PSİKOANALİZ IŞIĞINDA ERKEN RUHSAL İŞLEVLER

PSİKOANALİZ IŞIĞINDA ERKEN RUHSAL İŞLEVLER

PSİKOANALİZ IŞIĞINDA ERKEN RUHSAL İŞLEVLER

Yazar: Leo Rangell

Çev: Suzan Uğur Girginer

 

Bu sempozyumun amacı, erken ruhsal işlevlerin bazı kuramsal yönlerini ele almaktır; bu konuya ilişkin çeşitli alt başlıklara son yıllarda yayımlanan literatürde önemli bir yer ayrılmıştır. Yakın zamanlardaki bazı konferans temaları — örneğin Amerikan Psikanaliz Derneği'nde “Duyguların psikanalitik kuramı”, “Düşünmenin kuramı” ve “Kaygı” temalı bir sempozyum — bu ruhsal fenomenlerin en erken kökenlerine dönülmesini zorunlu kılmıştır. Erken benlik işlevlerine ilişkin tartışmalar ve yakın zamanda üstbenlik işlevinin kökenlerini araştıran başka bir rapor da yine bu en erken yaşam evresine yönelmek durumunda kalmıştır. Bunun ötesinde, çıkış noktası bambaşka yönlerden gelen birçok çalışma da kaçınılmaz olarak bu döneme işaret etmektedir: Borderline hastalarla ilgili çalışmalar (Rangell, Robbins), nevrozların ortaya çıkışında pregenital ögelerin tartışıldığı psikotik vakalar, hem sağlıklı hem de hasta çocukların doğrudan gözlemleri ve Jacobson’un “benlik” kavramını netleştirmeye yönelik çalışmaları; tümü, açıklamalar ve kökenler için en erken yaşam evrelerine yönelmiştir. Şimdi amacım, bu farklı yaklaşımları mümkün olduğunca ortak etkenler ve düşünceler etrafında birleştirerek ele almaktır.

Psikanaliz her zaman erken yaşam yıllarına doğru genetik bir araştırmaya yönelmişti; Gill ve Rapaport’un yakın zamanlı önerilerine göre bu eğilim, psikanalitik metapsikolojinin dinamik, ekonomik, yapısal ve uyumsal yönlerinin yanı sıra temel eksenlerinden biri sayılmalıdır. Kris kısa süre önce bu alandaki analitik çalışmaları, yani çocukluk anılarını yeniden kazanma çabasını, daha sonra gelen gözlemler ve kuram ile teknik alandaki gelişmeler ışığında incelemiştir. Psikanalizin ilk dönemlerinde yapılan bu arkeolojik “kazılar” öncelikle Freud’un nevrozların temel çatışması olarak gördüğü Ödipus karmaşasını gün yüzüne çıkarmıştı. Bu, nevrozların ve insan davranışlarının birçok yönünü aydınlatan temel bir buluştu. Ancak sonraki klinik araştırmalar ve derinlemesine düşünüşlerle birlikte, bu odak çeşitli nedenlerle daha erken evrelere, daha ilkel ve arkaik mekanizmalara ve fenomenlere kaydırıldı. Bu yolla elde edilen klinik verilerin ardından, yeni içeriklere uygun kuramların geliştirilmesi geldi.

Bu erken kökenlere yönelişin çeşitli nedenleri vardır. Her şeyden önce, narsisistik nevrozların ilgi alanımıza girmesiyle birlikte ortaya çıkan pratik-terapötik bir itki söz konusudur. Bu durumların araştırılması ve nevrozlarla yapılan sürekli, daha derinlemesine çalışmalar, daha erken sabitlenme (fiksasyon) ve ortaya çıkış evrelerinin fark edilmesine yol açtı. Bu bulgular, psikozlu çocuklar da dahil olmak üzere çocuklar üzerindeki doğrudan gözlemlerle tamamlandı; bu gözlemler de yine, esas olarak terapötik gerekçelerle yapılmıştı ve benzer şekilde bu erken mekanizmalara işaret ediyordu.

