bile, psikanalitik anlamda, onların ruhsal yapılarının dişil yönü, çoğu zaman babanın yerini alabilecek bir nesne arayışı içinde bu şekilde ortaya çıkıyordu. Fakat, bu durum neden bu kadar uzun süre değişmeden kalıyordu? Bu noktada, annelerinin davranışlarıyla ilgili tüm şikayetlerin ardında, onun yokluğunun gölgesinin saklı olduğunu fark ettim. Aslında, annelerine yöneltilen şikayetler, çocuğuna mesafeli, başka şeylerle meşgul olan ve dolayısıyla ona karşı kayıtsız kalan bir anne figürüne işaret ediyordu. O, yanıt vermeyen ve her zaman hüzünlü bir figürdü. Konuşsa bile sessizdi. Fiziksel olarak var olsa da gerçekten orada değildi; hatta çocuğuna suçlamalar yöneltse bile, duygusal anlamda kopuktu.

Artık tabloyu çok farklı bir şekilde görüyordum. "Ölü anne", çocuğunun ona yönelttiği yatırımları çekmesiyle birlikte, çocuğun ona duyduğu sevgiyle birlikte onun bakışını, sesini, kokusunu ve şefkatinin hatırasını da beraberinde götürmüştü. Psikolojik temasın kaybı, dokunma duyumuna dair anıların da bastırılmasına neden olmuştu. O, canlı canlı gömülmüştü; hatta mezarının bile izi kaybolmuştu. Bu kaybın yarattığı boşluk, çocuğun yalnızlığını korkutucu hale getirmişti, sanki o boşluğa düşme ve kaybolma tehlikesiyle karşı karşıyaymış gibi. Şimdi, Winnicott'un "tutma" (holding) kavramını düşündüğümde, bunun hastalarımızın bazılarının yaşadığı sersemletici bir düşme hissini açıklamak için yetersiz olduğunu fark ediyorum. Bu daha çok, ruhun fiziksel bir bayılma yaşaması gibi bir psikolojik çöküş anına benziyor.

Buna ne sebep oldu? Öncelikle, nesnenin kapsüllere alınması ve izlerinin nesneye yapılan yatırımların geri çekilmesiyle silinmesi. Ardından, "ölü anne" ile kurulan birincil özdeşim ve pozitif özdeşimin negatif özdeşimle dönüşmesi. Başka bir deyişle, nesnenin kendisiyle değil, onun kaybolduğu boşlukla özdeşleşmek. Bu boşluk, belli bir süre nesnesiz kaldığında, yeni bir nesneyle dolma eğilimindedir; ancak bu, ölü annenin duygusal bir halüsinasyonu olarak ortaya çıkar.

Bu sürecin etrafında gelişen tüm ruhsal dinamikler, üç temel amaca hizmet eder:

  1. Benliği hayatta tutmak: Bu, nesneye duyulan öfke, uyarıcı haz arayışı ve anlam arayışıyla gerçekleştirilir.
  2. Anneyi yeniden canlandırmak: Onun ilgisini çekmek, onu neşelendirmek, hayatına yeniden anlam kazandırmak ve onu tekrar güldürmek.
  3. Yas nesnesiyle erken üçlü ilişki içinde rekabete girmek: Çocuk, annenin ilgisini kaybetme korkusuyla, onun ilgisini çekebilecek diğer nesnelerle bir rekabet içine girer.

Bu tür hastalar, psikanalitik teknik açısından ciddi zorluklar yaratır. Bu noktada, daha önce yazdığım "Analistin Sessizliği" üzerine olan çalışmaya atıfta bulunmak istiyorum. Burada, sessizlik kuralının, ölü annenin beyaz yas aktarımının sürdürülmesinden başka bir şeye hizmet etmediğini savunuyorum. Bununla birlikte, Klein'cı okulun yıkıcılığı sistematik olarak yorumlama yaklaşımının da bu vakalarda etkili olacağına inanmıyorum. Bunun yerine, Winnicott'un "Nesnenin Kullanımı Üzerine" adlı makalesinde (1971) sunduğu yaklaşım bana daha uygun görünüyor. Ancak, Winnicott'un, özellikle kökensel sahne (Urszene) ile ilgili cinsel fantezilerin önemini fazlasıyla küçümsediğini düşünüyorum. Bu noktaya, bir sonraki bölümde daha detaylı değineceğim.

DONMUŞ SEVGİ VE ONUN KADERİ: MEME, ÖDİPUS, İLKSEL/KÖKEN SAHNE

Depresyonda yapılan tüm yatırım türlerinde ikirciklilik temel bir özelliktir. Peki, ölü anne kompleksi bağlamında ikirciklilik nasıl bir rol oynar? Daha önce duygusal yatırımların ve temsillerin geri çekilmesini ve bunun sonucunda ortaya çıkan nefreti ele alırken, bu açıklama eksik kalmıştı. Bu yapıyı tam anlamıyla kavrayabilmek için, sevme yetisinin yalnızca ikirciklilikten ve aşırı nefret yüklenmesinden kaynaklanmadığını, aksine ilk aşamada sevginin geri çekildiğini ve donmuş bir hale geldiğini fark etmek gerekir.

Özne, sevgi nesnesini adeta bir kış uykusuna yatırır, onu dondurur. Bu süreç bilinçdışı olarak gerçekleşir. Duygusal yatırımın geri çekilmesi, bilinç düzeyinde gerçekleşen bir süreçtir. Ancak bu geri çekilme, aynı zamanda içsel enerjinin bir kısmını da nesneye bırakarak onu bilinçdışında dondurur. Bu noktada, nefretin bilinçdışına itilmiş bir dürtü ayrışmasının sonucu olduğunu söylemek mümkündür: Bağlanma zayıfladıkça, erotik duygusal yatırım azalır ve bu da yıkıcı yatırımların serbest kalmasına neden olur.

Özne, yatırımlarını geri çektiğinde, aslında bunları bilinçli olarak sadece iç dünyasına yönlendirdiğini sanır ve başka bir nesneye, yeni bir sevgi nesnesine yönelmek için hazır olduğunu düşünür. Kendi içinde, sevgisinin hala sağlam ve kullanılabilir olduğunu, sadece doğru nesneyle karşılaşmadığı için harekete geçmediğini zanneder. Ona göre, ilk nesne artık bir anlam ifade etmemektedir. Ancak gerçekte, ölü anneye ait miras, öznenin sevme kapasitesini her yerde ve her zaman gölgelemektedir. Özne, duygusal olarak zengin olabilir, ancak bu zenginliğe erişemediği için hiçbir şey veremez. Kimse onun sevgisini çalmamıştır; yine de bu sevgiyi yaşama geçiremez.

Analiz sürecinde, öznenin şimdiye kadar savunma olarak kullandığı cinsellik aniden durur. Daha önce güçlü pregenital doyumlar ve belirgin cinsel performans sergileyen bir özne, birdenbire cinsel hayatının sönükleştiğini ve giderek yok olduğunu fark eder. Ona göre, bu ne bir engellenme ne de cinsel arzunun kaybıdır; sadece etrafında arzulanmaya değer kimse kalmamıştır ya da arzuladığı kişi kendisini çekici bulmamaktadır.

Daha önce dağınık, geçici ve yüzeysel biçimde tatmin edici olan cinsel hayat artık doyum sağlamaz. Özne, sevgi yetisi askıya alınmış bir halde, yalnızca kendine yeterli olma çabası içine girer. Artık biriyle bir şeyler paylaşması mümkün değildir. Yalnızlık, eskiden kaygı verici bir durumken, şimdi olumlu bir hale gelir. Daha önce kaçtığı yalnızlık, şimdi aradığı bir şey haline gelir. Özne, kendi içine kapanır ve kendisini, kendi annesi olarak kurgulamaya başlar. Ama gerçekte, sadece ölü annenin yarattığı psikolojik düzen içinde sıkışıp kalmıştır.

Bu aşamada, ölü anne özneyi yalnızca kendi haline bıraktığı sürece rahat ettirir. Artık onun yerine koyulabilecek bir rakip nesne yoktur, dolayısıyla ölü anne çocuğunu yaşamasına izin verebilir. Çünkü kayıp nesne, yalnızca kendisinin sahip olduğu ve kimsenin erişemediği sevginin muhafızıdır. Bu da öznenin yaşadığı sevgi açmazını derinleştiren bir başka mekanizmadır.

