Benlik ve Uyum Mekanizmaları

Benlik ve Uyum Mekanizmaları

 Benlik ve Uyum Mekanizmaları

 

Yazar: PAUL PARIN

Çev: Suzan Uğur Girginer


Özet: Parin, uyum mekanizmalarını savunma mekanizmalarından ayırır. Bunlar, bireyin sosyal çevrenin talepleriyle başa çıkmak için kullandığı, kültüre ve sınıfa özgü yolları ifade eder. Gerçekliğe uygun şekilde işler hâle gelmişlerse, benliği rahatlatır ve dengede tutarlar; ancak, hızla değişen toplumsal koşullara uyum sağlanması gerektiğinde benliğin esnekliğini sınırlarlar. Uyum mekanizmalarının araştırılabilmesi için, sosyal çevrenin esasen değişmeyen bir yapıya sahip olduğu yönündeki basitleştirici varsayım terk edilmelidir. İnsan, toplumsal dünyanın efendisi değildir; sosyal kurumların buyruklarına bilinçsizce itaat eder. Eğer psikanaliz, baskı yaratan toplumsal ilişkilerin dönüştürülmesine katkı sağlamak istiyorsa, bireylere bilinçdışı düzeyde işleyen uyum mekanizmalarının otomatikliğini kırmaları konusunda yardımcı olmalıdır.

 

Bu çalışmanın başlığı olan "Benlik ve Uyum Mekanizmaları", psikanalizin gelişimi açısından önemi tartışılmaz olan iki esere atıfta bulunmak istemektedir: Anna Freud’un "Benlik ve Savunma Mekanizmaları" (1936) adlı yapıtı ile Heinz Hartmann’ın "Benlik Psikolojisi ve Uyum Sorunu" (1939) adlı eseri. Hemen belirtmek isterim ki ne bu makalenin kapsamı ne de içerdiği düşüncelerin ağırlığı, adı geçen iki çalışma ile bir karşılaştırmayı haklı gösterecek düzeydedir. Anna Freud’un kitabıyla olan ilişkimiz, bir tür benzerlik ilişkisidir: Uyum mekanizmaları ile kastettiğimiz şey, yetişkinin benliğinde az çok yerleşik hâle gelmiş, bilinçdışı, otomatik ve hep aynı biçimde işleyen süreçlerdir; tıpkı savunma mekanizmalarının tanımlandığı gibi. Ancak, savunma mekanizmaları benlikte, istenmeyen ya da rahatsız edici dürtüsel yönelimleri, istekleri ya da duygulanımları uzaklaştırmak için yer edinmişken, bizim sözünü ettiğimiz uyum mekanizmaları, sosyal çevrenin etkili müdahaleleriyle başa çıkma amacı taşır. Argümantasyonumuzda da Anna Freud’un yaklaşımına benzer noktalar bulunabilir; özellikle de hedef açısından. Benliğin sahip olduğu özgün savunma örgütlenmesi, bireye özgü bir biçim, hatta benliğin en önemli dinamik alt yapısı olarak anlaşılmaya başlanmıştır; aynı biçimde, uyum mekanizmalarının da bir örgütlenmeye dönüştüğü ve sosyal davranışın bireye özgü (idiyosenkratik) özelliklerini, hatta kültüre özgü benlik varyantlarını belirlediği söylenebilir.

Soru(nun) Ortaya Konuluşu

Heinz Hartmann’ın çalışmasına atıfta bulunmamızın nedeni, bu çalışmayı bir anlamda onun bıraktığı yerden sürdürmeyi amaçlamamızdır. 1939’dan bu yana, Hartmann’ın benliğin uyum sağlama yetileri üzerine yaptığı tartışmalardan psikanaliz içerisinde iki oldukça farklı “uyum” (Anpassung) anlayışı gelişmiştir.

Uyum ya da “uyuma ilişkin” (anpassungsmäßig) ifadesi, ilk olarak, her ruhsal fenomenin açıklanabileceği bir bakış açısını dile getirir; tıpkı genetik (oluşumu açısından), yapısal (ruhsal aygıtın bir yapısına ait oluşu açısından) vb. açılardan açıklanabileceği gibi. Bu uyuma ilişkin bakış açısı, doğal olarak, benlikte yerleşmiş olan mekanizmalar için de geçerlidir.

İkinci olarak ise, uyum kelimesiyle çok belirli bir süreci ve onun sonucunu anlatmak istenir. Bu kullanım, doğrudan benliğin iç dünya ile dış dünya arasında aracılık etme görevinden yola çıkar ki, benlik bu görev sayesinde ortaya çıkmıştır ve en önemli işlevleri de bu doğrultuda şekillenmiştir. Benlik psikolojisi, çevreye uyumu tanımlamak ve ulaşılan uyum düzeyini ölçmek için kuramsal bir manevra kullanmıştır: çevre, “ortalama olarak beklenebilinir” bir çevreye indirgenmiştir; yani sabit, değişmeyen bir boyut olarak varsayılmıştır. Böylece benliğin incelenmesi, onun nasıl ortaya çıktığı ve nasıl bir yapıya kavuştuğu araştırılabilmiş, hatta psikanalitik araştırmaların ilk başta pek az ilgi gösterdiği “uyum aygıtı” bile tanımlanabilmiştir. Bu noktaya gelindikten sonra, kullanılan bu kuramsal manevranın bir kenara bırakılacağı ve bireyin yapısında ve benlik işlevlerinde, farklı sosyal koşulların, üstelik genellikle sert ve zorlayıcı biçimde bireyin üzerine gelen bu koşulların, ne gibi etkiler yarattığı araştırılmaya başlanır sanılabilirdi. Hartmann bu sorunun farkındaydı, ama izini sürmedi. İnsanın biyolojik bir varlık oluşu ve hayvanlar âleminde türlerin her birinde uyumun hayatta kalma amacı doğrultusunda temel bir yeti olması nedeniyle, uyum bir hedef olarak görülüyordu; bu hedefin dışına çıkan durumlar ise sadece bozulma, sapma ya da işlev kaybı olarak ilgi çekmekteydi. Bu anlayışta “sosyal çevre” adlı alt tabakanın değişkenliğini araştırmaya gerek görülmedi. Biz bu kuramsal manevrayı geri almayı denedik: yani toplumsal koşulları, varsayılan sabit bir “ortalama” olmaktan çıkarıp onların değişken, dinamik ve etkileyici doğasını yeniden görünür kılmaya çalıştık ve benlik bu tür koşullarla baş edebilmek için ne gibi düzenekler kurar, nasıl donanımlar geliştirir, bunu sorguladık. Bu anlamda, Hartmann’ın bıraktığı yerden devam ettiğimizi söyleyebiliriz.

Benliğin uyum mekanizmaları üzerine yapılan bu tartışmada, yazar, bazı alanlarda hâlâ keşfedilmemiş bir zeminde hareket ettiklerini ve benliğin uyum mekanizmalarının bugüne dek pek fark edilmemiş, hele ki sistematik biçimde incelenmemiş olduğunu vurguluyor; üstelik söz konusu olan şey, gündelik hayatta açıkça gözlenebilecek olgulardır. Bu ihmalin birkaç nedeni olduğu söyleniyor: Birincisi, birçok analist hâlâ çevreyi "doğal olarak verilmiş" bir şey olarak gören biyolojik temelli yaklaşıma bağlı kalmakta ve yalnızca bireyi değişken bir unsur olarak kabul etmektedir. Ancak bu yaklaşım, toplumun çevre olarak ele alındığı bir anlayış için geçerli değildir. İkincisi ise psikanalizin, dış gerçekliğin etkilerini temel aldığında çoğunlukla kötü deneyimler yaşamış olmasıdır. Psikanaliz çoğunlukla içsel ya da ruhsal gerçekliği merkezine almış, bu da araştırmalar için daha verimli bir zemin sunmuştur. En bilinen örnek, Freud’un ilk dönem kuramında yetişkinlerin çocuklara yönelik cinsel baştan çıkarmasının travmatik bir sabitlenmeye yol açtığı yönündeki varsayımıdır. Freud kısa sürede bu olayların çoğunun, çocukların kendi fantezileri tarafından zararsız yaşantıların yıkıcı içsel dramlara dönüştürülmesiyle oluştuğunu fark etmiştir. Böylece psikanalizin asıl araştırma alanı olarak ruhsal gerçeklik belirginleşmiştir ve bu alan, "pratik gerçeklik" ya da Freud’un sonradan "nesnel gerçeklik" olarak adlandırdığı şeye karşı konumlandırılmıştır. Yazar burada da bu yönelimi izlediğini açıkça belirtmektedir. Örneğin "benlik" gibi soyut bir yapının, ancak ruhsal içerikle donatıldığında anlam kazandığı savunulmaktadır. Ancak benlikte savunma mekanizmalarının nasıl oluştuğunu ve alt benlikten gelen hangi güçlerin bunları harekete geçirdiğini anlayabilmek için dürtüsel isteklerden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Bilindiği gibi, örneğin libidinal itkiler oral ya da anal evreye ait olduğunda farklı savunma örüntüleri ortaya çıkar. Benzer şekilde, benliğin dış dünyaya uyum sağlamak amacıyla geliştirdiği yapıları anlayabilmek için, dış çevrenin etkileyici güçlerini de göz önünde bulundurmak gerekir, ki ister bu uyum pasif, oto-plastik türden, ister aktif, allo-plastik türden ya da her ikisinin karışımı olsun.