Bununla birlikte, bu pratik motivasyonun yanında, erken çocukluk döneminin ruhsal yapılanması üzerine kuramsal açıklamalar geliştirme yönünde, basitçe “var oldukları” için, her zaman bir başka motif daha vardır ; tıpkı cesur Everest dağcılarının, dağa neden tırmandıkları sorulduğunda verdikleri cevap gibi: “Çünkü orada.” Bu bağlamda, Freud’un nevrozları tedavi etme gerekliliğiyle sınırlı kalmaksızın rüya konusundaki büyük keşiflerine ulaştığını düşünmek de mümkündür; çünkü “rüyanın varlığı” ona yeterli motivasyon ve ilham kaynağı sağlamış olabilir. Aynı ikili motivasyon, kuram inşası için de geçerlidir. Kuram, klinik verilerin toplanmasının ardından, pratik amaçlarla ortaya çıkar. Böylece yeni klinik anlayışlar geliştirilebilir ve (umarız) teknik gelişmeler sağlanabilir. Ancak kuram, yalnızca kuram uğruna da geliştirilebilir: Bilme arzusunun, yani açıklanamamışı açıklama çabasının bir parçası olarak, insan doğasının bir yönü olarak.

Bu en erken evrelerin araştırılmasında, psikanalitik mikroskobun ruhsal işlevlerin kökenlerine yönelik bu derinleşen ilerleyişine eşlik eden özel bir beklentinin de rol oynadığını göz önünde bulundurmak gerekir. Bu durum, insanın fiziksel atomun ve atom çekirdeğinin içine doğru yaptığı keşiflerde hissedilen umutla karşılaştırılabilir: Yani, mikroskobik olanın fethinden muazzam bir enerji elde edileceği umudu. Ruhsal alanda da ister bilinçli ister bilinçdışı olsun, benzer bir beklenti vardır. Nasıl ki travmanın zararlı etkisinin, organizma ne kadar genç ve narinse o kadar büyük ve sarsıcı olduğu her zaman vurgulanmıştır, aynı şekilde bu genç ve gelişmekte olan yapının uygun biçimde desteklenmesiyle mümkün olan en büyük iyileştirici etkinin sağlanabileceği umulmaktadır.

Bizler, henüz farklılaşmamış biçimi analiz etme ve anlama çabası içindeyiz; bunu, farklılaşma yollarını bir gün yönlendirebilme ya da etkileyebilme umuduyla yapıyoruz. Bu ideale yönelik, en üst düzeydeki sonucu elde etme umudu, psikanalizden, her ne kadar çoğu zaman gerçekçi olmayan bir biçimde olsa da beklenen örtük bir vaatti. Bu bağlamda, dikkatimizin yalnızca patoloji ve çöküşe değil, klinik yelpazenin diğer ucuna, yani özel yetenekli bireylere yöneldiğini de hatırlayabiliriz. Ernst Kris böyle bir araştırmaya öncülük etti ve bu çalışma şu anda New York’ta bir uzun soluklu proje olarak sürdürülmektedir.

Bu erken evrelerin aydınlatılmasına hizmet eden yöntemler, bu alana zıt yönlerden yaklaşmakta, ancak birbirini tamamlayan içgörüler sunmaktadır. Öncelikle, yetişkinlerin ve çocukların analizine dayanan, psikoz durumlarını da içeren ve belki de bu bağlamda en verimli olabilecek olan yeniden yapılandırma (rekonstrüksiyon) yöntemini anmak gerekir. Yeniden yapılandırma yönteminin özel imkânları ama aynı zamanda tehlikeleri, Ekstein ile birlikte kaleme aldığımız bir yazıda daha ayrıntılı biçimde ele alınmıştır.

Erken ve ilkel durumların yeniden yapılandırılmasında, örneğin jestler, ince ve kontrolsüz duygulanımsal (affektif) ifade biçimleri ve beden duruşları gibi, söz öncesi iletişim yolları da devreye sokulabilir. Bu alanın anlaşılmasına bir süre önce Felix Deutsch katkıda bulunmuştur. Ağız bölgesinin ruhsal anlamı ve bu bölgenin ruhsal denge durumunun kurulması ve sürdürülmesindeki rolüne dair yazarın yaptığı bir çalışmada, ilkel ve arkaik bir Ben (Ich) durumunun, ince affektif durumlar ve söz öncesi davranış biçimlerinin yorumlanması yoluyla aydınlatıldığı karmaşık bir yeniden yapılandırma örneği yer almaktadır.