Bu soğuk çekirdek buz gibi yanar ve buz gibi uyuşturur; ancak soğuk her ne kadar hissedilse de sevgi ulaşılamaz kalır. Bunlar yalnızca mecazlar değildir. Bu tür analiz edilenler, sıcak bir ortamda bile donduklarından şikayet ederler. Derilerinin altında, kemiklerinin içinde üşürler. Kendilerini kefene sarılmış gibi, ölümün soğuk ürpertisi içinde hissederler. Her şey, sanki ölü annenin çekirdeğinde dondurulan sevginin daha sonraki gelişimi ve Ödipus karmaşasını engellemediği gibi ilerler, tıpkı bireyin yaşamında daha sonra ortaya çıkan bir fiksasyonun da aşılabileceği gibi. Mesleklerinde daha az ya da çok tatmin edici bir hayat sürerler, evlenirler, çocuk sahibi olurlar. Kısa bir süre boyunca her şey yolunda görünür. Ancak kısa süre sonra, çatışmanın tekrarıyla birlikte, yaşamın iki temel alanı, sevgi ve çalışma, başarısız olur. Meslek hayatları, ne kadar yoğun bir şekilde bu alana yatırım yapmış olsalar da hayal kırıklığına uğratıcı bir deneyim haline gelir. Evlilik ilişkilerinde, sevgide, cinsellikte ve duygusal iletişimde derin bozulmalar yaşanır ve en büyük aksaklık da genellikle duygusal iletişimde görülür. Cinsellik açısından, ölü anne karmaşasının ortaya çıkış zamanına bağlı olarak, bir dereceye kadar korunabilir. Sevgi ise her zaman eksik bir tatminle yaşanır. En kötü ihtimalle tamamen imkânsız hale gelir, en iyi ihtimalle ise az çok bozulmuş ve engellenmiş olur. Hiçbir şeyin fazlası olamaz: Ne fazla sevgi ne fazla zevk, ne fazla haz, oysa ebeveynlik rolü – genellikle narsisistik biçimde de olsa – aşırı derecede önemsenir. Çocuklar yalnızca ebeveynlerinin gerçekleştiremediği narsisistik hedefleri yerine getirdikleri sürece sevilirler.

Artık anlıyoruz ki, ölü anne karmaşası Ödipus karmaşasını – ulaşılsa ya da aşılmış olsa bile – özellikle dramatik bir hale getirir. Örneğin, annesine saplanıp kalmış olan kız çocuğu, babanın imagosunu asla kendine mal edemez, çünkü bu durumda annesinin sevgisini kaybetmekten korkar. Ya da eğer babaya duyduğu aşk büyük ölçüde bastırılmışsa, ölü anneye değil, tam tersine fallik anneye ait özellikleri baba imagosuna yansıtmaktan kaçınamaz. Daha önce (1968) yapmaya çalıştığım gibi, bu fallik anne imagosunun yapısını başka bir yerde tarif etmeye çalıştım. Aynı imago, erkek çocuk tarafından da anneye yansıtılırken, baba ise fazla yapılandırıcı olmayan bir homoseksüel imgeye dönüşür: Bu, onu erişilmez bir nesneye çevirir, öyle ki yaygın terminolojide "önemsiz" ya da "güçsüz", "yenik düşmüş" olarak anılır ve fallik anne tarafından alt edilmiş kabul edilir. Ancak bu noktada, analizde gerileme (regresyon) sadece Ödipus karmaşasından geriye gitmek anlamına gelmez. Aynı zamanda, ölü annenin sürekli olarak geriye çektiği oral regresyona karşı korunma işlevi görür, çünkü ölü anne karmaşası ile mecazi olarak memenin kaybı birbirini yansıtır.

Her zaman bir gerçeklik savunması da bulunur, sanki özne, algılanan şeyin gerçekliğine sarılma ihtiyacı hissedermiş gibi – yansıtmaların (projeksiyonların) ötesinde, yalnızca gerçek olanın varlığını teyit etmek için. Bu, şu anlama gelir: Özne, hayal ile gerçek arasındaki farktan emin olmaktan uzak olduğu için, bunları mutlak bir biçimde ayırmalı ve birbirinden ayrı tutmalıdır. Fantezi, yalnızca bir fantezi olarak kalmalıdır; sonuç olarak, burada psişik gerçekliğin inkârı söz konusudur. Hayal ile gerçek iç içe geçtiğinde, yoğun bir kaygı baş gösterir. Öznel olan ile nesnel olan birleşir ve bu da analiz edilen kişiye psikotik bir tehdit altında olduğu izlenimini verir. Düzeni muhafaza etmek için yapısal, anal bir referans zorunlu hale gelir. Ancak bu sayede bölme mekanizması işlevini sürdürebilir ve daha da önemlisi, özne kendisini bilinçdışından uzak tutabilir. Yani, bu tür analiz edilenler kendi analiz süreçlerinde başkalarını anlamaya daha yatkın hale gelirken, kendi içlerine net bir şekilde bakma konusunda yetersiz kalırlar. Bu nedenle, analiz sürecinden beklenen etkilerin kaçınılmaz bir hayal kırıklığı yaratması şaşırtıcı değildir. Ancak analiz, neredeyse her zaman narsisistik bir biçimde büyük bir önem taşır.

Ölü anne ikinci kez ölmeyi reddeder. Analist sık sık kendine şöyle der: "Bu kez tamam, şimdi yaşlı kadın nihayet öldü, hasta sonunda yaşayacak ve ben de biraz nefes alabileceğim." Fakat sonra, analiz sürecinde veya günlük yaşamda ufak bir travma yaşanır ve bu, annelik imagosuna yeniden hayat verir. Ölü anne, bin kafalı bir Hydra gibidir: Onun boynunu kopardığınızı düşündüğünüz her seferinde, aslında yalnızca bir başını vurmuş olursunuz. Peki, bu canavarın boynu tam olarak nerededir?

Yaygın bir önyargı, mümkün olduğunca geriye gitmek gerektiğini öne sürer: ilksel memeye kadar. Bu yanlış bir yaklaşımdır, çünkü temel fantezi orada yatmaz. Nasıl ki, Ödipus karmaşasında ikinci nesneyle kurulan ilişki, özneyi annesiyle olan ilksel bağın karmaşıklığını anlamaya götürüyorsa, burada da ölü anne karmaşasının merkezine ulaşmanın yolu, doğrudan oral ilişkiyi ele almak değildir. Çözüm, Ödipus’un prototipinde, onun gelişimini mümkün kılan sembolik matriste bulunmaktadır. Ölü anne karmaşası nihayet sırrını açığa vurur: Bu, Urszene (ilksel sahne) fantezisidir.

Bugünün psikanalizinin, gerçekten de ancak tereddütlü bir şekilde, Ödipus’un vazgeçilmez yapısal referans noktası olmaya devam ettiğini kavradığına dair birçok gösterge vardır. Ancak, onun belirleyici etmenlerinin, genetik olarak oral, anal veya fallik öncüllerinde, gerçekçi bir referans açısından ele alındığında (zira orallik, anallik, falliklik, gerçek kısmi nesne ilişkilerine bağlıdır) ya da kleiniyen bir yaklaşımla genelleştirilmiş bir fantezide değil, Ödipus’a izomorfik bir fantezide, yani ilksel sahnede aranması gerektiği anlaşılmıştır.

İlksel sahneyi bir fantezi olarak vurguluyorum, çünkü Freud’un "Kurt Adam" vakasında ifade bulan konumundan net bir şekilde ayrılmak istiyorum. Orada Freud, Jung’a karşı bir tartışma yürütmek amacıyla, ilksel sahnenin gerçekliğine dair kanıtlar aramaktadır. Oysa ilksel sahne açısından önemli olan, ona tanık olunmuş olması değil, tam tersine, öznenin yokluğunda meydana gelmiş olmasıdır.