Bu noktada, "psikanaliz zaten bu adımı çoktan atmaya başladı" şeklindeki itiraz haklı olabilir. Gerçekten de René A. Spitz’in bebeklerin anneleriyle kurduğu erken ilişki biçimlerine dair çalışmaları, Anna Freud, Margaret Mahler ve başkalarının erken çocukluk dönemine dair gözlemleri ya da benliğin pre-ödipal nesne ilişkileri ışığında yeniden ele alınması gibi girişimler, aslında benliğin sosyal dış dünyadaki kişilere uyumunu araştırma çabalarıdır. Aynı şekilde, iletişim biçimlerine, dile, aile ve grup içindeki etkileşimlere dair araştırmalar da benliğin bireysel uyum süreçlerini gözlemlemek için son derece verimli yollar sunar. Özellikle Frankfurt’taki Sigmund Freud Enstitüsü’nde (Alexander Mitscherlich ve diğerleri) başlatılan bir araştırma yönelimi dikkat çekicidir: burada tarihsel süreçlerin ve eleştirel toplum araştırmalarının ışığında psikanalitik bulguların yeniden incelenmesi ve uygulanması söz konusudur.

Günümüzde 1939 yılına kıyasla sosyal ilişkiler psikolojisi hakkında çok daha fazla bilgiye sahibiz. Bu da demektir ki, Hartmann’ın benlik yapısını araştırmaya başlarken hareket noktası olarak belirlediği uyum sorununu ele alma şeklimiz, zaman içinde büyük ölçüde değişmiştir. Yazar burada, sosyal çevreyi sabit ve değişmez bir "ortalama" olarak varsaymanın ötesine geçmek gerektiğini, bunun yerine çevrenin değişen, dinamik ve birey üzerinde etkili olan yapısına odaklanarak benliğin bu değişkenlere karşı nasıl önlemler aldığını, nasıl yapılandığını anlamaya çalıştığını belirtiyor. Bu yönüyle, kendi araştırmasını Hartmann’ın bıraktığı yerden bir devam olarak sunmaktadır.

Yöntemimiz

Toplumsal davranışın psikanalitik olarak nasıl kavranabileceğine dair ilgimiz, bizi farklı bir yaklaşıma yöneltti: Ruhsal gelişimi, yani genetik bakış açısını şimdilik bir kenara bıraktık; çocuğun ailesel çevresindeki nesnelere uyumunu dikkate almakla birlikte, doğrudan yetişkin bireyin toplumsal davranışına yöneldik. Freud da "Kitle Psikolojisi ve Benlik Analizi" (1921) başlıklı eserinde benzer bir yol izlemişti. Kitlenin ve bireyin kitle içindeki davranışlarından hareketle, bugün toplum içindeki insan psikolojisine dair bildiğimiz her şeyin temelini oluşturan yorumlara ve yeniden inşalara ulaşmıştı. Ancak bizleri bugün sunduğumuz düşüncelere görünüşte tamamen farklı iki çalışma yöntemi götürdü.

İlk olarak, “Batı kültür çevresi” dışında, kapitalizm öncesi bir ekonomik yapıya sahip geleneksel toplumlarda yaşayan bireyler üzerinde yapılan psikanalitik incelemeler, karşılaşılan benlik yapılarının toplumsal kurumlarla olan bağlantısının daha ayrıntılı biçimde çözümlenmesini zorunlu hale getirdi. Bu incelemelerde, toplumsal uyum kavramını psikanalitik olarak sorgulamak kaçınılmaz oldu. Avrupa-Amerikan psikanalizinde ya hiç gözlemlenmeyen ya da yeterince dikkate alınmayan özgün benlik işlevleri tanımlanabildi. Bu araştırmalardan “grup-benliği”, “klan vicdanı” ve benliğin özgül “özdeşim biçimleri” gibi kavramların tanımları doğmuştur.

İkinci yöntem, ki birincisinden oldukça etkilenmiştir, Avrupa’daki klasik psikanaliz pratiğidir. Analitik çerçeve ya da geleneksel yorum tekniği değiştirilmeden, sosyal çevrenin analizant üzerindeki etkileri yorum sürecine dâhil edilmiştir. Bu yaklaşım gerekli görünüyordu çünkü birçok analizant çevresel etkileri algılayamıyor, yani tanımlayıcı anlamda bunların farkında olmuyordu; çünkü benlik yapısı bu etkilerle uyumlu hale gelmişti. Bu yöntemle birlikte en açık şekilde ortaya çıkan mekanizma, şimdilik “rol ile özdeşleşme” olarak adlandırdığımız bir yapıdır. Bu yaklaşımı “Yorum Sürecinde Toplum Eleştirisi” (1975) başlığı altında tanımladık ve gerekçelendirdik. Günümüzde bu analitik yorum çalışmasının sonuçlarını benlik kuramı açısından verimli kılmaya çalışıyor, otomatik uyum belirtilerini benliğe ait parçalar olarak ele alıyoruz.

Eğer yorum sürecinde, analizantın tanımadığı (yani tanımlayıcı anlamda bilinçdışı olan) toplumsal etkilere gösterdiği uyum davranışlarını temel alırsak, ki bu, bir direncin yorumlanmasına benzer, genellikle analist ile kurulan ilişkide değişimler gözlemlenir: örneğin aktarım direncinde bir hafifleme ya da aktarılan rolün değişmesi gibi. Bu tür yorumlar, benlik yapısında ya da benlik ile üst-benlik veya benlik ile alt-benlik arasındaki ilişkilerde değişimlere neden olur; yani iç-yapısal ya da yapılar arası dönüşümler meydana gelir.

Burada iki farklı boyut ayırt edilebilir. Bir yanda, belli toplumsal talepler ve güçlere karşı otomatik uyumu güvence altına alan ve benliğe göreli bir istikrar sağlayan mekanizmalar belirginleşir, ki bu istikrarın sağlıklı ya da patolojik, genişleyici ya da daraltıcı olup olmadığı hakkında ise bir şey söylenmiş olmaz. Diğer yanda ise benlikte çok farklı değişiklikler tetiklenir: tüm işlevlerin güçlenmesinden savunma yapısının sarsılmasına, derin regresyonlara ya da şimdiye kadar bastırılmış dürtü taleplerinin patlak vermesine kadar uzanan bir yelpazede…

Bunu şöyle düşünebiliriz: Uyum mekanizmaları, benliği dış dünyayla sürekli yüzleşme zorunluluğundan nasıl koruyorsa, savunma mekanizmaları da reddedilen dürtü taleplerine karşı aynı işlevi görür. Ancak bu korunmanın diğer yüzü, donukluk ve kısıtlılıktır: Benliğin kazandığı güç, esneklikten kayıpla ödenir. Otomatik uyum zorunluluğu ortadan kalktığında, benlik, bir sarsıntı evresi atlatıldıktan sonra, yeniden yapılanma için yeni olanaklara sahip olur. Dış dünyaya, ama en çok da alt-benlik ve üst-benliğe karşı önceki durumundan daha iyi veya en azından daha farklı bir konum alma potansiyeli edinir. Pratikte bu şöyle görünür: Bilinçdışı uyumun yorumlanmasından sonra genellikle bastırılmış bilinçdışından yeni materyal yüzeye çıkar, sevgi ve saldırganlık nesneleriyle olan ilişkiler, bunların analistle olan ilişkiler de dahil olmak üzere, değişir ve özellikle sosyal ilişkilerle bağlantılı olan üst-benlik parçaları yeniden işlenmeye açık hale gelir. Başka bir deyişle: Yorumlar aracılığıyla, otomatik uyumunun taşıyıcı işlevi geçici olarak benliğin elinden alındığında, analiz derinleşir.

Diğer Uyum Sağlama Süreçlerinden Ayrım

Bazı basit ya da ilkel olarak adlandırılabilecek uyum mekanizmaları çocuklarda açıkça gözlemlenebilir; örneğin, ritüelleştirme ve taklit. Bu mekanizmalar, benliği düşük düzeyde enerji harcayarak uyum görevlerini yerine getirebilir hâle getirir, oysa bu görevler aksi takdirde büyük bir çaba gerektirecektir. Çocuklukta aşırı ritüelleştirme ortaya çıkarsa ya da taklit edici davranış, daha olgun özdeşim süreçlerinin ve öğrenme edimlerinin yerini alırsa, benliğin dürtüsel alanlardan, genellikle yoğun kaygılardan ya da ilişki figürlerinden gelen yoksunluklardan kaynaklanan çatışmalara maruz kaldığı sonucuna varılabilir. Acil bir benlik regresyonu anlamında benlik, bu mekanizmaları güçlendirerek kendi zayıflığını telafi etmeye çalışır.

Bu iki mekanizma yetişkinlerde de kullanılabilir. Zorlayıcı semptomların benlikte ritüelleşme yoluyla nasıl yayıldığı, daha doğrusu benliği, anlaşılmaz bir zorunluluğun gerekliliklerine otomatik biçimde uymaya zorladığı bilinir. Yetişkinlerdeki aşırı taklit etme eğilimi ise oldukça belirgin bir semptomdur ve bozulmuş nesne ilişkilerine ya da daha doğrusu çatışmasız bir nesne ilişkisi kurma biçimine gerilemeye işaret eder. Elbette bu ve benzeri ilkel mekanizmalar, dış dünyanın taleplerine uyum sağlamak için kullanılmaya devam edebilir. Rutinler ya da bazı uyarlanmış ritüeller olmadan iş hayatında herhangi bir görev yerine getirilemezdi; taklit işlevi olmadan da yeni beceriler öğrenmek mümkün olmazdı.