Yeniden yapılandırmaya ek olarak, Spitz, Fries ve Escalona tarafından öncelikle araştırılmış olan bebeklerin doğrudan gözlemi yöntemi gelir. Piaget aynı yöntemi, esas olarak bilişsel işlevlerle ilgili bir çalışmasında uygulamıştır. Bu araştırmalar çerçevesinde özellikle dikkat çeken bir alan, yakın zamanda Boston’da Peter Wolff’un önderliğinde yürütülen ve doğum sonrası ilk dört ya da beş gün boyunca yenidoğanların neredeyse kesintisiz gözlemlenmesini içeren çalışmalardır.

Son olarak, bu iki yöntemin arasında kaçınılmaz olarak oluşan boşluğu doldurmayı ve bu iki uç arasında önemli bir köprü işlevi görmeyi amaçlayan bir üçüncü yaklaşımımız daha var: uzun vadeli ve detaylı takiplerle yürütülen gelişimsel boylamsal çalışmalar. Bu tür araştırmalar ilk kez çeyrek yüzyıl önce Fries tarafından düşünülmüş ve uygulanmıştır. Bu tarz çalışmalar, örneğin Denver’da Joh. Benjamin’in yönettiği ve özellikle “öngörücü” (predictive) yönüyle ilgilenen seçkin araştırma programlarında düzenli olarak yer bulmaktadır; ayrıca Escalona ve Heider’in çalışmaları, Yale’de yürütülen paralel bir çalışma ve Kaliforniya Üniversitesi’nde Tidd, Call ve Beckwith tarafından yürütülen benzer bir proje de bunlara dahildir. Bu bağlamda, Ernst Kris’in “öngörü” yönteminin uygulanmasına verdiği özel itkiyi de anmak gerekir (bu katkı Marianne Kris tarafından tanımlanmış ve Anna Freud tarafından da anılarak vurgulanmıştır).

Erken yaşam aylarındaki ruhsal işlevlerin incelenmesine sıklıkla gösterilen coşku ve beklentiler göz önüne alındığında, burada bazı uyarı niteliğinde ve temkinli olmaya çağıran sözler eklemek ve bu alandaki araştırmalarda düşülebilecek bazı yanılgılardan bahsetmek istiyorum. Bu çalışmalardan herhangi bir yönüyle yoğun şekilde ilgilenmiş ve belli bir bölümü mikroskobik bir incelemeye tabi tutmuş bir kişi, çoğu zaman bu kısmı bütünle olan ilişkisi içinde göremez ve bunun yerine tekil bir bileşeni abartır. Bu, geçersiz genellemelere yol açabilir ve çoğu zaman bu bileşenden tüm bir "açıklama sistemi" türetilir.

Örneğin, yok etme dürtüsünün (Destruktionstrieb) rolü orantısız bir şekilde vurgulanabilir ve tıpkı Melanie Klein’ın ekolünde olduğu gibi, ardından bu dürtüden yola çıkılarak tüm kapsamlı bir kuramsal “sistem” inşa edilebilir. Böylece, her nevrozun oluşumunda yıkıcılık ve saldırganlık çatışmalarına merkezi bir rol atfedilir; oysa bu çatışmalar özellikle psikotik bozuklukların açıklamasında öne çıkarılmıştır. Bu yaklaşım, gözlemlenebilir verilerin geniş diğer kesimlerinin gözden kaçmasına veya önemlerinin küçümsenmesine neden olur.

Ya da nesne ilişkileri gereğinden fazla önemsenir ve ruhsal işleyişlerin tamamına dair bir kuramın odak noktası haline getirilir; öyle ki neredeyse tüm ruhsal fenomenleri açıklamak için başvurulan bir unsur olurlar. Fairbairn gibi bazıları, diğer tüm bilinen ve önemli etkenleri dışlayarak, yalnızca nesne ilişkilerinin kaderinden yola çıkarak tüm klinik sendromları açıklamaya çalışır.