Bizi burada ilgilendiren özel durumda, ilksel sahne fantezisi belirleyici bir öneme sahiptir. Çünkü belirli koşullar, iki nesneyi devreye sokan bir yapı ile birleştiğinde, özne, ölü anne kompleksine ilişkin bellek izleriyle karşı karşıya kalır. Bu bellek izleri, yatırımların geri çekilmesiyle büyük bir güçle bastırılmıştır. Adeta öznenin içinde çözülmemiş olarak kalırlar ve özne, bu komplekse ait döneme dair yalnızca çok kısmi anılar muhafaza eder. Bazen, zararsız görünen bir örtü anısı, bundan geriye kalan tek şeydir. İlksel sahne fantezisi yalnızca bu izleri yeniden işgal etmekle kalmaz, aynı zamanda bu yeni işgal nedeniyle onlara yeni bir güç kazandırır. Böylece, bu yapı adeta yeniden alevlenir ve ölü anne kompleksine sonradan anlam kazandırılır.

Bu fantezinin her yeniden ortaya çıkışı, bir yansıtmalı güncelleme sürecini harekete geçirir; bu süreç, yansıtma (projeksiyon) yoluyla narsisistik yarayı hafifletmeyi amaçlar. Yansıtmalı güncelleme ile yalnızca öznenin içsel gerilimlerini nesneye yansıtmak suretiyle onlardan kurtulmasını değil, aynı zamanda güncel bir yeniden canlanmayı ve sadece bir hatırlamayı değil, doğrudan bir travmatik ve dramatik tekrarı tetikleyen bir süreci kastediyorum. Peki, bu ilksel sahne fantezisi açısından ne anlama gelir?

Bir yandan, özne, kendisini anneden ayıran aşılmaz mesafeyi kavrar. Bu mesafe, onda, nesneyle, en katı anlamıyla, bir temas kuramamanın çaresiz öfkesini uyandırır. Öte yandan, özne kendini, ölü anneyi canlandırmaktan, ona ruh vermekten, onu hayata döndürmekten aciz hisseder. Ancak bu sefer rakibi, anne yas içerisindeyken onu sahiplenen nesne değil, aksine, tüm beklentilere karşıt olarak, ölü anneyi canlandırabilen, ona haz ve doyum verebilen üçüncü bir nesnedir. İşte bu, narsisistik her şeye kadirlik duygusunun kaybını yeniden etkinleştiren ve sınırsız bir narsisistik çaresizlik hissini tetikleyen, tahammül edilmez bir durumdur. Bu duruma verilen tepkinin, tekil veya bir arada görülen bir dizi sonucu beraberinde getirmesi doğaldır:

1.       Bu fantezi tarafından sürekli kovalanma (takip edilme) ve öznenin aleyhine gelişen her iki nesneye karşı duyulan nefret.

2.       İlksel sahnenin klasik yorumu: sadistik bir sahne olarak, burada temel özellik, annenin hiçbir şekilde haz duymaması, aksine acı çekmesi veya hatta babanın otoritesi tarafından istem dışı haz almaya zorlanmasıdır.

3.       Önceki durumun bir varyasyonu: Anne bu kez hazzını yaşar, ancak bu durum onu zalim, ikiyüzlü bir oyuncuya, adeta şehvet düşkünü bir canavara dönüştürür. Böylece, Ödipus’un annesi olmaktan çok, Ödipus mitindeki Sfenks’e benzer hale gelir.

4.       Her iki imgeyle değişken özdeşleşme: Ya değişmez bir konumda kalan ya da sadomazohistik bir şekilde erotik bir uyarılmaya teslim olan ölü anne ile ya da ölü anneyi ya saldıran (nekrofilik bir fantezi) ya da onunla cinsel ilişki yoluyla yeniden canlandıran baba ile özdeşleşme. Çoğu zaman, özne duruma bağlı olarak bu iki özdeşleşme arasında gidip gelir.

5.       Erotik ve saldırgan libidonun sahneden geri çekilerek, yerini yoğun bir entelektüel aktiviteye bırakması. Bu aktivite, bu kafa karıştırıcı durumda narsisistik telafiye hizmet eder. Yeniden yitirilen anlamın aranışı, bir cinsellik kuramı geliştirmeye yol açar ve geniş çaplı bir “entelektüel” faaliyet oluşturur. Bu faaliyet, narsisistik her şeye kadirlik duygusunu onarmaya çalışırken libidinal tatminleri feda eder. Alternatif bir çözüm ise, sanatsal yaratımın kendine yeterlilik fantezisi için bir dayanak noktası olmasıdır.

6.       Bütün fantezinin inkar edilmesi ve bununla eşzamanlı olarak, cinsel ilişkiye dair her şeyi bilinmezlik içinde tutma çabasının güçlendirilmesi. Bunun sonucu olarak, ölü annenin yarattığı boşluk, sahnenin özne açısından tamamen silinmesiyle çakışır. Böylece ilksel sahne fantezisi öznenin hayatında merkezi bir odak noktası haline gelir ve ölü anne kompleksinin gölgesinde kalır. Bu fantezi iki yönde gelişir: ileriye ve geriye doğru.

Fantezinin ileriye doğru gelişmesi, Ödipus’un erken bir şekilde deneyimlenmesi anlamına gelir ve böylece ilksel sahneden kaynaklanan kaygıya karşı bir savunma mekanizması olarak yaşanır. Üç anti-erotik etmen, nefret, eşcinsellik ve narsisizm, birlikte etkide bulunarak, eksik yapılandırılmış bir Ödipus karmaşası ortaya çıkarır. Geriye doğru bakıldığında, anne memesiyle ilişki köklü bir yeniden yoruma tabi tutulur. Ancak sonradan bu ilişki özel bir anlam kazanır. Annenin beyaz yas hali, geriye dönük olarak memenin anlamını değiştirir. Yüzeyde, meme yıkıcı yansıtmalara maruz kalmış gibi görünse de mesele aslında kötü bir memenin hiçbir şey vermemesi değildir. Asıl mesele, memenin verildiğinde bile yokluk içinde olmasıdır. Yani, burada kaybedilmiş bir memeden değil, özlenen bir ilişkinin yokluğuyla içi boşaltılmış bir memeden söz edilir. Bu meme, doyurucu değildir ve doyuramaz. Bunun sonucu olarak, ölü anne kompleksi ortaya çıkmadan önce yaşanan mutlu meme ilişkisi yeniden kurulamaz. Artık bu ilişki, geçiciliğin ve yaklaşan felaketin damgasını taşır. Hatta bu meme, yanıltıcı bir memeye dönüşür; sahte bir benlik tarafından taşınan sahte bir meme, sahte bir bebeği besler. Böylece, geçmişteki mutluluk bir yanılsama haline gelir. Özne için yeni slogan artık şudur: “Asla sevilen biri olmadım.” Özne, bu inanca sıkı sıkıya tutunur ve bunu sonraki aşk ilişkilerinde kanıtlamak için elinden geleni yapar. Bu noktada, oral-kannibalistik fantezilere dair bir açıklık getirmek gerekmektedir. Melankoliden farklı olarak, burada doğrudan oral bir evreye gerileme (regresyon) yaşanmaz. Bunun yerine, esas olarak, ölü anneyle oral düzlemde bir özdeşleşme ve bunun doğurduğu savunma mekanizmaları söz konusudur. Çünkü özne, nesneyi tamamen kaybetmekten veya boşluk tarafından yutulmaktan korkmaktadır. Aktarım analizinin bu üç konumdan geçerek ilerlemesi, ölü anne kompleksinin ortaya çıkmasından önce var olan özgün mutluluğun yeniden keşfedilmesini sağlayabilir. Ancak bu, uzun zaman alan bir süreçtir ve nihai bir karar verilmeden önce tekrar tekrar başa dönmeyi gerektirir. Bu nihai karar, yani beyaz yasın ve onun kastrasyon kaygısı içindeki yankılarının, bu yası nihayetinde olumlu bir aktarımsal tekrar içinde çözümlemeye izin vermesi, ancak nihayet canlı olan ve babayı arzulayan bir anneyle kurulan mutlu bir ilişkinin aktarım yoluyla yeniden yaşanması ile mümkün olabilir. Bu sonuç, ancak çocuğun annesel (anneye dair) yas sürecinde onu tüketen (içten içe kemiren) narsisistik yaralanmanın analiz edilmesi yoluyla elde edilebilir.