Örneğin psikanalitik tedavi görmekte olan bir ev kadını günde üç kez yemek pişirir, bulaşıkları yıkar, alışveriş yapar, tekrar yemek yapar ve servis eder. Tüm bu işler tamamen ritüelleşmiştir, tıkır tıkır işler. Ancak kadın kendini tükenmiş hisseder, yaptığı işten hiçbir zevk almaz ve ailesi de "sevgisizce" hazırlanmış yemeklerden şikâyet eder. Ona, yaptıklarının ritüelleşmiş bir eylem olduğu ve bunun inisiyatif almayı hem gereksiz kıldığı hem de dışladığı söylendiğinde, bu durum düzenli işleyişi bozar ama kadının ailesinin üyelerine yönelik tutumunu yeniden gözden geçirmesine olanak tanır. Örneğin, aslında kimse için yemek yapmak istemediğini fark eder; çünkü yeterince sevgi ve takdir görmediğini hisseder.

Burada istisnai olarak, ilkel bir uyum mekanizması aşağıda daha ayrıntılı olarak tanımlanacak olan karmaşık uyum mekanizmalarının işlevine benzer bir biçimde işler: benliği istikrarda tutar, ancak bu istikrar ortadan kalktığında savunma örgütlenmesini harekete geçirir.

Sosyal gerekliliklere uyumun, başka şeylerin yanı sıra, yüceltme (süblimasyon) ya da yüceltilmiş (süblime edilmiş) dürtü boşalımı ve doyumunu da içerdiği konusunda hiçbir kuşku yoktur. Yüceltilmiş dürtü yönelimleri yalnızca nesnesini değiştirmemiştir; aynı zamanda yer değiştirme yoluyla başka bir hedef üzerinden işleyebilir hâle gelmiştir. Doyumun kendisi de değişime uğramıştır. Her ne kadar yüceltişmiş edimlerin artık “çatışmasız” hâle geldiği görüşünü paylaşmasak da ve bunun yerine, bu şekilde boşaltılan çatışmaların sadece görece rahatlamış ve dolayısıyla kolaylıkla yer değiştirebilir, adeta plastize olmuş bir hâle geldiğini varsaysak da uyum mekanizmaları yüceltmeyle özdeşleştirilemez (Parin, 1969). Zira böyle uyum süreçleri yorumlandığında bu fark açıkça ortaya çıkar. Gerçek yüceltmelerin, yani Ben'le uyumlu olup saldırganlık ya da libidoyu boşaltmaya izin veren yönelimlerin çözümlenmesi, başka sonuçlar doğurmaz. Buna karşılık, otomatik ve bilinç dışı biçimde gerçekleşmiş sosyal bir uyumun yorumlanması, Ben’in yönelimini değiştirir, bastırılmış malzemeyi harekete geçirebilir ve çoğu zaman yapısal dönüşüm süreçlerini tetikleyebilir.

Eğer teorik ve terapötik açıdan verimli bulduğumuz yüceltme ve uyum mekanizmaları arasındaki bu ayrımı yapmak istenmezse, şöyle de söylenebilir: Yüceltmede, Ben’in sentezleyici ve bütünleştirici işlevleri ağır basar; diğer uyum biçimlerinde ise sosyal zorlamalar belirleyicidir. Çünkü eğer Ben uyum sağlamazsa, dışlanma, sevgi kaybı, utandırılma ve benzeri cezalar tehdidi altındadır. Bu uyumun bilinç dışı düzlemde gerçekleşmesi, "gözlemleyen Ben"in yetersiz algısından kaynaklanır; çünkü bu benlik, sosyal çevrenin taleplerine o denli uyum sağlamıştır ki, kendi çıkarları ile dış dünyanın çıkarları arasındaki farkı artık ayırt edemez duruma gelmiştir.

Bazen artık semptomatik bir karakter taşımayan tepkisel oluşumlarda da uyum mekanizmalarını görmek mümkündür. Bunun en bilinen örneği, anal döneme özgü kirlenme hazlarına tepki olarak gelişen beden temizliği davranışıdır. Bu davranış biçimi zamanla "ikincil olarak otonom" hâle gelir; yalnızca kişinin kendi bedenine yönelik libidinal yatırımı ve benlik duygusunun desteği olmakla kalmaz, aynı zamanda sosyal uyumun da hizmetine girer. Elde edilen temizlik alışkanlığının ihmal edilmesi, kimi zaman açık bir toplumsal protesto biçimi olarak da kullanılabilir. Bu tür tepkisel oluşumlar, aynı zamanda sosyal uyuma da hizmet eder. Bunlar, eğitimin kalıcı bir sonucu, çocuğun toplumsallaşma sürecinin bir ürünüdür. Ancak psikanaliz bağlamında bu oluşumların gerçek savunma mekanizmaları oldukları ortaya çıkar. Yani, bu oluşumlar ancak derinlemesine bir direnç çalışmasıyla değiştirilebilir ya da ortadan kaldırılabilir. Bu nedenle, bu oluşumların uyum sağlayıcı değerini ve Ben’in kültürel özgünlükler taşıyan biçimlenişi açısından önemini, onların ilk işlevi olan dürtü savunusunun dinamiğiyle karıştırmak uygun değildir.

Bu ayrımı her zaman net biçimde yapmak mümkün olmasa da bizce, uyum bakış açısından yalnızca başka bazı mekanizmalar sınıflanmalıdır; bunlar ya hiç ya da artık dürtü savunma işlevi taşımayan, dış dünyanın taleplerine ve baskılarına yanıt vermeye hizmet eden ve bu yolla Ben’e görece bir istikrar kazandıran yapılardır (Hartmann’a göre, uyum mekanizmalarının “başlangıçta” savunma mekanizmaları olduğunu, zamanla “çatışmasız” hale geldiklerini, “nötrleştirilmiş” libidoyla yüklendiklerini ve böylece “ikincil özerk” Ben işlevleri arasında sayılabileceklerini varsaymak mümkün olabilirdi. Ancak bu mekanizmaların ortaya çıkış süreci ve Ben içindeki yerleşimleri böyle bir varsayımla çelişir. Libido nötrleştirmesi kavramını daha önce (1969’da) sorguladığımız için, bu kavramın derinlemesine tartışılması bu çalışmanın kapsamını aşacaktır.). Böyle bir Ben’in aynı zamanda dürtü yönelimlerini bastıran ya da yalnızca semptom oluşumu yoluyla geçişine izin veren bir savunma örgütlenmesine sahip olduğu gerçeği, her zamanki gibi, fanteziler, istekler ve kaygılar gibi ruhsal gerçeklik alanına, dış dünyaya ve onun etkisine değil, atfedilmelidir.

Uyum mekanizmaları: Ortak özellikler

Uyum mekanizmalarının ortak noktası, bir kişinin yaşadığı toplumsal koşullar değişmediği sürece, Ben örgütlenmesini dengeleyici yapılar olarak işlev görmeleridir. Bu mekanizmalar otomatik ve bilinç dışıdır; belirli toplumsal kurumlarla görece çatışmasız bir ilişki kurulmasını sağlarlar. Böylelikle ekonomik anlamda avantajlıdırlar: Diğer Ben aygıtlarını rahatlatır ve çevre tarafından sunulan kurumsallaşmış yollarla dürtü doyumuna ulaşmayı kolaylaştırırlar. Bu süreçte nesneye yönelik doyumlara kıyasla narsisistik doyumlar ön plana çıkar. Öte yandan, tüm uyum mekanizmaları Ben’in esnekliğini sınırlar ve dürtü isteklerinin farklı ya da değişen toplumsal koşullara yeniden uyumlanmasını engeller. Başlangıçta gerçeklik ilkesinin yerleşmesine hizmet eden bu mekanizmalar, zamanla bu ilkeyi zayıflatabilir hâle gelir.

Uyum mekanizmalarının duygulanımlarla sabit bir ilişkisi yoktur. İşleyişleri bazı durumlarda (Sandler’ın belirttiği gibi) iyi hissetmeye katkıda bulunabilir; ancak her zaman hazla birlikte ortaya çıktıkları ya da amacı bu olduğu söylenemez. Otomatik uyum başarısız olduğunda, çoğu zaman kaygı hissi belirir. Ancak bu mekanizmalar kaygıyı önlemek ya da ondan korunmak amacıyla işlemezler.

Kısaca ifade edilecek olursa: Savunma mekanizmaları, Ben’i dürtü taleplerinden kurtarmak için enerji (karşı yatırımlar) gerektirirken, uyum mekanizmaları Ben’i bu görevden muaf tutar.

Savunma mekanizmaları, çocukluk dönemi dürtü çatışmalarının bir tortusu ya da Ben'de yerleşmiş bir mirası olarak görülebilirken, uyum mekanizmaları toplumsal çevrenin Ben yapısına doğrudan müdahalesinin çok daha açık ifadesidir. Bu mekanizmalar da çocuklukta yerleşmeye başlar; fakat yaşam boyu toplumsal etkilere tabi kalmaya devam ederler.