Böylesi bir tek yanlılığa yakın zamanda ortaya çıkmış başka bir örnek olarak, özdeşim (Identifikation) kavramının aşırı vurgulanmasını verebiliriz; oysa özdeşim, olası savunma mekanizmalarından yalnızca biridir. Kuşkusuz, özdeşim kavramına birçok ruhsal olguyu açıklamak için fazlasıyla başvurma eğilimi vardır. Yakın zamanlarda benzer bir eğilimi, Benlik Kimliği (Ich-Identität) kavramının, aslında yalnızca belli bir alanla sınırlı olması gerekirken, çok daha geniş bir kapsam için kullanılmasında da gözlemliyoruz. Görünüşe göre psikanaliz, moda etkilerine karşı bağışık değildir.

Buna karşılık, ruhsal olguların karmaşıklığının önemi ise sıklıkla göz ardı edilmektedir. Örneğin, bir nevrozun oluşumunda libidinal ve saldırgan dürtülerin birbirinden farklı ve çoğu zaman incelikli biçimlerdeki birleşimleri, aşırı sadeleştirme uğruna gözden kaçırılmaktadır. Nesne ilişkileri kuramı, yalnızca nesneye değil, aynı zamanda dürtünün kaynağına, amacına ve nesnesine yer veren ve hesaba katan daha kapsamlı libido kuramının yerine geçmektedir. Böylece çok daha geniş bir alandaki kaymalar fark edilir hale gelir; semptomatoloji ve uzlaşım oluşumları (kompromissbildungen) çok daha geniş bir düzlemde ve daha çok kaleydoskopik varyasyonlarla işler hale gelir.

Burada gerekli olan, tekil bileşenleri birbirinden ayrı birimler olarak tutmak değil, onları bütünleştirerek kavrayabilmektir. Fries, daha erken dönemlerde bu tür bir anlayışı “bütünleştirici gelişim” (integrative Entwicklung) olarak tanımlamıştı. Bu anlamda bütünleştirme, şu anki sempozyumun da hedefidir. Bununla birlikte Benjamin’in şu haklı uyarısını da göz ardı etmemeliyiz: “Bir problemin yalnızca sınırlı bir kısmıyla yoğun biçimde ilgilenmek, büyük bir problemi yetersiz araçlarla ele almaktan çok daha yararlı olabilir”. Bu nedenle, bütüne ancak mütevazı bir bakışla yaklaşmakla yetinmeliyiz.

Şunu da aklımızda tutmalıyız: Bütün tekil akımlar aynı anda mevcuttur, birbirini etkiler ve birlikte erken ruhsal aygıtın bütününü oluştururlar. Bu aygıt, bir araya gelen parçalardan fazlasıdır ve işlevini bir bütün olarak sürdürür. Örneğin, birincil süreç düşüncesinden ikincil süreç düşüncesine doğru yaşanan ilerleme, yaygın (dağınık) duygulardan daha kontrollü duygulara geçişle eşzamanlıdır. Aynı zamanda, yaygın bir hoşnutsuzluktan kaygı gelişir; kontrolsüz kaygı, sinyal kaygısına dönüşür ve bununla birlikte Ben’in ve diğer ruhsal yapıların giderek daha fazla gelişimi, kaygının da gitgide daha karmaşık hale gelen savunma biçimleriyle işlenmesi ortaya çıkar.

Erken ruhsal işlevlere atfedilen görece önemin başka bir riskli alanı ise, bu en erken evrelere “derinlikten gelen direnç” adı verilen bir tarzla saldırılması ihtimalidir. Bu noktada yalnızca teknik olarak değil, kuramsal formülasyonlarda da aşırıya kaçılabilir; çünkü, klinik deneyimlerden de bilindiği üzere, direnç hem yüzeyde hem de derinlikte ortaya çıkabilir. Direnç, daha yüksek ruhsal işlevlere, Ödipal materyale, ergenlikteki görünümlere ya da güncel travmalara karşı olabilir. Bu nedenle erken ruhsal işlevlerin anlaşılması ile onlara atfedilen rol arasında ayrım yapmak gerekir. Borderline ya da psikotik hastaların tedavisinde terapistlerin sıklıkla ve aceleyle ilkel, arkaik mekanizmalara yönelmesiyle Ödipal ve daha sonraki mekanizmaların gözden kaçırılması eğilimi gösterdiği yönünde bir kuşkum var; bu da Jacobson’un ve diğerlerinin, yakın tarihli bir sempozyumda nevrozların oluşumunda preödipal faktörler üzerine yaptıkları gözlemlerle örtüşmektedir.