Aktarımın Özellikleri

Teknik yönlerine ayrıntılı olarak giremeyeceğim, ancak aktarım sürecinde ölü anne kompleksinin tespit edilebildiği psikanalizlerin doğurduğu bazı sonuçlar vardır. Bu aktarımın belirgin özellikleri bulunmaktadır. Burada analiz sürecine, hasta, analistten daha yoğun bir şekilde yatırımda bulunur. Bu, analistin hiç yatırımda bulunmadığı anlamına gelmez; ancak aktarım nesnesine yapılan yatırım, libidinal yelpazenin tamamında hareket ediyor gibi görünse bile, temelde belirgin bir narsisistik örüntüye sıkı sıkıya bağlıdır. Bu durum, sıklıkla dramatik bir şekilde ifade edilen yoğun duyguların ötesinde, duygunun gizli bir şekilde geri çekilmesi biçiminde ortaya çıkar. Bu geri çekilme, kendine özgü bir rasyonalizasyonla haklı çıkarılır; örneğin şöyle bir düşünceyle: "Aktarımın bir yanılsama olduğunu ve sizinle gerçek anlamda hiçbir şeyin mümkün olmadığını zaten biliyorum. O halde tüm bunların anlamı ne?" Bu tutum, aynı zamanda bir idealleştirme süreciyle de iç içedir. Analist, idealize edilen bir figür olarak muhafaza edilmekle birlikte, aynı zamanda baştan çıkarılmalı, yani ilgisini ve hayranlığını uyandıracak şekilde etkilenmelidir.

Bu baştan çıkarma, kayıp anlamı arama şeklinde entelektüel bir çaba olarak kendini gösterir. Bu süreç hem entelektüel narsisizmi tatmin eder hem de analiste sunulan değerli bir kurban işlevi görür. Özellikle de bu faaliyet zengin bir hayal gücü ve güçlü bir kendini yorumlama kapasitesiyle birleştiğinde bu etki daha da belirgin hale gelir. Ancak tüm bu entelektüel üretkenlik, hastanın gerçek yaşamına, özellikle de duygusal alanına, çok az etki eder.

Bu tür hastaların dili çoğu zaman retorik bir biçim alır; anlatıları narratif (öyküleyici) bir tarzda gelişir (bkz. Green, 1983, Bölüm 1). Bununla amaçlanan şey, analistin duygularını harekete geçirmek, onu sürece dahil etmek ve bir tanık olarak kazanabilmektir. Analizand, dış dünyada karşılaştığı çatışmalardan söz eder ve bunu, annesine okulda geçen günü ve yaşadığı binlerce küçük olayı anlatan bir çocuk gibi yapar. Amaç, annenin ilgisini çekmek ve yokluğunda yaşadıklarına onu da dahil etmektir. Burada kolayca anlaşılabileceği gibi, öyküleyici anlatım biçimi serbest çağrışımdan oldukça uzaktır. Eğer çağrışımlar ortaya çıkarsa bile, bu mesafeli bir geri çekilmeyle birlikte gerçekleşir, adeta analizand, seansta hiç bulunmayan bir başkasının analizini yapıyormuş gibi davranır. Özne kendini geri çeker, böylece duyguların içine sürüklenmemeyi, doğrudan bir yeniden deneyimleme yaşamamayı sağlamaya çalışır. Ancak en sonunda bu duygulara boyun eğdiğinde, geriye yalnızca çıplak bir umutsuzluk kalır.

Aktarımda iki belirgin özellik fark edilebilir. Birincisi, dürtülerin denetim altına alınamamasıdır: Özne ensesti terk edemez ve dolayısıyla annesinin yasına razı olamaz. İkinci ve kesinlikle daha çarpıcı olan özellik ise, analizin bir boşluk yaratmasıdır. Yani, analist ölü anne kompleksinin temel bir unsuruna dokunmayı başardığında, özne bir anlığına kendini tamamen boşalmış, bilinci adeta boş bir sayfa gibi hisseder; sanki onu ayakta tutan ve eksikliğini dolduran nesneyi kaybetmiş gibidir.

Ölü anne kompleksinin ve annenin beyaz yasının ardında, annenin nesnesi olduğu ve olmaya devam ettiği büyük bir tutkunun varlığı sezilebilir. Ancak bu, yas sürecinin kendisini imkansız bir deneyime dönüştürdüğü bir nesnedir. Özne, tüm yapısıyla temel bir fanteziye yönelmiştir: ölü anneyi beslemek, onu yaşam boyu süren bir mumyalama içinde muhafaza etmek. Analizand, tam da bunu analistle yapar: onu analizle besler. Ancak bu, kendine yardım edip analizin dışında bir hayat kurmak için değil, tam tersine süreci sonsuza dek uzatmak için yapılır. Çünkü özne, annenin kılavuz yıldızı olmak, ideal çocuk olarak kalmak ister; böylece idealize edilmiş ölü kişinin, yani rakibinin yerini alır. Ancak bu rakip yenilmezdir, çünkü o artık canlı değildir ve dolayısıyla eksik, sınırlı ve sonlu da değildir.

Aktarım, ilksel sahne fantezisi, Ödipus karmaşası ve oral ilişki arasında gidip gelen yoğunlaştırmalar ve yer değiştirmeler için bir geometrik mekandır. Bu süreç, çifte bir yazılım içerir: biri yüzeysel ve yanıltıcı, diğeri ise merkezde konumlanan ve ölü annenin beyaz yasının etrafında dönen asıl yazılımdır. Burada esas olarak anneyle temas kaybolmuştur, ancak bu temas gizli bir şekilde ruhun derinliklerinde korunmaya devam eder. Onun yerine konulabilecek her türlü yedek nesneyle kurulan ilişki, kaçınılmaz olarak başarısızlığa mahkûmdur.

Ölü anne kompleksi, analisti iki teknik tutum arasında bir seçime zorlar. Birincisi klasik çözümdür. Bu çözüm, ölü anneyle olan ilişkiyi sessizlik yoluyla tekrar etme tehlikesi barındırır. Eğer ölü anne kompleksi fark edilmezse, analiz ya öldürücü bir sıkıcılık içinde kaybolma ya da nihayet yeniden bulunmuş bir libidinal yaşamın yanılsamasına kapılma riski taşır. Her durumda, umutsuzluk evresi kaçınılmaz olacak ve bunun ardından gelen düş kırıklığı ağır olacaktır.

İkinci çözüm, benim tercih ettiğim yaklaşımdır. Bu yöntem, analitik ortamı bir geçiş alanı olarak kullanır ve analisti, analizantın uyanıklığı ve ilgisiyle harekete geçen canlı bir nesne haline getirir. Analist, analizanta sunduğu çağrışımsal bağlantılar yoluyla kendi canlılığını ortaya koyar, ancak hiçbir zaman tarafsızlığını kaybetmez. Çünkü analizantın düş kırıklığına dayanabilme kapasitesi, büyük ölçüde analist tarafından narsisistik olarak yatırımda bulunup bulunmadığını hissedip hissetmediğine bağlıdır. Bu nedenle analistin, hastanın ifadelerini dikkatle takip etmesi ancak hiçbir zaman baskıcı yorumlara başvurmaması şarttır. Ön bilinç düzeyinde üçüncül süreçleri destekleyerek (bkz. Green, 1972) bağlantılar kurmak, hiçbir zaman baskıcı bir müdahale değildir. Bu sayede bilinç dışı fanteziye doğrudan ve aceleyle dokunma hatasından kaçınılabilir. Ancak hasta yine de böyle bir müdahale hissettiğinde, onu gereğinden fazla travmatize etmeden, bunun korkutucu olarak deneyimlenen bir hazza karşı geliştirilen bir savunmada nasıl bir rol oynadığını göstermek mümkündür.

Bu noktada, pasifliğin doğrudan çatışmalı bir deneyim olarak algılandığı anlaşılmalıdır. Pasiflik ya da pasifleştirilme hem anne hem de çocuk için ortak olan birincil dişilikle bağlantılıdır. Ölü annenin beyaz yas hali, geçmişteki tüm aşkların ortak bedenidir.