Max Stirner’in “Yalnız Birey ve Mülkiyeti”, liberalizm geleneğinden Sartre’ın varoluşçuluğuna kadar birçok akımda yüceltilen kendi davranışı üzerinde özgürce karar verebilme fikri ve bunun psikanalitik uzantıları olan Ben özerkliği ve Ben hâkimiyeti gibi kavramlar, uyum mekanizmalarının varlığı tarafından yeniden sorgulanmaya açılır.

Aşağıda, Afrika kökenli danışanlarla yapılan analizlerden yola çıkarak tanımladığımız üç uyum mekanizmasını ele almaya çalışacağız. Ancak bu mekanizmalar yalnızca Afrika toplumlarına özgü değildir; Avrupa’daki analizlerde de Ben yapısının bir parçası olarak karşımıza çıkar. Bu üç mekanizma ile sınırlı olmadığımızı da belirtmek gerekir. Geliştirilen görüşler geçerlilik kazanırsa, daha fazla uyum mekanizması saptanabileceği gibi, özellikle üçüncü mekanizmanın (rolle özdeşleşme) farklı varyantlara ayrılması da gerekebilir.

Üç uyum mekanizmasının her biri için önce şu üç başlık altında kısa bir genel bakış sunacağız:

  1. Bu mekanizmanın Ben'de hangi koşullar altında "yerleştiği",
  2. Dinamiği ve işleyiş biçimi,
  3. Ve toplumsal davranış üzerindeki etkileri.

 

“Grup-Ben”

Genel Bakış

Grup-Ben’in ortaya çıkışını, çocukluk ve ergenlik dönemlerinde özellikle aynı cinsiyetten yaşıtlarla kurulan, görece gerginlikten uzak özdeşim ilişkilerine dayandırıyoruz. Bu ilişkiler, hayal kırıklığı veya saldırganlıkla bozulmazsa ve bazı "oral" Ben özellikleri korunursa, yetişkin kişi bu tatmin edici ilişkileri yeniden kurmaya hep hazır olur. Eğer bir sosyal durumda, yapısı ve üyelerinin özel psikolojisi sayesinde karşılıklı kardeşçe özdeşimlere imkân veren topluluklar veya gruplar varsa, Grup-Ben iyi bir toplumsal uyumun garantisi olabilir (örneğin Dogon köyünde). Bu uyum mekanizması, toplumun topluluk yapısını diğerlerinden daha iyi yansıtır. Çekirdek ailede ona yer yoktur. Kentleşmiş sanayi toplumunun kamusal yaşamında ise başarısız olur. Bu türden kurulmuş bir Ben, bu bağlamda ciddi biçimde sarsılır ve patolojik regresyonlara maruz kalır. Yine de Grup-Ben, bizim toplumumuzda da kimi zaman marjinal konumda bulunan kardeşlik temelli cemaatlerde uyuma hizmet edebilir. Katılanlara istikrar ve sıradışı bir etkinlik potansiyeli sağlasa da daha çok ütopik biçimde arzu edilen bir duruma karşılık gelir; toplumu değiştirmeye yönelik bir itici güç oluşturmaz.

 

Örnekler

Grup-Ben kavramını ilk kez Afrikalılarda tanımladık. Bunu ayırt etmek ya insan çevresinin, onların Ben’inin görece özerk işleyişini sağlayabilmesi açısından bizimkinden daha önemli olması nedeniyle ya da Avrupalı analizantların bizimkine benzeyen toplumsal bağımlılıklarının aksine, onların sosyal çevreye olan bağımlılığı bize daha açık şekilde göründüğü için kolaydı. Ama Avrupalılar için de bir Grup-Ben varsaymak gerekir: “Bir Avrupa’lı akademisyeni düşünelim; meslektaşlarıyla yaptığı bir bilimsel tartışmadan memnuniyetle evine dönsün ve bu tür buluşmalar onun iyi oluşu için önemli olsun. Bu durumda, onun iyi oluşunu, sadece bu koşullar altında Ben’ine girebilen saldırgan ve libidinal dileklerin doyumuna bağlayabiliriz. Bunun önkoşulu, yani tüm Ben’in işleyişine dair olan şey şudur: Ben, tartışma sırasında amaçtan sapmadan ve ikincil süreçlere bağlı kalarak haz alabilme yetisi geliştirmiştir; ve bu da, Grup-Ben’in bir tezahürü olarak, bilimsel tartışmaya olanak tanıyan bir yapıya sahip bir grubun varlığına ve üyelerinin Ben’lerinin çok benzer yetilere sahip olmasına bağlıdır” (Parin ve diğerleri, 1971, s. 537 vd.).

Dinamik ve İşlev

Grup-Ben ile, Ben’in tümüne özgü bir işleyiş biçimini ve bazı özel Ben işlevlerini kastediyoruz. Bu işlevler, yeterli olabilmek ve sürdürülebilmek için bir grup insanın katılımına bağımlıdır. Bu grubun belirli bir yapıya sahip olması ve üyelerinin özel bir şekilde tepki verebilmesi gerekir; bu, onların belirli rolleri üstlenmeye yönelik duygusal hazırlıkları ya da yeterlilikleri anlamına gelir. Ancak bu koşullar altında Grup-Ben işlevsel hâle gelir. Bu Ben işlevleri, Ben’in belirli türden özdeşim ilişkilerine girme yönündeki edinilmiş yatkınlığına dayanır.

Grup-Ben, diğer bağlamlarda tarif edilen Ben’den esasen farklı bir ruhsal yapı değildir, aynı zamanda eklenmiş ikinci bir Ben gibi de değildir. Yani bağımsız bir Ben yapısına ek olarak ayrı bir Grup-Ben bulunduğu düşünülmemelidir.

Freud (1921) bu tür özdeşim biçimlerini tanımlamıştır. Bir kitleye katılan bireyler, liderin imgesini Ben ideali hâline getirirler ve bu da aralarında görece gerginlikten uzak özdeşimler kurmalarını mümkün kılar. Freud bu özdeşimleri geçici bir ilişki biçimi olarak tanımlar; kitle üyelerinin eşcinsel libido ile yüklü olduklarını varsayar ve heteroseksüel ilişkilerin kitle bağlarını bozma eğiliminde olduğunu belirtir.

Ne var ki, herkes tam anlamıyla bir kitlenin parçası hâline gelmez. Lideri ya da ortak idealleri Ben ideali olarak benimseme eğilimi bireyden bireye değişir. Farklı bireylerin Ben’i, özdeşim ilişkilerini kurmak ve sürdürmek açısından oldukça farklı yollar izler. Afrika’da yapılan araştırmalar, benzer özdeşim biçimlerinin bir lider ya da ortak bir fikir olmaksızın da kurulabileceğini, yani kitle oluşumu yaşanmadan da bu türden ilişkilerin var olabileceğini göstermiştir.

Bu, şu koşullar altında mümkündür:

1. Ben, önceki gelişim sürecinde, belirli duyguları uyandıran ve haz veren ilişki figürleriyle özdeşim kurma eğilimi kazanmıştır. Bu ilişki biçimini, sözcük anlamında alınmaması gereken, “kardeşçe” olarak adlandırıyoruz. Yani burada, yatay düzlemde kurulmuş ve saldırganlıkla bozulmamış özdeşim ilişkilerinden söz edilmektedir.

2. Ben, belirli durumlarda, özellikle ilişki figürleri haset ya da rekabet gibi saldırgan duygular uyandırmıyorsa, oral ilişki ve doyum biçimlerine gerileme (regresyon) yetisini korumuştur. Fenichel’e göre, her yeni özdeşim bir tür “içe alma” (Einverleibung) eylemine dayandığı için, bu oral regresyon yetisi her özdeşim için bir önkoşuldur. Grup-Ben her durumda bu regresyona açık değildir; hatta katı ve sabit bir yapı gibi de görünebilir. Ancak grubun üyeleri biçimsel ve duygusal olarak kardeşçe bir davranış sergilediklerinde, Grup-Ben bu regresyona ve özdeşimlerin kurulmasına olanak tanır. Grup bir bütün olarak “annelik” işlevi görür: Katılımcılar burada oral bir katılım ve karşılıklı doyum bulurlar; bu “oral doyum” her türlü libidinal doyuma işaret edebilir. “Oral” kavramı burada libido gelişim evresinden çok Ben’in gelişim düzeyini ifade eder.

3. Özdeşim kurulduğunda, Ben’in tamamı güçlenir; tüm yapısı daha iyi çalışır. Bu muhtemelen, kitle oluşumlarında olduğu gibi, saldırganlıkların artık grubun üyelerine değil dışarıya yöneltilmesiyle ilgilidir. Grup üyeleri arasında ise hedef dışına yöneltilmiş biçimde, görece az engellenmiş doyumlar mümkündür. Bu tür bir uyum biçiminde bağı kuran unsur, hedef dışı yönlendirilmiş eşcinsel yatırım olur.