Bu arada, sıkça, özellikle de acemi terapistler tarafından, dile getirilen şu gerekçeye de değinmek gerekir: “Ödipal yorumlar genellikle işe yaramadığından, daha derin açıklamalar gereklidir.” Bu görüş, terapötik zorlukların, etiyolojik açıklamaların hatalı olduğunu doğrudan kanıtladığı anlamına gelmez; bu bir yanılgıdır. Yara o kadar derin olabilir ki, en doğru yorumlar bile onu tek başına iyileştiremeyebilir.

Bununla birlikte, Victor Rosen, aynı pregenitalite sempozyumunda şu anki eğilim doğrultusunda, “preödipal semptom oluşumunda doğum öncesi etkilerin” de dikkate alınması gerekebileceğine işaret etmiştir. Buna örnek olarak Savitt’in şu fikri verilebilir: Bir eroin bağımlısının intravenöz enjeksiyonları, doğum öncesi göbek kordonuyla damar yoluyla beslenmeye dair bilinçdışı arzusunu temsil ediyor olabilir.

Bu mekanizmaların spekülatif doğasına rağmen, birçok preödipal, preverbal ve hatta daha erken düzeydeki mekanizmanın geçerli olabileceği konusunda kuşku yoktur. Ancak bu mekanizmaların, daha sonraki ancak bastırılmış faktörlere karşı bir direnç biçimi olarak da işlev görebileceği olasılığına dikkat çekilmelidir.

Ayrıca şu soru da gündeme gelir: Öncüller nerede biter ve belirleyici nedenler nerede başlar? Bu en erken düzeylerdeki işlev bozuklukları daha sonraki travmaların öncüsü olabilirken, çoğu durumda etkili olabilmeleri için belirleyici travmaların daha örgütlü bir düzeyde ortaya çıkması gerekir. Arlow’un belirttiği gibi, bir nevroz, içsel ruhsal çatışmaların ve ruhsal yapılar (altben, ben ve üstben arasındaki çatışmaların bir sonucudur ve bu da ruhsal bir yapının varlığını gerektirir. Bu noktada yazarın daha önce Borderline durumlar hakkında söylediği şu sözün de yinelenmesi gerekir: Bu erken evrelere dair artan bilgimiz, bu hastaların daha “ağır” hastalar olduğu anlamına gelmediği gibi, bu yönde bir sonuç çıkarılmasına da izin vermez.

Şimdi, bu geniş ve biçimsiz alandaki bazı özel ve belirleyici sorunların tanımına yöneliyoruz. Bu sorunların birçoğu hala çözülmemiştir, bazıları tartışmalara yol açmış, bazıları ise zamanla daha iyi anlaşılmıştır. Bunlar arasında bazıları sempozyumumuzun üyeleri tarafından kayda değer biçimde aydınlatılmıştır. Bu noktada özellikle Spitz’in öncü çalışmalarını anmak isterim; onun klasik katkıları bu alanın neredeyse her yönüne daha derin kavrayışlar ve daha büyük bir açıklık kazandırmıştır. Şimdi bazı özel sorunlara ve yanıt bekleyen sorulara değinilecek, ancak çoğuna sadece kısaca değinilebilecektir.

En genel olanla başlamak gerekirse: Yetişkinlerle çalışmalarda psikanalizdeki metodoloji sorunları büyük ölçüde karanlıkta kalmıştır, ancak bu erken evrelerin araştırılmasının bu sorunları aydınlatacağı yönünde büyük umutlar mevcuttur. Benjamin’in eski ve yeni çalışmaları, bu bağlamda özellikle dikkate değerdir çünkü deneysel öneriler ve geçerlik üzerine odaklanmışlardır. Bu evrede değişkenler en az sayıdadır, en kolay gözlemlenebilir ve belki de en iyi şekilde kontrol edilebilir; bu anlamda çalışma alanı, daha sonraki herhangi bir zamandan daha düzenli görünmektedir. Ancak buna karşıt olarak, geçerliğin sağlanması oldukça güçtür ve çocuğun ruhsallığında olup bitenler çoğu zaman yetişkinin yansıtmaları ve insanbiçimcilik (antropomorfizm) yoluyla değerlendirilir. Ayrıca, diğer bilim alanlarından elde edilen araştırma sonuçları genellikle bu evreye yalnızca davranışsal düzeyde uygulanabilir; örneğin hayvan deneylerinden ya da yakın zamanda etoloji alanından (örneğin Lorenz) elde edilen sonuçlar gibi.