Eğer analiz, çocuğun ölü anneyle özdeşleşmiş olan kısmını en azından kısmen yeniden canlandırmayı başarmışsa, tuhaf bir tersine dönüş meydana gelir. Geri dönen canlılık, esasında zincirlenmiş bir özdeşleşmenin içinde hapsolur. Bu noktadan sonra yaşananları yorumlamak kolay değildir. Bir zamanlar annenin bakımına tamamen bağımlı olan çocuğun önceki durumu tam tersine döner. Artık çocuk ile ölü anne arasındaki bağ, adeta ters yüz edilmiş bir eldiven gibidir. İyileşen çocuk, sağlığını hâlâ hasta olan annenin kısmen yeniden yapılandırılmasına borçlu hisseder. Bunun sonucunda bu ilişki bir karşıt dönüşüme uğrar ve artık anne çocuğa bağımlı hale gelir.

Bu hareketin, genellikle yeniden iyi hale getirme (Wiedergutmachung) kavramıyla tanımlanan süreçten farklı olduğunu düşünüyorum. Çünkü burada, suçluluk duygusunun yol açtığı olumlu eylemler söz konusu değildir. Bunun yerine, annenin huzuruna bir kurban sunulur; özne, kendi canlılığını annenin önünde feda eder ve benliğin yeni kazanılmış yetilerini olası haz deneyimlerine yönlendirmekten vazgeçer.

Bu noktada analist, analizanta, tüm bu faaliyetlerin sanki sadece analize anlam kazandırmak için gerçekleştirildiğini, bunun analizantın kendisinden çok analistin yararına işlediğini göstermelidir. Sanki analizantın ihtiyaç duyan taraf değil, aksine, onu asıl ihtiyaç duyanın analist olduğu gibi, önceki süreçle tam bir karşıtlık içinde bir durum ortaya çıkmaktadır. Peki, bu değişim nasıl açıklanabilir?

Açıkça görünen durumun arkasında tersine çevrilmiş bir vampir fantezisi bulunur. Hasta, hayatını, ölülerini beslemeye adamıştır, sanki bu görev yalnızca ona aitmiş gibi. O, mezarın bekçisidir ve mezarın anahtarına sahip tek kişidir; böylece gizli bir şekilde bir bakıcı ebeveyn rolünü üstlenir. Anneyi tamamen kendine ait kılabilmek için onu ölü olarak tutar. Böylece anne, çocuğun çocuğu haline gelmiştir ve annenin narsisistik yarasını onarmak artık onun sorumluluğundadır.

Burada bir paradoks ortaya çıkar: Eğer anne yas içindeyse ve ölü durumdaysa, özne için kaybedilmiş bir figürdür; ancak ne kadar üzgün ve kederli olursa olsun, yine de oradadır, mevcuttur. Annenin varlığı, ölü de olsa devam eder. Özne onunla ilgilenebilir, onu uyandırmaya, canlandırmaya, iyileştirmeye çalışabilir. Öte yandan, eğer anne iyileşirse, uyanır ve hayata dönerse, bu özne için bir kez daha bir kayıp anlamına gelir. Çünkü sağlıklı ve canlı bir anne, özneyi terk eder, kendi yaşamına yönelir ve başka nesnelere yatırımda bulunur.

Burada, iki kayıp arasında sıkışıp kalmış bir özne ile karşı karşıyayız: ölüm içinde bir varlık ya da yaşam içinde bir yokluk. İşte bu yüzden, anneyi hayata döndürme arzusuna karşı derin bir ikirciklilik gelişir.

Metapsikolojik hipotezler: Birincil nesnenin silinişi ve çerçeveleyici yapı

Çağdaş klinik psikanaliz, en erken dönemdeki annesel imgenin özelliklerini daha ayrıntılı bir şekilde tanımlamaya çalışmıştır. Bu bağlamda Melanie Klein’in çalışmaları kuramda bir dönüşüm yaratmıştır. Ancak Klein, çocuklar ve psikotik yapıdaki yetişkinler üzerine yaptığı analizlerden hareketle, yalnızca içsel nesneye odaklanarak, annenin kendi imgesinin oluşumuna katkısını göz ardı etmiştir. Bu eksiklikten hareketle, Winnicott’un çalışmaları ortaya çıkmıştır. Winnicott’un görüşlerini bütünüyle paylaşmasalar da, Melanie Klein’in takipçileri – başta Bion olmak üzere – bu noktada kuramlarını revize etmeleri gerektiğini fark etmişlerdir.

Temelde, Melanie Klein, doğuştan gelen yatkınlıklar konusunu – özellikle bebekteki yaşam ve ölüm dürtülerinin gücünü – kesin bir biçimde ele almış ve böylece annesel değişkeni bu denklemin dışında bırakmıştır. Bu noktada, Freud’un mirasını devam ettirdiği söylenebilir. Kleinyen yaklaşım, özellikle kötü nesneye yönelik yansıtmalara odaklanır. Bu, belirli bir ölçüde haklı görülebilir. Freud, bu yansıtma süreçlerinin özgünlüğünü sorgulamış ve anne figürünü bilinçli olarak gölgede bırakmıştır. Freud’un, anne ile bebek arasındaki ilişkinin neredeyse cennetsi bir niteliğe sahip olduğu inancını sarsılmaz bir şekilde sürdürdüğü sıkça vurgulanmıştır.

Bu nedenle, Melanie Klein’in üstlendiği görev, Freud’un eksik ve tek yönlü olan bu anne-çocuk ilişkisi tasvirini yeniden şekillendirmek olmuştur. Bu değişimi yapması, incelediği çocuk ve yetişkinlerin çoğunlukla manik-depresif ya da psikotik yapıda olması nedeniyle daha da kolaylaşmıştır. Zengin bir literatür, çocuğun iç dünyasında her an var olan bir meme figürünü, yok olma, parçalanma ve her türlü cehennemi işkence tehdidi altında betimleyen anlatımlarla doludur. Bu meme, aynı zamanda bir ayna ilişkisi içinde bulunur; çocuk, elinden geldiğince yansıtma mekanizmalarıyla kendini savunmaya çalışır.

Şizoid-paranoid evrenin yerini depresif evre aldığında, nesne ve benliği birleştiren temel özellik açığa çıkar: Yansıtma faaliyeti giderek azalırken, çocuğun sorumluluk alma kapasitesi artar ve saldırgan dürtülerinin yükünü üstlenebilir hale gelir. Bu gelişim süreci boyunca çocuk, annesel nesneye daha özenli davranmaya, onunla ilgilenmeye ve onu kaybetmekten korkmaya başlar. Artık, ilkel suçluluk duygusunun etkisiyle ve tazmin (yeniden iyi hale getirme/Wiedergutmachung) etme amacıyla, yıkıcılığını kendi üzerine yöneltir. Bu yüzden, annenin herhangi bir şeyden sorumlu tutulması artık mümkün değildir.

Burada tarif edilen konfigürasyonda, kötü nesnenin nefretin kaynağı olarak izleri muhakkak ki varlığını sürdürebilir. Ancak, anne imgesinin temel olarak cansızlaşmış olması nedeniyle düşmanca özelliklerin ikincil olduğunu düşünüyorum. Anne imgesi, annenin yasından etkilenen çocuğun ayna tepkisi sonucu cansızlaşmıştır. Bu durum, daha önce işaret edilmiş bir hipotezi geliştirmemize olanak tanımaktadır.

Eğer anne ile çocuk arasındaki kaçınılmaz ayrılma için uygun koşullar mevcutsa, benlikte belirleyici bir dönüşüm gerçekleşir. Anne nesnesi, birincil kaynaşma nesnesi olma niteliğinde silinir ve yerini benliğin karakteristik yatırımlarına bırakır. Bu yatırımlar, benliğin kişisel narsisizminin temelini oluşturur. Ancak, annenin silinişi birincil nesnenin tamamen ortadan kalkması anlamına gelmez. Tam tersine, anneye yönelik negatif halüsinasyonu koruyan bu nesne, benliğin çerçeveleyici yapısına dönüşür.

Anneye dair imgeler elbette varlığını sürdürür. Ancak bunlar, çerçeveleyici yapının içine yansıtılır ve birincil nesnenin negatif halüsinasyonunun arka planına yerleşir. Fakat artık bu imgeler, çerçeve işlevine sahip değildir ya da en azından, anne ve çocuğun ortak katkısını birleştiren imgeler olmaktan çıkmıştır. Aynı şekilde, bu imgeler artık bebeğin varoluşu için hayati nitelikte duygulanımlar içermez. Bu tür ilkel imgeler, tam anlamıyla bir imge olarak bile adlandırılmayı hak etmez. Daha çok, belirgin sınırları olmayan, halüsinasyona bir imgeden daha yakın olan ve neredeyse "duygulanımsal halüsinasyonlar" olarak adlandırılabilecek bir türden oluşan karışımlardır. Bu tür deneyimler, beklenen doyumun gecikmesi ya da yokluğu sırasında ortaya çıkar. Uzun süren bir yoksunluk, öfke, hiddet ve nihayetinde yıkıcı bir umutsuzlukla sonuçlanır.