Grup-Ben’in oluşumunu, çocukluk ve gençlik dönemlerindeki özdeşimlere bağlarız, özellikle de “saldırganla özdeşim” (Identifikation mit dem Aggressor) biçimine dönüşmemiş olanlara. Bilindiği üzere Freud, Ben’in tüm önceki nesne ilişkilerinin izlerini taşıdığını ve özdeşimler aracılığıyla inşa edildiğini söylemiştir. Ancak burada iki farklı gelişim yolu belirginleşir: Bazen özdeşim hayal kırıklığı ya da tehdit sonucunda zorla oluşur ve bu durumda ilişki nesnesinin özellikleri Ben’de yapılandırılır. Diğer durumdaysa süreç barışçıldır; özdeşim ne hayal kırıklığına ne de saldırganlığa bağlı olarak meydana gelir. O zaman nesnenin özellikleri içselleştirilmez. Ancak Ben, dış dünya bu türden tatmin edici bir ilişki sunduğunda onu tekrar kurmaya hazır bir düzenek geliştirir. Bu tatmin edici özdeşimlerin yapısal izi, bir elektrik fişine benzetilebilir: Eğer tam olarak ihtiyaç duyulan enerjiyi sağlayan bir kişi ya da grup varsa, bu fiş Ben'e tekrar tekrar enerji aktarır. Önemle belirtilmelidir ki bu mekanizma, savunma mekanizmalarında (karşı-yatırımlar olarak) varsayılması gerektiği gibi, kendine ait bir dürtüsel yatırım taşımaz. Fiş enerji aktarır ama kendi içinde enerji içermez.

Bu tür özdeşimlere en çok olanak tanıyan ilişkiler, yaşıt eş-cinsiyetli gruplarla kurulanlardır (örneğin akran grupları, kardeş toplulukları, çeteler, gençlik grupları ve birlikler). Hiyerarşik, yani sosyolojik olarak söylersek dikey örgütlenmiş grup yapılarının karşısına, yatay ve eşitlikçi gruplar çıkar. Bu yatay gruplarda, grup yeterince annelik yapan, bakım veren ve doyum sağlayan davranış biçimleri sunuyorsa ve grup haset, rekabet gibi saldırganlıklarla fazla bozulmamışsa, bu tür gerilimden uzak özdeşimler gerçekleşebilir. Bu da geçici bir “oral gerilemeye (regresyon)” olanak sağlar. Eğer çocukluk ve ergenlikte dikey kişi gruplarıyla (yaş hiyerarşisine dayalı aile gibi zorunlu dikey yapılar) ve yatay gruplarla arasında bir denge kurulmuşsa ya da bu iki yapılar arasında uyumlu bir geçiş yaşanmışsa, sonradan uygun gruplara sosyal uyumu kolaylaştıracak iyi işleyen bir Grup-Ben gelişir.

Bizim toplumumuzda birçok grup görünüşte yatay yapılı olsa da psikolojik etkileri bakımından hiyerarşik bir örgütlenmeye sahiptir. Örneğin izcilerde liderlik hiyerarşisi ve ideoloji; okullarımızda ise rekabete dayalı başarı baskısı ve bunun doğurduğu haset, yaşa göre yapılan yatay grup düzenlemelerine baskın gelir. Bu kurumlarda genellikle “saldırganla özdeşim” (Identifikation mit dem Aggressor) gelişir, ancak bir Grup-Ben oluşmaz.

Diğer yandan, bazı dikey örgütlü gruplar, örneğin Agni halkının yaşa göre hiyerarşiye sahip matrilineer (soyun anne tarafından izlendiği toplumsal yapılar) soyu, oral regresyonu zorunlu kılar ve böylece en tehditkâr nesnelerin bile (örneğin simgesel anlamda tecavüzcü fallik bir anne) “saldırganla özdeşim” biçiminde değil, özdeşim kurmaya hazır bir yapı olarak içselleştirilmesine olanak verir.

Terapötik psikanalizde grup-benliği, çoğu zaman çalışma ittifakına etkinliğini kazandırır. Bu bağlamda “iyi, ortak, analitik çalışma” katılımcıların benlik ideali içine girer ve kitle oluşumundaki lidere yapılan yatırıma benzer şekilde yatırım yapılır. Bu durum karşılıklı özdeşimleri kolaylaştırır. (Freud’un kitle oluşumu modelinde olduğu gibi, özdeşim için ortak bir idealin oluşturulması grup-benliğinde de söz konusudur.) Analitik ittifak ve analizin ilerleyişi açısından oldukça işlevsel olan hafif düzeydeki homoerotik aktarım, grup-benliğiyle ilişkilendirilebilir. Bu durumda her iki tarafın da yönü değiştirilmiş pregenital hazlara, örneğin gösterme ve bakma gibi, sahip olabildiği ve benliğin gerilemeye rağmen güçlenmiş göründüğü gözlemlenir. Ancak dizginsiz cinsel ya da saldırgan aktarımın ortaya çıkması (seksüalizasyon ya da agresivizasyon) ya da analistin kardeşçe ya da kız kardeşçe davranış rolüne aykırı hareket etmesi, çalışma ittifakını derhal zedeler. Grup-benliği bu durumda “otomatik” uyum işlevini kaybeder. Benliğin savunma örgütlenmesi, yeterli olsun ya da semptom oluşumlarıyla belirginleşmiş olsun, yeniden tümüyle devreye girer.

Eğitim analizlerinde grup-benliği, analistlerin grubuna aidiyeti içeriğine alabilir. Bu uyum mekanizması yeterliyse, benlik görece çatışmasız hale gelir ve analitik süreç durma noktasına gelir. Bu kişilerde analiz, ancak analist olamamaları durumunda grup-benlikleri açısından nasıl bir güvensizlik yaşayacaklarını deneyimleyebildiklerinde yeniden harekete geçer.

Uyum mekanizması, analizantın benlik tutumlarını sıkça pekiştirir ve bu durumda bir dirençle karıştırılabilir. İçki arkadaşlarından oluşan bir grupla ilişki, seçkin-burjuva yaşam biçimlerine sahip bir sınıfın davet ritüeline katılım ya da bir siyasi gruba dâhil olma gibi durumlar çoğu zaman etkisizce “edimsel davranış/sahneleme (acting out)” olarak yorumlanır. Ancak analizanta örneğin, meyhane kardeşleriyle içki içmenin, grubun dışında kaldığında maruz kalacağı sosyal ya da cinsel başarısızlığa dair tehditkâr bir utançtan onu kurtardığı gösterilebilirse, hem bu mekanizma anlaşılır hale gelebilir hem de ilgili semptomların analizi başlayabilir. Uyum sağlamış benlik istikrarlıydı; daha az uyum sağlamış olanda ise çatışmalar daha canlı hale gelir ve daha kolay deneyimlenebilir.

Özel etkiler

Geleneksel Dogon köyünde hüküm süren örnek topluluk bilincini belirgin bir grup-benliğine dayandırdık. Bu, çocuğun uzun süren bir emzirme dönemi ve annesiyle yaşadığı simbiyotik ikilikten hemen sonra, 4. yaşında katıldığı “annelik edasında” bir grup içinde gelişir. Grup-benliği ergenlik döneminde ve yetişkinlikte, benzer şekilde sosyalleşmiş, hemcins ve yaşıt “akranlar”dan oluşan uygun biçimde örgütlenmiş gruplar içinde pekiştirilir ve yenilenir.

Bazı ütopik eğitim modellerinin amaçladığı daha iyi bir toplumsal davranışa yönelik bir eğitimi gerçekleştirmek için, çocuklara ve gençlere bir grup-benliği geliştirme olanağı vermek uygun bir yol gibi görünmektedir.

Aile araştırmaları bağlamında şu soru gündeme gelmektedir: Şizofrenik gelişimin özel bir biçimini gösteren hastalarda, grup-benliğine benzer uyum mekanizmalarının bir rol oynayıp oynamadığı. Aile araştırmacıları ve terapistleri (H. Stierlin ve diğerleri), anneleri tarafından o denli müdahaleci ve tek yanlı biçimde sosyalleştirilmiş bireyler tarif ederler, ki bu kişiler yalnızca anneleri ve diğer aile üyeleri tarafından kendilerine aktarılan kurallar ve beklentilerle belirlenmiş bir dünyada yaşayabilirler. Bu dünya aile dışındaki gerçeklikle örtüşmediğinden dolayı, bu kişiler psikotiktir. Biz, iyi gelişmiş bir grup-benliği aracılığıyla iyi benlik işlevleri ve yeterli bir istikrara sahip olan yetişkin Dogon’ların, yapısal olarak farklı bir çevreye aniden girdiklerinde psikotik-form durumlara girdiğini gözlemledik. Köylerine geri döndüklerinde ise hemen bir iyileşme gerçekleşmektedir. Şu mümkün olabilir mi: “Yetki devreden” anneler, şımartıcı tutumlarıyla oral benlik niteliklerinin gelişimini teşvik ediyor ve aile üyeleriyle karşılıklı özdeşim, “bağlı delege” için vazgeçilmez bir benlik dengeleyici işlevi görüyor? Aile araştırmacıları açısından delege etme bakış açısı (tıpkı etkileşim modaliteleri ya da sözde vasiyet gibi) kişiler arası sürece yöneliktir. Oysa psikotik benliğin aynı zamanda bir yapı olarak, yani metapsikolojik düzeyde de tanımlanması gerekir. Bana öyle geliyor ki, “bağlı delegelerin” benliği, iletişim sistemi ve nesnelerle ilişkisi (örneğin bölme ve içe alma) aracılığıyla henüz yeterince betimlenmiş değildir ve özel bir uyum mekanizmasının kurulmasıyla karakterize olmaktadır.