Doğuştan gelen ve diğer yapısal (konstitüsyonel) faktörlerin sürekli araştırılması yalnızca bedensel özellikleri değil, aynı zamanda bazı psikolojik “verili” durumları da kapsar. Örneğin, etkinlik şemaları (Fries) ya da hareketlilik (motilite) kalıpları (Mittelman), doğuştan gelen boşaltım yolları ve savunma eşikleri (Rapaport), kaygıya dayanabilme kapasitesi (Zetzel) ve olağandışı ya da özel duyarlılıklar (Bergman ve Escalona) gibi.

Dürtülerin araştırılmasında hem iyi bilinen nitel bir soru, yani çiftli mi yoksa tekil bir dürtü mü kuramı olduğu sorunu hem de henüz psikanalitik araştırmalarda yeterince ele alınmamış nicel bir soru gündeme gelmektedir: Mevcut çeşitli dürtülerin ne ölçüde doğuştan geldiği sorusu. Bu yöndeki etkili bir araştırma Alpert, Neubauer ve Weil tarafından yapılmıştır; bu çalışmada dürtü donanımı niceliksel açıdan, ayrıca dürtü enerjilerinin dengesi ve dağılımı bakımından incelenmiştir. Bu konu kısa süre önce Philip Seitz’in hayvan gözlemleri yoluyla ebeveyn içgüdüsündeki güç değişimlerini incelediği deneysel çalışmasında da ele alınmıştır. Aynı konu yazar tarafından klinik açıdan da değerlendirilmiştir. Dürtülerin çalışılmasında ilgi çekici bir başka konu ise, yukarıda da belirtildiği gibi, çeşitli dürtülerin ve kısmi dürtülerin nevrozların oluşumundaki göreli rolüdür.

Bu dönemde, ruhsal yapının erken başlangıçlarına dair sorulara yanıt arıyoruz. Yapı ve işlev ne zaman ve nasıl gelişir? (Bununla bağlantılı bir soru ise, çok daha sonra terapide karşımıza çıkar: Bir yapı nasıl değiştirilebilir?) Hartmann’ın, Hartmann, Kris ve Löwenstein’ın, Rapaport’un ve Erikson’un çalışmaları, Ben ile Altben’in ayrışması ve ardından bireysel ruhsal yapıların farklılaşması konularını oldukça aydınlatmıştır. Spitz, Greenacre, Kubie ve diğerleri “uyanmakta olan ben” dönemini incelemişlerdir ve yakın zamanda dikkatin, üstbenliğin öncüllerine ve en erken tezahürlerine yönelmiş olduğunu görmekteyiz (Beres; Spitz). Yine burada da aynı soru karşımıza çıkar: Yatkınlıklardan bir bütün ne zaman oluşur? Bu soru, bu sempozyum açısından ilginç olan, neredeyse her bir araştırmada karşımıza çıkar.

Örneğin kaygı problemini çalışan biri, yaşamın ilk haftalarındaki ve aylarındaki dağınık huzursuzluk ne zaman gerçekten “kaygı”ya dönüşür, sorusuyla karşı karşıyadır. Bu konudaki kesin bir bilgi hem kuramsal hem de pratik açıdan faydalı olacaktır. Son yıllardaki birçok çalışma, kaygının oluşumuna dair bilgilerimizi genişletmeye hizmet etmiştir. Örneğin Brunswick’in bir makalesi, kaygının dürtüler arasında sayılmasını önermekte; Schur’un bir çalışması ise kaygı fenomeninde Altben’in rolüne ve filogenetik etmenlere vurgu yapmakta ve bunu desteklemek için etolojik araştırma sonuçlarına başvurmaktadır. Peki en erken kaygılar nasıl bir nitelik taşır ve neye bağlanır? Kaygının kökenlerine ve niteliksel tezahürlerine dair daha hassas ve mikroskobik bir analiz, daha karmaşık ve geç döneme ait nevrotik oluşumları anlamaya yardımcı olabilir. Ne yazık ki, bu soruların birçoğu bireysel görüşlere dayanan ve henüz açıkça tanımlanmamış düşünce “okulları”na götürmektedir.