Anne nesnesinin silinmesi ve çerçeveleyici yapıya dönüşmesi, ancak nesnenin sevgisi yeterince güvenilir olduğunda tamamlanır. Bu güven, düşlem alanının çöküşe uğramasına engel olan bir kap olarak işlev görmesine olanak tanır. Çocuk, annesel nesne tarafından tutulduğunu hissettiği sürece, nesne orada olmasa bile, beklemeye ve geçici depresyona dayanabilir. Çerçeveleyici yapı, bütünüyle ele alındığında, annenin yokluğundaki varlığının bir garantisini oluşturur ve en şiddetli saldırgan fantezilerle bile doldurulabilir, ancak artık bu yapı tehdit altında kalmaz. Bu şekilde çerçevelenmiş alan, benliğin alımlayıcı istasyonunu oluşturur ve nesne imgeleri aracılığıyla erotik ve saldırgan yatırımlarla doldurulabilecek boş bir alan sınırlar. Libido, ruhsal alanı yatırımlarla doldurduğundan, özne bu boşluğu asla bilinçli olarak algılamaz. Ancak bu boşluk, gelecekteki tüm yatırımların asli matrisi haline gelir.

Eğer çocuk, henüz bu çerçeveyi yeterince güvenli bir biçimde oluşturamadan beyaz yas gibi bir travmayla karşılaşırsa, benlikte ortaya çıkan şey, erişilebilir bir ruhsal alan olmaz. Benlik, çerçeveleyici yapı tarafından sınırlandırılmış olsa da bu yapı çatışmalı bir alanı içerir. Bu alan, annesel imgeyi muhafaza etmek için mücadele eder ve onun kaybolmasına karşı direnç gösterir. Kaybedilen sevgiye dair bellek izleri ve kayıp deneyimi dönüşümlü olarak yeniden canlanır; bu, özlem ya da acı verici bir boşluk hissi olarak kendini gösterir. Bu dalgalanma, çok eski bir çatışmayı tekrar üretir: burada, ilksel bastırma başarısız olmuştur, çünkü birincil nesnenin silinişi, özne tarafından kabul edilebilir bir deneyime dönüşmemiştir ya da anne-çocuk birlikteliğinin her iki tarafı için karşılıklı olarak kabul edilen bir deneyim haline gelememiştir.

Birincil narsisizm ile birincil nesne sevgisi arasındaki karşıtlığı ele alan tartışmalar bugün belki de gereksiz hale gelmiştir. Birincil nesne sevgisinin, üçüncü bir gözlemci tarafından doğrudan saptanabilir olduğu neredeyse tartışılmaz bir gerçektir. Ancak, çocuk açısından bakıldığında, bu sevginin narsisistik olmayan bir biçimde nasıl var olabileceğini görmek neredeyse imkânsızdır. Birincil narsisizme atfedilen farklı anlamlar nedeniyle bu tartışma karmaşık bir hal almıştır.

Eğer, çocuğun tüm yatırımlarının kendisinden kaynaklandığı bir erken ilişki biçimini tanımlamak istiyorsak – belki de otoerotizmden farklı olarak, çünkü otoerotizm bebeğin bedeninde belirli erojen bölgeleri önceden seçmiştir – o zaman bu, başlangıçtaki yatırım biçimlerinin karakteristik olarak birincil narsisistik bir yapıya sahip olduğunu düşündürmektedir. Ancak, eğer birincil narsisizm terimini, parçalanma deneyiminin baskın olduğu bir evreden sonra ortaya çıkan bir bütünlük hissinin gerçekleşmesi için ayırırsak, o zaman birincil narsisizmi ve nesne sevgisini iki ayrı yatırım biçimi olarak değerlendirmek gerekir. Bu durumda, her ikisi de zıt ve birbirinden bağımsız kutuplar etrafında örgütlenmiş olur.

Ben, bu iki durumu, ruhsal aygıtın mitik bir inşasının ardışık iki evresi olarak görme eğilimindeyim. Bu doğrultuda, en erken birincil narsisizmin tüm yatırımları bulanık bir şekilde kapsadığını düşünüyorum; bunun içinde birincil nesne sevgisi ve ona simetrik olarak karşılık gelen birincil nesne nefreti de yer alır. Çünkü bu yatırımların biçimi ve niteliği, özne-nesne ayrımının başlangıçtaki belirsizliği tarafından belirlenmiştir. Bu noktadan itibaren, ayrışma gerçekleştiğinde, daha geç ortaya çıkan birincil narsisizmi tanımlamak mümkündür. Bu daha sonraki narsisizm, nesne yatırımlarına karşıt olarak yalnızca benliğe yönelik yatırımları ifade eder.

Tamamlayıcı bir düşünce olarak, birincil narsisizmin iki biçimi arasında bir ayrım yapmayı öneriyorum: pozitif birincil narsisizm (Eros’a dayanan, birlik ve kimlik arayışına yönelen) ve negatif birincil narsisizm (yıkım dürtülerine dayanan, benliğin birliğini çözme ve sıfır noktasına ulaşma eğilimi gösteren). Negatif birincil narsisizm, nesneye duyulan nefretle ortaya çıkmaz – çünkü nesneye dönen pozitif birincil narsisizmle bu nefret uyumlu olabilir – aksine, benliğin bütünlüğünü çözme ve yok olma noktasına ulaşma eğilimiyle kendini gösterir. Bu d, boşluk hissi olarak deneyimlenir.

Burada "ölü anne kompleksi" olarak tanımladığımız durum, bireyleşme ve ayrışma sürecinin (Mahler) nasıl başarısızlığa uğrayabileceğini anlamamıza yardımcı olur. Bu durumda, gelişimsel açıdan sağlıklı bir yol izlemek yerine, henüz genç olan benlik, ayrışma sonrası yeni yatırımların alıcı istasyonu olacak bir yapı inşa etmek yerine, birincil nesneyi sıkı sıkıya tutmaya çalışır. Böylece, kaybı sürekli tekrarlayarak yeniden yaşar.

Bu sürecin sonucu, nesneyle hâlâ bütünleşmiş olan birincil benlik düzeyinde narsisistik bir boşalma hissidir. Bu his, depresyonun karakteristik özelliklerinden biri olan boşluk duygusuyla kendini gösterir ve her zaman libidonun geri çekilmesiyle birlikte gelişen bir narsisistik yaralanmanın sonucudur. Daha önce de belirtildiği gibi, bu noktada tüm libido narsisizme çekilir ve benlik düzeyinde kaçınılmaz bir narsisistik kayıp yaşanır.

Bu bağlamda nesne "ölü" hale gelir (gerçek anlamda bir ölüm gerçekleşmese bile, artık canlı değildir). Bu yüzden, benliği de peşinden sürükleyerek terk edilmiş, ölümcül bir evrene taşır. Annenin beyaz yas hali, çocuğun beyaz yasını tetikler; çünkü çocuğun benliğinin bir parçası, annenin ruhsuzluğunun mezarlığında gömülür. Ölü anneyi besleme arzusu, aslında en erken sevgiye gizemli bir mühür vurma çabasıdır – bu, ayrışmanın tam olarak gerçekleşemediği için bastırılan, dolayısıyla gömülü kalan bir sevgi biçimidir.

Psikanalistler, ölü anne kompleksinin tanımında klinik olarak tanıdık bir yapı bulacaklardır; bu yapı, belirli yönleriyle benim sunumumdan farklılık gösterebilse de genel olarak ortak bir tanıma ulaşılabilir. Psikanalitik kuramın sınırlı gözlemlerden hareketle geliştirildiği düşünüldüğünde, benim tanımımın başka deneyimlerle örtüşebilecek, yeterince genellenebilir özellikler taşıması olasıdır. Bununla birlikte, tanımladığım kompleks, yalnızca analizini yaptığım hastalara özgü belirli yönler de içerebilir.