 

Klan vicdanı: Bireyin iç dünyasında topluluğunun kurallarını taşıması

Toplumsal çevrenin gereklerine uyum sağlama açısından en etkileyici uyum biçimi kuşkusuz Üst-Ben’in kurulmasıdır. Bu olağanüstü karmaşık süreç, öyle bir sonuca yol açar ki, bu sonucu bir “mekanizma” olarak adlandırmak mümkün değildir; haklı olarak, Ben'den ayrışmış, kendine özgü bir yapıdan, bağımsız bir ruhsal düzeyden söz edilir.

Genel Bakış

Ancak Ben, içselleştirilmiş bir Üst-Ben’in yerine geçici ya da dönemsel olarak dışsal otoriteleri ya da kurumları koyma yetisini geliştirebilir ve bu yetiyi sürdürebilir. Bu otoriteler aynı dürtüsel enerjilerle yüklenir ve Ben üzerinde yasaklayıcı ya da ödüllendirici etkide bulunurlar. Ben, eğitici figürlerin, anne baba ve aile, çocuğun bağımlı olduğu dönem boyunca dışsal, makro-toplumsal etkiler altında özellikle yoğun bir biçimde kaldığı durumlarda bu değişimi bir mekanizma olarak yerleştirmeye meyleder. Aşırı yaşam koşulları (ayrıcalıklı kastlar, gettolaşma, yoksullaşma) ve özellikle dayatılmış ya da yüksek oranda yatırım yapılmış ideolojiler (küçük burjuvazi ya da dinsel mezhepler bağlamında) böyle bir Ben gelişimini destekler. Bu durumda Ben için dışsal ve içsel otoriteler (içe atımlar) çakışır. Sınıfsız bir toplumda, ideolojik talepler bireyin kendi topluluğu içindeki çıkarlarını görece doğru bir biçimde yansıtıyorsa, klan vicdanı yalnızca istikrar sağlayıcı olarak işlemez; aynı zamanda, toplumsal olarak hayata geçirilebilecek Ben çıkarlarını da destekler. Ancak ideolojik değerler ve kurallar bireyin ihtiyaçlarıyla çeliştiğinde, ki bu, tamamı sınıflı bir toplumda yaşayan analizantlarımızda çoğunlukla böyledir. Klan vicdanı bireyi şu yönden kısıtlar: Ben, içselleştirilmiş Üst-Ben’le ilgili suçluluk ve utancı aştıktan sonra bile toplumsal çevreye karşı bir özerklik kazanabilecekken bu özerkliği de yitirir.

Örnekler

“Klan vicdanı”na dair basit bir örneği dindar, pagan bir Dogon ile yapılan bir görüşmeden alıyoruz: Bu kişi, bir Müslüman köye gitse İslami usule göre dua edeceğini söylüyor. Buna bilinçli olarak şu açıklamayı ekliyor: “Yaşlılar, birinin onların inancını paylaşmadığını gördüklerinde üzülmesin diye.” ve ayrıca, “Köyün yaşlıları üzülürse bu kimseye iyi gelmez; çünkü o zaman halkın ortak iyiliği için doğru düzgün çalışamazlar.”. Üst-Ben’e ait olan dinsel tasavvurlar ve kurallar dışsal otoritelere devredilmiştir. Ben açısından bakıldığında, kişi dıştan uyumlu bir davranışla Üst-Ben’ini memnun ettiğinde bir rahatlama elde edilir. Analizantlarımızda da zaman zaman görülür ki, Üst-Ben’in dışsal otoritelere devredilmesi Ben’e bir rahatlama sağlar; bu süreçte ne suçlulukla bilinçli bir şekilde yüzleşmek gerekir ne de savunma düzeneklerinin gevşetilmesi. En bilinen örnekler, Katolik kilisesine bağlı inananların günah çıkarması ve bir askerin savaşta vicdan azabı çekmeden öldürmesidir.

Dinamik ve İşlev

Freud (1921) daha o dönemde, haz verici duygulara yol açabilen bir nesneyle özdeşim ile (örneğin kilise gibi) dışsal bir otoritenin Ben-ideali olarak somutlaşması arasında açıkça ayrım yapmıştır. Sandler (1964/65) bu süreci daha ayrıntılı biçimde ele almış ve onu gündelik bir olgu olarak tanımlamıştır: “Üst-Ben, yalnızca Ben açısından bir güçlendirme işlevi gördüğü sürece Ben tarafından desteklenir. Ancak Üst-Ben’in kuralları ve buyrukları, Ben’in başka yollarla yeterli oranda narsisistik destek bulabildiği durumlarda, tamamen göz ardı edilebilir” (s. 741). “Gündelik yaşamda, bireysel ahlaki duruşun yerini bir grubun ahlakı ve ideallerinin aldığı birçok örnek vardır; örneğin dinsel dönüşümde, çeteleşmede ya da gençlerde kahramanlara tapmada olduğu gibi” (s. 742).

Bir klan vicdanından (Clangewissen) ise yalnızca, dışsallaştırma Benliğin korunması için zorunlu olarak, yani otomatik biçimde gerçekleştiğinde söz edebiliriz; bu kişilerde “başka türlü… narsisistik destek” gerekmez. Dışsallaştırma bu desteği beraberinde getirir. Klan vicdanının oluşumu: Kültürümüzde bu durum, çocuğu eğiten ebeveynlerin, temsil ettikleri dış dünyaya karşı kişilik olarak geri planda kaldıkları ve bunun yerine çocuğa kendi değerleri olmayan, davranışlarını belirlemeyen ya da karşısında başarısızlığa uğradıkları veya korktukları ideolojiler ya da değerler sundukları zaman ortaya çıkar. Bu, kritik evrelerde gerçekleşirse, klan vicdanı kalıcı bir edinim haline gelir. Özellikle ödipal çatışmadaki yoksun bırakan temel kişiye karşı pasif boyun eğme tutumu bizde bu türden hassas bir evre gibi görünmektedir; özellikle de preödipal gelişimden kaynaklanan yoğun terk edilme duyguları, sevilmeme hissi ya da benliğin narsisistik yatırımı bakımından bir yoksunluk durumu söz konusuysa. Zalim bir Üst-Ben’in ya da pre-otonom Üst-Ben çekirdeklerinin dışarıya yerleştirildiği yansıtma (projeksiyon) ve bölme (Spaltung) süreçleri ise bu bağlama ait değildir. Bunlar Benliğe neredeyse hiç yük hafifletici işlevi olmayan acil savunmalardır. İlkel mekanizmalar aracılığıyla yapılan bu tür savunma girişimlerinin uyum sağlama açısından pek değeri yoktur; paranoyak sanrılar için de durum aynıdır.

Öte yandan, terapötik analizlerde sıkça gözden kaçan bir durum da şudur: birçok insan, iktidar ya da prestij sahibi bir kişi ya da gruba Üst-Ben’ini emanet etmeyi başarır ve böylece Benliğini görünüşte rahatlatır ve dengeler. Meslektaşlarının iş ahlakını benimseyen eski araba satıcısı, nasıl ki “klan vicdanı”na göre davranıyorsa, iyi bir dava uğruna son derece acımasızca savaşan fanatik ya da her şeyi anlayan analistini Üst-Ben taşıyıcısı haline getirip, normalde yasak olan dürtüsel arzularına izin veren analiz sürecindeki hasta da öyledir. Bu tür bir mekanizmaya sahip olan kişiler, psikiyatrik açıdan kesinlikle psikopatik olarak sınıflandırılması gereken kişiler değildir. Tam tersine, uyumlu, düzgün yurttaşlar, göreli olarak yeterli Benlik işlevlerine sahip insanlar da Benliklerine geçici bir güç sağlamak adına dışsal otoritelere uyum gösterirler.

Bu tür tutumların tekrarlayıcı niteliği, özellikle de Üst-Ben işlevi analiste atfediliyorsa bunun bir aktarım olduğuna işaret eder. Ancak bastırıldığı varsayılan dürtüsel eğilimlerin ve aktarımın yorumlanması, şaşırtıcı bir şekilde mümkün olmaz. Hasta, yorumu kavramaz. “Ama durum öyle, herkes böyle yapıyor, herkes böyle istiyor” der; burada kastettiği, Üst-Ben’ini atfettiği gruptur. Analist yorumunda ısrar ederse, analist ve onun ahlakı analiz edilen kişi için kuşkulu hale gelir; bu da hayal kırıklığı, saldırgan geri çekilme, boyun eğme ya da başka yollarla kendini gösterebilir. Ancak eğer şu yol izlenirse: analiz edilen kişi, önce bireysel vicdanı yerine kimi ya da neyi yargıç konumuna getirdiğini fark eder, ardından klan vicdanının ahlakı dikkatlice ortaya konursa, genellikle şu açığa çıkar: Benlik, Üst-Ben’in dışsal taleplere uydurulması yoluyla yükünü hafifletmiştir. 