Bir diğer alan da genel olarak duyguların ayrışmasıdır. Suçluluk, utanç ve depresyon gibi diğer duyguların kaygı duygusuyla ilişkisi nedir? Bunların hepsi kaygıdan türeyen duygular mıdır, yoksa bazıları ilk kaygıyla paralel mi gelişir? Hepsi ilk hoşnutsuzluktan aynı anda mı kaynaklanır, yoksa aralarında zamansal bir hiyerarşi mi vardır? Bibring, bu en erken dönemlerde ortaya çıkan ve daha sonra türeyen duygusal durumlara temel oluşturan dört paralel duygusal durumu tanımlamıştır. Greenson ise yakın zamanda depresyon ve kaygıyı, erken çocuklukta ortaya çıkan ve her birinin kendi türevsel akışına sahip olduğu paralel durumlar olarak tanımlamıştır. Bu çalışmaların bazıları, nevroz kuramının, yani tüm savunma biçimlerinin her zaman kaygıya karşı geliştirildiği görüşünün, zorunlu olarak değiştirilmesi gerektiğini düşündürmektedir. Buna göre, artık farklı duygulara karşı geliştirilen savunma düzenekleri, belirli nevrozların temeli olarak görülmelidir. Rapaport, bir süre önce duygulara ilişkin kuramsal görüşlerimizin mevcut durumunu büyük ölçüde sistematikleştirmiştir; ancak birçok kişi hala kapsamlı ve tatmin edici bir duygu kuramına sahip olmadığımız görüşündedir (Lewin; Benjamin).

Daha önce de değinilmiş benzer bir sorun, nevrozun çatışma kuramından uzaklaşma eğilimimizi ortaya koyan bir diğer alan olarak, Benlik kimliğinin nevroz oluşumunun merkezine yerleştirildiği durumları ilgilendirir. Bu erken döneme ilişkin araştırmalar, ruhsal süreçlerin özgün bedensel temellerine işaret etmektedir. Greenacre, savunmaların arkaik bedensel çekirdekleri ve kısa süre önce de Benlik kimliğinin fiziksel kökenleri üzerine yazmıştır. Schur’un somatizasyon tepkilerine ve yazarın konversiyon sürecine ilişkin benzer bir çalışmasında, bu daha sonraki türevlerin incelenmesi her defasında daha karmaşık ruhsal işlevlerin ortaya çıkmasından önce, nesne ilişkilerinde fiziksel düzeneklerin kullanıldığı sözel-öncesi evreye geri götürmüştür. Schur, çeşitli fiziksel kipleri “savunmanın öncülleri” olarak tanımlar. Bu tür bulgular, psikosomatik durumların daha iyi anlaşılmasına olanak sunmaktadır.

Erken ruhsal işlevlere ilişkin kuramların klinik sorularla ilişkisi, bu kuramlara çoğunlukla özgül klinik sendromların incelenmesi sırasında ulaşılmış olmasıyla ilgilidir. Bu tür kuramların özellikle psikotik hastalardan, otistik ve simbiyotik durumlar gösteren çocuklar ile ergenlerden ve tabii ki nevrotik gelişimlere yatkın çevrelerde büyümüş hastalardan elde edilen deneyimlerden kaynaklandığı görülür. Bu bağlamda özellikle Margaret Mahler’in en erken çocukluk döneminde otizm ve simbiyoz üzerine yaptığı çalışmalardan çıkan verimli katkıları anmak gerekir. Dikkatli, ayrıntılı ve mikroskobik klinik gözlemlere dayanan Mahler’in kuramsal formülasyonları, doğum sonrası en erken dönemde ruhsal yaşamın gelişim süreci ve bu dönemde ortaya çıkabilecek sapmalar ve yetersizlikler hakkında önemli açıklamalar sunar. Çocukluk psikozlarına ilişkin diğer kayda değer katkılar arasında, özellikle çocukluk şizofrenisine dair mevcut literatürün açıklayıcı bir özetini sunan Ekstein ve arkadaşlarının çalışmaları sayılabilir; bunlar da bu klinik açıdan erken ruhsal yaşamın daha derinlemesine anlaşılmasına katkı sağlar.