Ayrıca, burada yapısal olarak ana hatları çizilen ölü anne kompleksinin çok daha ilkel bir biçimde de ortaya çıkabileceği mümkündür. Bu nedenle, burada dile getirilen travmatik deneyimin daha örtük bir şekilde meydana gelip gelmediğini ya da çocuğun sonuçlarını tolere edebilecek hale geldiği daha ileri bir dönemde ortaya çıkıp çıkmadığını sorgulamak gerekir. Böyle bir durumda çocuk, daha kısmi, daha hafif ve aşılması daha kolay bir depresif süreçle karşı karşıya kalabilir.

Psikanalizin günümüzde içsel-ruhsal (intrapsişik) örgütlenmenin kaderine vurgu yaparken, annesel travmanın rolüne karşı temkinli bir yaklaşım sergilediği bir dönemde, ben yine de bu travmaya büyük bir önem atfediyorum. Çalışmamın başında gösterdiğim gibi, depresif konum artık tüm yazarlar tarafından kabul edilmektedir; ancak her biri bunu farklı şekillerde açıklamaktadır. Buna karşın, anne ile çocuk arasındaki erken ayrılıkların depresif etkileri uzun süredir tanımlanmış olsa da travmanın anlamı ile depresif belirtiler arasındaki doğrudan bağlantı net bir şekilde ortaya konmamıştır.

Ölü anne kompleksinde, durumu ne genel bir depresif konuma indirgemek ne de gerçek bir ayrılığın yol açtığı ağır bir travmayla eşitlemek mümkündür. Benim incelediğim vakalarda, anne-çocuk ilişkisinde sürekliliğin gerçek anlamda kesintiye uğramadığı görülmektedir. Ancak, depresif konuma doğal bir şekilde geçişten bağımsız olarak, annesel geri çekilmenin gerçekliği, depresif sürecin çözülmesini karmaşıklaştıran önemli bir faktör olmuştur. Çocuk tarafından yeterince algılanabilir olan bu geri çekilme, narsisistik bütünlüğü zedeleyebilecek bir yoğunluğa ulaşmıştır.

Bu yapı, Freud’un nevrozların etiyolojisine dair geniş anlamdaki görüşüyle de uyumlu görünmektedir. Freud’a göre, çocuğun ruhsal yapısı hem bireysel yatkınlıklarının hem de erken çocukluk döneminde yaşadığı olayların bir bileşimi olarak şekillenir.

Freud ve Ölü Anne

Bu çalışmanın çıkış noktası, Freud’un eserinden hareketle gelişen günümüz klinik deneyimidir. Alışılmış yöntemin tersine hareket ettim; yani önce Freud’un eserinde yeni bir bakış açısını garanti edebilecek unsurları araştırmak yerine, bunu en sona bıraktım. Açıkça söylemek gerekirse, ancak yolculuğumun sonuna yaklaşırken bende bastırma zayıflamaya başladı ve Freud’un hangi ifadelerinin düşüncelerimle ilişkili olduğunu hatırlamaya başladım. Bu bağlantıyı Yas ve Melankoli (1917) yerine Düşlerin Yorumu (1900) adlı eserinde buldum.

Düşlerin Yorumu’nun son bölümünde Freud, ilk baskıda yer alan "Düş yoluyla uyanma" başlığı altında kişisel bir rüyasından bahseder. Bu, "sevilen anne rüyası" olarak bilinir ve Freud’un yalnızca bu eserinde değil, aynı zamanda mektuplarında da tek çocukluk rüyası olarak söz ettiği rüyadır. Bizim ele aldığımız konu bağlamında, Freud’un ruhsal sağırlaşması nedeniyle Fliess, Freud’un ölü annelerinden biri haline gelmiştir. Anzieu (1975), bu durumu Rosenfeld ve Grinstein’in (1968) yorumlarını kullanarak çarpıcı bir şekilde analiz etmiştir.

Burada rüyanın tüm ayrıntılarına ve çeşitli yorumlarına girmeyeceğim, ancak yalnızca manifest içeriğini hatırlatmak istiyorum. Freud, rüyasında "sevilen annesinin, yüzünde tuhaf bir sakinlik ve uyuyan bir ifade ile, gagaya benzeyen burunları olan iki (veya üç) kişi tarafından odaya taşınarak yatağa yatırıldığını" görür (Freud, 1900, s. 89). Rüyayı gören kişi, ağlayarak ve çığlık atarak uyanır ve böylece anne-babasını da uyandırır. Bu, ani bir uyanışla bölünen bir korku rüyasıdır.

Rüyanın analizinde Freud da dahil olmak üzere yorumcular yeterince vurgulamamışlardır ki bu, gerçek anlamda tamamlanmamış bir rüyadır; yani, bir rüya olabilecek ancak tamamlanmadığı için rüya olamamış bir durum söz konusudur. Bu rüyanın sonu hâlâ icat edilmeyi beklemektedir. "İki (veya üç) kişi" ifadesindeki belirsizlik – Freud’un duraksaması ve tereddüdü – dikkate değerdir. Bu kişilerden hangisi uyuyan anneyi nihayetinde yakalayacaktır? Rüyayı gören kişi, bu belirsizliğe daha fazla dayanamaz. Aynı anda hem kendi rüyasını hem de anne-babasının uykusunu kesintiye uğratır. Freud’un ve yorumcularının detaylı analizleri, rüyanın iki temel tema etrafında birleştiğini gösterir: annenin ölümü ve cinsel ilişki. Burada, ölü anne, ilksel sahne fantezisi ve Ödipus karmaşası arasındaki ilişkiye dair hipotezimin doğrulandığını görebilir miyiz? Çünkü bu sahnede yalnızca arzunun nesnesi değil, aynı zamanda gagalı iki ya da üç kişi de devreye girmektedir. Çağrışımlar, bu kişilerin kökenini net bir şekilde ortaya koymaktadır: Bu figürler Philippson İncili’nden alınmıştır. Grinstein’in (1968) araştırması sayesinde, bu imgenin Freud’un babasına ait olan İncil’de bulunan 15. figürle bağlantılı olduğu tespit edilmiştir. Bu figür, yoğunlaştırmanın nesnesi haline gelmiştir. Aslında, Freud’un ilk çağrışımı olan "şahin başlı tanrılar" burada söz konusu değildir. Resimde görülen figürler, Aşağı Mısır’ın firavunlarıdır – özellikle Aşağı Mısır vurgusunu yapıyorum – ve kuşlar, yatak direklerine yerleştirilmiştir. Bu yoğunlaştırmanın önemli olduğunu düşünüyorum, çünkü kuşlar, annenin yatağından alınarak figürlerin başlarına yerleştirilmiştir. Resimde iki figür bulunmakta, üç değil. Bu bağlamda, annenin bir kuş fallusuna sahip olduğu düşünülebilir. Resmi açıklayan bir metinde şu cümle yer almaktadır: "Kral Davut, Abner’in sedyesini takip ediyor." Anzieu’nun belirttiği gibi, bu metin ensest, baba ve kardeş katli gibi temalarla yüklüdür.

Anzieu, bana göre haklı olarak, rüyadaki iki figürü Freud’un dedesi Jakob Freud ve en küçük üvey kardeşi Philipp’in imgeleri olarak yorumlamaktadır. Bunun nedeni, bilindiği üzere 1836 doğumlu Philipp’in Freud’un annesinden yalnızca birkaç yaş küçük olması ve Freud’un oyun arkadaşlarının, üvey ağabeyi Emmanuel’in çocukları olmasıdır. Rüyadaki ölü anne, 3 Ekim 1865’te Freud henüz dokuz buçuk yaşındayken ölen anne tarafından dedesine, onun ölüm döşeğindeki haline benzemektedir. Bu durumda, Amalia Freud ile oğlu arasındaki ilişkiye etki etmiş olabilecek bir annelik yası söz konusudur. Yorumcular, Freud’un rüyayı yanlış tarihlendirmesine her zaman şaşırmışlardır. Freud, bu hatayı hiçbir zaman düzeltmemiştir. Rüyayı yedi ya da sekiz yaşındayken gördüğünü iddia etmiştir ki, bu da anne tarafından dedesinin ölümünden bir buçuk ila iki yıl öncesine denk gelmektedir. Bu zamanlama yanlışı mantıklı değildir. Genellikle bu hata düzeltilir ama daha derin bir araştırma yapılmaz. Bense bu hatalı tarihlendirmenin önemli bir ipucu sunduğunu düşünüyorum: Bu rüya, yalnızca anne tarafından dedenin yasını değil, daha önceki bir yası da içeriyor olabilir. Freud’un yanlış hesapladığı bir buçuk ila iki yıllık sapma, annenin çok daha erken yaşadığı başka bir yas sürecine işaret etmektedir: Freud’un küçük kardeşi Julius’un yasına. Julius, Freud 17 aylıkken doğmuş ve 23 aylıkken ölmüştü – yani, tam olarak bir buçuk ila iki yıl arasında bir fark söz konusudur. İşte bu nedenle rüyada "iki (veya üç) kişi" ifadesi ortaya çıkmaktadır: ya Jakob ve Philipp ya da Jakob, Philipp ve Philippson – yani Julius, Philipp’in oğlu.