Genç Agni kadını Elisa'nın benliği, klan vicdanı sayesinde, sırasıyla annesini, hakem Ibi’yi, köy reisini ve Yosso’nun büyücüsünü “ideal” olarak benimseyerek, yeniden canlanan ödipal çatışma tarafından ağır biçimde sarsıldığında her defasında yeterli bir rahatlama bulmuştur. Ödünç alınan bu “ahlakların” kendi ahlakıyla büyük ölçüde örtüştüğünden kuşku yoktur. Eğer analiz edilen kişide benliğin kendi ahlakı ile dışsal ahlak arasında benzer bir uyum söz konusuysa, bu mekanizma analiz yoluyla neredeyse sarsılamaz. Ancak ideolojik olarak temsil edilen değerler analiz edilenin benlik çıkarlarına ters düşüyorsa, bu mekanizmanın gözden geçirilmesi mümkün olabilir.

Özel etkiler

Klan vicdanının önemi, içe alınmış olanın dışa taşındığı yansıtmalı özdeşimden değil, ki burada benlik, onun talepleriyle özdeşleşmektedir, asıl olarak karşıt yöndeki harekette yatar: toplumda geçerli olan talepler ve değerler değiştiğinde, bu, iktidar ve propaganda araçlarıyla yönlendirilebilecek bir süreçtir, benlik tam işlevselliğini sürdürebilmek için ya yeni ideolojiye boyun eğmek ya da onu kendi yararına kullanmak zorundadır. Bu uyum mekanizması, öznenin daha yüksek bir manipülasyona açıklığı pahasına işler.

Araştırılması gereken bir konu da ailesinden bireysel vicdana karşı bir tür bağışıklık geliştirmiş olarak gelen psikoz eğilimli “temsilciler”in, belki de bir klan vicdanına sahip olup olmadıklarıdır. Bu mekanizma, özellikle “vasiyet taşıyıcısı” diye adlandırılan kişilerde daha belirgin biçimde kendini göstermektedir. Ailesinin birkaç kuşağı boyunca aktardığı değerler, onun klan vicdanına zemin oluşturur. Bu değerler bir terapi sürecinde ya da toplumsal olarak geçerli değerlerle fazla çelişmeleri sebebiyle işlevsiz hale geldiğinde, benlikte bir sarsıntı meydana gelir; çünkü bu benlik, iyi işleyen bir klan vicdanından sağladığı narsisistik kazanca bağımlıdır.

“Rol ile özdeşim”

Ön Not

“Rol ile özdeşim”, geçici ya da kalıcı biçimde benlikte yer edinen karmaşık uyum (adaptasyon) mekanizmalarını adlandırmak için kullandığımız bir terimdir. Bu mekanizmaların diğer işlevlerden kesin sınırlarla ayrılması mümkün değildir; dinamikleri belki de tekdüze değildir ve psikolojik kökenlerine dair de kesin bilgiler veremeyiz. Yine de bu mekanizmaların benlik psikolojisinin şu ana dek yerini dolduramayacak bir tamamlayıcısı olduğunu düşünüyoruz. Pratikte artık bu kavramdan vazgeçemiyoruz; çünkü bu kavram bireysel psikolojiyi, küçük gruplar ve makro-toplumsallık içindeki davranış biçimlerine dair sosyal psikolojiyle kapsamlı biçimde ilişkilendirmemizi sağlıyor.

“Rol” derken sosyolojide kastedilen anlamı anlıyoruz: cinsiyet, yaş, aile içindeki konum, meslek, çeşitli kurumlara katılım gibi durumlara göre beklenen ve talep edilen davranış biçimi. Grup, kast ve sınıfa özgü davranış biçimleri, rolleriyle birlikte ele alınır. Aile babası, girişimci, işçi gibi olumlu değerlendirilen rollerin yanı sıra suçlu, akıl hastası, vesayet altındaki kişi gibi olumsuz değerlendirilen roller de bu kapsama girer. Bu sosyal rollerin tamamı toplumsal kurumlarla bağlantılıdır. Kurumların ideolojik üst yapısı hem yakın hem de geniş toplumun, fiili ya da varsayılan rol taşıyıcısına yönelttiği arzuları ve talepleri içerir. Burada toplumun ya da rol taşıyıcısının bu ideolojik içeriklerin farkında olup olmaması fark etmez.

Ancak biz sosyal rol derken, işlevselci sosyolojide "rol" olarak tanımlanabilecek her şeyi kastetmiyoruz; ideolojik olarak tanımlanmamış her türden sosyal davranış, ister bu davranış toplum açısından istenen, ister kayıtsız kalınan ya da hoş karşılanmayan olsun, “rol ile özdeşim” olanağı vermez. Bir kişinin sosyal davranışı, psikolojik anlamda ister gerçeklik ilkesine ister bir yineleme zorlantısına (Wiederholungszwang) uysun, yalnızca ideolojik bağlamda önceden tanımlanmışsa rol davranışı haline gelir. Bununla birlikte, kişinin rolüne uygun davranıp davranmadığı ya da rol ile özdeşleşip özdeşleşmediği bu noktada henüz belli değildir. “Rol ile özdeşim”, psikolojik olarak tanımlanabilecek bir süreçtir; “nesnel” bir rolü “öznel” bir role dönüştüren (başka etkenlerle birlikte) bir adımdır.

Bir örnek vermek gerekirse: Eşcinsel bir erkek belirli bir toplumsal davranış sergiler. Erkek cinsel partnerleri tercih eder. Bu durum, onun sanayi toplumunda "eşcinsellik" kurumuna ait ideolojiye göre davrandığı anlamına gelmez. Eğer bu ideolojiye uygun davranırsa, yani belirli buluşma mekânlarını sık sık ziyaret eder, toplumun bu ideolojiye dair beklentilerine uygun şekilde giyinir ve davranırsa, o zaman toplumsal rolüne uygun davranıyor demektir. Ancak bu da onun "eşcinsel" rolüyle özdeşleşip özdeşleşmediği hakkında bir şey söylemez. Eğer özdeşleşiyorsa —bu tamamen ruhsal bir süreçtir—, o zaman benliğinde bir değişiklik gerçekleşmiştir; bu değişim ruhsal olarak tanımlanabilir ve psikanalitik olarak açıklanabilir.

Genel bakış

Çocuklukta Ben’in gelişimiyle birlikte, çocuk ailesi, ardından okul ve daha geniş toplumsal çevre tarafından kendisine atfedilen çeşitli rolleri üstlenme ve bu rollere uygun davranma yetisi kazanır. Bu rollerin benimsenmesi, alt benlik (Es) ile eğitimin dayattığı talepler arasındaki çatışmaları çözmese de bu çatışmaların bir kısmını yatıştırır. Le Coultre (1970), yetişkinlerin Ben’inin çoğu zaman "bölünmüş" olduğunu vurgulamıştır: kişi hem yetkin bir yetişkin adam hem de aynı zamanda çaresiz küçük bir çocuk olabilir ya da 45 yaşında yaşlanmakta olan bir kadın, aynı zamanda hayatı hâlâ "önünde" olan bir ergen gibi davranabilir. Le Coultre’a göre çocukça bir rolün korunması ve ayrıştırılması, yetişkin Ben’i çözülmemiş çocukluk çatışmalarına karşı korur; bu da nihayetinde bir savunma işlevi görür. Diğer bazı yazarlar (Richter, 1976), rol atıflarının benimsenmesinin özellikle sevilmeme ve korunmasız kalma korkusunu, yani çocuğun ayrılık kaygısından türeyen korkularını, bertaraf ettiğini ya da bundan kaçınmayı sağladığını ileri sürmektedir. Gördük ki, bir role geçici ya da kalıcı olarak özdeşleşmek, Ben’e daha büyük bir istikrar sağlar. Dış dünya ile olan çatışmaları yatıştırmak için sadece rol davranışının benimsenmesi yeterli olabilir; fakat dışsal çatışma tehdidi ortadan kalktığında bile rolün oynanmaya devam edilmesi bu durumla açıklanamaz.

Rol özdeşiminde de içsel çatışmalar çözülmez. Ancak Ben, kendisine atfedilen rolleri yalnızca üstlenmekle kalmayıp onlarla özdeşleştiğinde iki avantaj elde eder: Birincisi, dışa uyum artık otomatikleşmiştir, herhangi bir yatırma (enerji) harcamasına gerek kalmaz. Bu süreçte gerekebilecek olası bir Ben bölünmesi genellikle fark edilmez ve genel işlevselliği pek etkilemez.
İkincisi, özdeşim her zaman ya gerçek ya da fantezi düzeyinde libidinal ya da saldırgan bir haz sağlar; bu haz bazen rolü atfeden nesnelere yöneliktir. Ek olarak, kişi rolüne uygun biri olduğu için narsisistik bir haz da yaşar. Yetişkin bireyin toplumsal taleplere ve zorunluluklara uyumunda rol özdeşimi ne kadar temel bir araçsa, ister geçici ve değiştirilebilir ister kalıcı olsunlar bu özdeşimlerin analiz edilmesi de özgürleşmenin vazgeçilmez bir aracıdır. Başka bir deyişle: İnsan kendi evinin efendisi değildir. Psikanaliz, kişiye yalnızca bastırılmış olandan gelen hangi güçlerin etkisinde kaldığını değil, aynı zamanda dış dünyasındaki hangi güçlerin üzerinde otomatik biçimde egemen olduğunu da fark ettirmelidir; çünkü Ben, çoğu zaman bilinçdışı olarak bu güçlerle çeşitli rol kalıpları üzerinden özdeşleşmiştir.