Başlangıçtaki çevresel koşullarla daha sonraki, belirli ve hızlandırıcı etiyolojik olayların birbirine karıştırılması tehlikesine daha önce dikkat çekilmişti. Bu erken dönem çalışmaları, birçok nozolojik (hastalık sınıflandırmasına dair) soruyu etkilemiştir. Örneğin Schur, histeri sendromunun tamamının muhtemelen yeniden gözden geçirilmesi gerektiği görüşündedir; çünkü bu en erken düzeylerde çok sayıda etiyolojik çekirdek bulunur. Bu görüş, birçok klinisyen tarafından paylaşılmakta ve yazarın konversiyon üzerine yaptığı araştırmaların yanı sıra Greenson, Wangh, Schur ve diğerlerinin fobiler üzerine çalışmalarıyla da örtüşmektedir. Ancak Lewin ve bazı diğer yazarlar, histerideki bu pregenital (genital öncesi) faktörleri regresif ve katkı sağlayıcı olarak değerlendirseler de, bunları özgül (spesifik) olarak kabul etmemektedirler.

Bu noktada kavramların kesin tanımlarına ve tutarlı kullanımına duyulan ihtiyaç vurgulanmalıdır. Örneğin, Fries’teki “aktivite” kavramı, Mittelmann’ın ya da Yale grubunun “motilite” terimiyle aynı anlama mı gelmektedir? Savunmanın en erken tezahürleri bazı yazarlarca “proto-savunma” (Fries) ya da “birincil savunma”, diğerlerince ise “savunmanın öncülleri” (Schur) olarak adlandırılmaktadır. “Konstitüsyonel” (yapısal) ve “konjenital” (doğuştan/doğumsal) terimleri de herkes tarafından aynı anlamda kullanılmamaktadır. Görünen odur ki, bu alanda bir kavramsal birlik sağlanması faydalı olacaktır.

Erken ruhsal işlevler alanında ortaya çıkan bazı sorunlara burada değindim. İnsanların umudu, bu sorunların anlaşılması ve nihayetinde açıklığa kavuşturulması sayesinde, bu erken, yaşamsal ve hassas işlevlerin gelişim yönünü daha iyi yönlendirme ve etkileme becerisine sahip olmaktır. Yalnızca birkaç örnek vermek gerekirse: dürtü boşaltımının tarzını daha etkili bir şekilde etkileyebilmeyi ve uygun nötralizasyonu kolaylaştırıp desteklemeyi; genç, gelişmekte olan Benliğin niteliksel ve niceliksel yapısını ve onun gelişim yönünü etkileyebilmeyi; birincil ve ikincil süreç düşünme arasında optimal bir ilişki kurabilmeyi; olabildiğince çatışmasız bir Benlik özerkliği oluşturabilmeyi; ve savunma mekanizmalarının niteliğini ve bileşimini, onları nevrotik ve kısıtlayıcı süblimasyon yönünden daha çok üretken bir süblimasyon yönüne yöneltecek biçimde etkileyebilmeyi umuyoruz.

Şu anda bilgi düzeyimiz göz önüne alındığında, bu tür umutların vizyoner olduğu ve bu anda gerçekleşme ihtimalinin, insanın Ay’a iniş yapabilme olasılığından bile daha uzak göründüğü söylenebilir. Anna Freud birkaç yıl önce Cleveland’da yaptığı bir konuşmada, psikanalize fazla umut bağlandığında ortaya çıkan zorluklara dikkat çekmişti. Dolayısıyla, bu umutlar şimdilik sadece kuramsal düzeyde mevcut olsa da onlara ifade kazandırmamızın bir sakıncası olmayacaktır.

Suzan Girginer