1859’da Freud üç yaşındayken, annesinin tekrar hamile kalabileceğinden korktuğu açıktır. Aynı zamanda, Philipp’in annesini bir kutuya kapatabileceği, "kasten kapatılmış" olabileceği, hatta kaba bir tabirle "hapise atılmış" ("eingelocht") olabileceğine dair bir korku taşımış olması da mümkündür. Burada Freud’un genç öğretmeninin, yani ev sahibinin oğlunun neden Philipp adını taşıdığına dair bir açıklama yapmak istiyorum. Bu kişi, Freud’a cinsel ilişkiye dair ilk bilgileri veren kişiydi. Burada önemli olan, Philipp’in Amalia ile ilişki içinde olması ve Philippson’un (Julius’un) Freud’un cinsel ilişki, çocuk doğurma ve ölüm arasındaki bağlantıyı anlamasını sağlamış olmasıdır.

Julius, daha sonra Freud’un ad unutma fenomeninin nesnesi haline gelmiştir. Freud, 26 Ağustos 1898 tarihli Fliess’e yazdığı mektubunda ressam Julius Mosen’in adını unutmuştur. Mosen-Moses-Moise bağlantısını biliyoruz ve Freud’un Musa’yı bir Mısırlı yapma konusundaki ısrarını da göz önünde bulundurursak, buradaki sembolik anlam daha da belirgin hale gelir. Açıkça söylemek gerekirse, Freud’un soy bağı yalnızca Amalia ve Jakob’a bağlanmak zorunda değildir. O, ev sahibinin oğlunun ya da en azından Amalia ve Philipp’in çocuğu da olabilir.

Bu bağlantı, Freud’un Roma’yı fethetme takıntısına ışık tutmaktadır. Burada, Freud’un ensest rüyalarından bahsederken Julius Caesar’ı Livius aracılığıyla anımsadığını hatırlamak önemlidir.

Freud’un eserlerinde on sekiz aylık yaş dönemi özel bir anlam taşımaktadır. Bu yaşta, Freud’un torunu ip makarasıyla oynar – bu, ölü anne ve yeniden dirilen anne temalarını çağrıştırır. Aynı torunu, iki yaşına yaklaşırken ölür ve bu durum, yoğun ama aynı zamanda bastırılmış bir yas sürecine yol açar. Bunun yanı sıra, Kurt Adam, ilksel sahneye bu yaşta tanıklık ettiğini iddia etmiştir. Anzieu’nun yaptığı iki gözlem, benim vardığım sonuçlarla örtüşmektedir. O, Freud’un önbilinç düzeyindeki işleyişine bakarak Freud ve Bion arasında bir benzerlik kurar. Bion, psişik aygıtın temel ilişkisel biçimleri olarak yalnızca sevgi ve nefreti değil, aynı zamanda bilme arzusunu da öne çıkarmıştır. Son olarak, Anzieu, Freud’un rüyadaki temel korkuyu, yani anne ölümüne dair korkuyu başka bir şeye yönlendirme çabasının şüpheli olduğunu öne sürmektedir. Burada, çözümlenmesi gereken bir başka hipotez daha bulunmaktadır: oral ilişki. "Sevilen anne" rüyasıyla bağlantılı bir diğer rüya bizi, annenin hâlâ hayatta olduğu bir noktaya götürmektedir: "Üç Moira" rüyası.

Bu rüyada, Freud’un annesi "Knödel" (hamur köftesi) yapmaktadır. Küçük Sigmund yemek istemektedir, ancak annesi ona beklemesini söyler ("net bir söz olarak ifade edilmemiştir" diye ekler Freud). Freud’un çağrışımları, burada ölümü işaret eder. Freud, bu rüyaya uzun süre sonra, düş yorumunun bağlamından oldukça uzak bir noktada tekrar döner. Düşlerin Yorumu’nda şu ifadeyi kullanır (1900, s. 238 f.): "Üç Moira rüyam açıkça bir açlık rüyasıdır, ancak bu açlık ihtiyacını, çocuğun anneye duyduğu özleme kadar geriye götürerek, masum bir arzuyu daha ciddi ve açıkça ifade edilmesi mümkün olmayan bir arzunun örtüsü olarak kullanır." Bu yorum, rüyanın bağlamı içinde anlamlı görünse de burada dikkatli olunmalıdır. Freud’un, 1913’te "Kutu Seçimi" motifinde yeniden ele aldığı üçlü kadın figürü – anne, eş (ya da sevgili) ve ölüm – burada tekrar karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda sevgilinin sansürü üzerine çok şey yazılmıştır. Şimdi ise bana düşen görev, ölü annenin sansürünü kaldırmak ve annenin kurşuni sessizliğini dile getirmektir.

Üçlememiz artık tamamlandı. Bir kez daha, meme kaybının metaforik anlamına geri dönüyoruz; bu kayıp, Ödipus, ilksel sahne fantezisi ve ölü anne ile ilişkilidir. Ölü annenin öğrettiği ders, onun da bir gün ölmek zorunda olduğudur, böylece başka biri sevilebilsin. Ancak, onun ölümü yavaş ve yumuşak olmalıdır ki sevgisinin hatırası yok olmasın ve yerini alacak olan kişiye cömertçe sunacağı sevgiye kaynaklık edebilsin. Böylece, her zamanki gibi, ancak sonradan anlam kazanarak, döngümüz tamamlanıyor. Bu rüyaları ve onlara dair yorumları uzun zamandır biliyordum. Bazıları, hafızamda izler bırakan ama neden önemli olduklarını tam olarak anlayamadığım bir şeyler olarak yer etmişti. Ancak bu izler, belirli analizantların konuşmalarıyla yeniden işlendi ve ancak belirli bir anda, ama daha önce değil, onları anlayabildim. Tam da bu konuşmalar sayesinde Freud’un kelimesi kelimesine ne kastettiğine geri dönebildim. Ya da belki de bu metinlerin kriptomnezik (gizil anı/unutulmuş bellek/örtük hatırlama) hatırası, analizantlarımın sözlerine daha açık hale gelmemi sağladı. Zamanı doğrusal bir kavram olarak ele alırsak, bu hipotez doğrudur. Ancak sonradanlık (Nachtraeglichkeit) kavramı açısından bakıldığında, diğeri doğrudur.

Her ne şekilde olursa olsun, sonradanlık kavramında, önceden kaydedilmiş ve henüz açığa çıkmayı bekleyen bir anlamın varlığı kadar esrarengiz bir şey yoktur. Bu kesinlikle bir “anlam”dır (aksi takdirde ruhun içine kaydedilemezdi). Ancak ertelenmiş olan bu anlam, ancak tamamen farklı bir bağlamda yeniden yatırımlanarak uyandırıldığında gerçekten anlam kazanır. Peki, bu nasıl bir anlamdır? Kayıp olan ve yeniden bulunan bir anlam mı? Bunu söylemek, ön-anlamsal yapıya gereğinden fazla önem vermek olurdu ve bu yeniden buluş, daha çok bir keşif kategorisine ait olurdu. Belki de henüz tam anlamını kazanmamış, yalnızca potansiyel bir anlamdır; ancak analitik – ya da şiirsel – deneyimle birlikte gerçek bir anlama dönüşebilir.

Suzan Girginer