Örnek: Rol ile özdeşleşme, özellikle sosyal çevresi görece basit yapılı olan Afrikalılarda açık biçimde görülmektedir; çünkü bu ortamlarda kişiye atfedilen roller daha belirgin ve daha az sayıdadır. F. Morgenthaler ile yapılan görüşmelerde (Parin et al., 1971) Brou Koffi, köy reisi rolüyle konuştuğu sürece enerjik, kendine güvenli ve sağduyulu bir adam izlenimi uyandırıyordu. Ancak bilinçdışı malzemenin baskısı altında ya da davranışına getirilen yorumlar nedeniyle köy reisi rolünü terk etmek zorunda kaldığında, korkularla kuşatılıyor, şaşkınlaşıyor, itaatkâr hale geliyor ve özgüveni çökmüş görünüyordu. Yeni bir köy reisi görevi gündeme geldiğindeyse, sunulan rolü yeniden üstleniyor ve ruhsal dengesi derhal yerine geliyordu.

Zürih’teki kliniğimden bir vaka, rol özdeşleşmesinin etkisini göstermektedir: Başarılı, zeki ve görünüşte kendini iyi ifade edebilen bir doktor, dört ön görüşmede bana biyografisini ve neden bir analiz sürecine ihtiyaç duyduğunu inandırıcı ve duygusal olarak hissedilebilir bir içerikle aktardı. Onun önerisini kabul ettiğimde ve kendiliğinden, önceden planlamadan çağrışımlarını paylaşmaya başlamak istediğinde ise konuşamaz hale geldi. Bu, onun için son derece yaralayıcı bir deneyimdi ve bu durumu aşmasına yardımcı olma yönündeki tüm çabalarıma rağmen, birkaç kez tekrarlandı. Kendisinden kaynaklanan her kelime ve ifade etmek istediği her duygu, felç edici bir kaygı ya da yıkıcı bir utanç tarafından engelleniyordu. Aynı dönemde ise karmaşık bir tıbbi işletmede başhekim olarak enerjik ve şikâyetsiz şekilde çalışıyor, serin kanlı ama arkadaş canlısı ve kendinden emin bir meslektaş olarak kabul görüyordu. Sosyal rolü olan doktorlukla özdeşleşmesi, aşamalı olarak kazanılmış ve başka alanlardaki yetersiz benlik işlevlerinin yerini almıştı. Ancak bir keresinde, yurtdışında bir pozisyon almak istediğinde bu sosyal rolle özdeşleşememişti; çünkü orada doktorluk rolüne dair beklentiler tamamen farklıydı. Orada aniden kafası karışmış, intihar etmek istemiş ve tam zamanında geri dönerek burada bir başka doktorluk pozisyonunda yer bulabilmişti.

Psikanalitik kuram ve pratikte, böyle bir fenomen genellikle sosyal rolle özdeşleşme kavramına başvurulmadan açıklanır. Ben de bunu böyle yaptım ve analiz sonunda başarılı oldu. Ancak yine de hem yaptığım yorumların hem de hastayı anlama biçimimin eksik kaldığına inanıyorum. Analiz sırasında analiste, anal dönemde eğiten bir anne gibi bilinen aktarım rollerine ek olarak, başka rol beklentileri de yöneltilir, analiste atfedilir ya da ona yansıtılır. Kişinin kendi rol özdeşleşmesi, karşısındaki kişiyi daima ona karşılık gelen bir rolle özdeşleştirmesine ve onu buna göre davranarak işlemesine yol açar (alloplastik etkileşim).

Genç bir kadın doktor, oldukça varlıklı bir aileden gelen genç bir adamı analiz ediyordu. Çalışma ittifakı iyiydi; aktarım hafif erotize edilmiş, kardeşçe-pozitif bir renge sahipti. Hasta, son seanslarda ailesindeki karmaşık ve eziyet verici nevrotik düğümleri anlamaya çalışmıştı. Bununla başa çıkamayınca, analist, hastanın ailesi hakkında söylediklerini bir açıklık getirme amacıyla özetlemeye çalıştı. Hasta aniden öfkelendi, analiste çıkıştı, onun bu konuda konuşmaması gerektiğini söyledi ve burada daha ne işi olduğunu bilmediğini belirtti. Analistin aklına önce şu geldi: “O çok zengin.” Ardından şunu fark etti: “Bana bir hizmetçiye bağırır gibi bağırıyor.” Bu doğrultuda yaptığı bir müdahale hastanın şunları fark etmesini sağladı: “Doktoruma hitap ederken, onun yetkinliğine tam güven duyuyorum ve o beni bir kız kardeş gibi anlıyor. Ama konu aileme geldiğinde, yani ‘asil bir ailenin oğlu’ olarak konuşmaya başladığımda (bizim tabirimizle: bu rolle özdeşleştiğimde), o bir hizmetçi olur; tutulmuş biridir ve aile meselelerine karışmaya hakkı yoktur.” Bu yorumdan sonra olumlu çalışma atmosferi yeniden sağlandı.

Rol özdeşiminin gelişimi

Muhtemelen, rollerle özdeşimin oluşmasına yol açan genetik adımlar, çocuğun benliğinin gelişimiyle çakışır ve bu gelişim hiçbir zaman değişmeyen bir çevrede gerçekleşmez: Yalnızca büyümek bile çocuğun rollerle ilişkili olarak sürekli değişen toplumsal durumlar yaşamasına neden olur ve çocuk bu durumlara uyum sağlamak zorundadır. Daha sonraki rollerle özdeşimler, ailede ve okulda erken dönemde atfedilen ve zorunlu kılınan rolleri örnek alır, adeta aynı benlik hatları içine yeniden çizilir. İlerleyen dönemde toplumsal “zorunluluklar ve baskılar” yoluyla sosyal bir rolle özdeşleşme gerçekleşir. Zorunluluk ile baskı arasındaki fark büyük değildir. Her ikisi de atfedilen rolü benimsemenin, onu reddetmekten daha avantajlı olduğunu ifade eder. Eğer kişi bu rolü benimsemezse, tehlikeler ortaya çıkar; gerçek hayal kırıklıklarına ve cezalara yönelik korku oluşur ve bu korkuların merkezi benliktir. Bu durum, aynı anda nevrotik kaygıların da tetiklenmesini engellemez. Örneğin bir kadın, evlenerek ev kadını ve anne rolünü bulmak isterse, toplumumuzda evlenmemiş bir kadını bekleyen dezavantajlar ve ayrımcılıklar konusunda korku duyabilir. Bu, aynı zamanda yalnız kalma korkusu gibi nevrotik bir kaygının da kararını etkilemesini engellemez. Gerçek tehditlerle tetiklenen korkular da dürtü çatışmalarından kaynaklananlar da bilinçli ya da bilinç dışı olabilir.

Dinamik ve işlev

Sosyal rolle özdeşleşme yalnızca atfedilen davranışların yerine getirilmesi anlamına gelmez; burada benliğin atfedilen rollerle kurduğu ilişkinin özel bir biçimi söz konusudur. Bu mekanizmanın incelenmesinde önemli olan şudur: Kaygı genel olarak bir düzenleyici olarak işlev görse de benlik içindeki kaygı sinyallerinin izlenmesi, benlikte olup bitenler hakkında, rolün yerine getirilmesi veya belirsizlik ile yaklaşan tehlikelerin benliği herhangi bir şekilde uyuma zorlamasından daha fazla bilgi vermez.

Ailelerin ve grupların gözlemlenmesinden, izolasyon, dışlanma ya da sevgi kaybı korkusunun, rollerle özdeşleşmeyi öncelikle ya da bütünüyle belirlediği sonucu çıkarılabilir (Richter, 1976). Ancak makrotoplumsal kurumlarda üstlenilen pek çok yeni rolle birlikte, bilinçli kaygılar çoğu zaman saptanamaz; hatta özneyi izole eden, aileden ve gruptan ayıran, onlardan koparan rollerle özdeşleşme, çoğunlukla benliğe özel bir denge kazandırır; bu nedenle, bilinç dışı ayrılık kaygısının burada etkili olduğunu varsaymak pek olası değildir.

Rollerle özdeşleşmenin gerçekleşebilmesi için en önemli psikolojik önkoşullar şunlardır: üstlenilecek sosyal rollere yönelik aktif uyum süreçleri ve çevrenin rol atamaları ile rol beklentilerinin bireyde uyandırdığı libidinal ve saldırgan yaşantılar. Çünkü toplum, her bireye, sosyal konumuna özgü hayal kırıklıkları ve baştan çıkarmalar sunar ve bu da ruhsal aygıtın tek yönlü uyumunu destekler. Hatta şunu varsaymak gerekir: Bireyin sınıfsal, mesleki ve iktidara ilişkin konumu, benliğin yatırımlarına sürekli müdahale eder ve ruhsal yapıların birbiriyle olan ilişkisini belirler.

Toplumsal rollerle özdeşleşmeler, ne kadar çelişkili ya da hayal kırıklığı yaratan türden olurlarsa olsunlar, her durumda toplumsal uyuma hizmet ederler; böylesi özdeşleşmeler olmaksızın çevreyle doğru bir ilişki kurmak son derece güçleşirdi. Roller doğrudan toplumsal kurumlardan türetilmiş ve bu kurumlar tarafından tanımlanmıştır. Bu kurumların pek çoğu, birey için adeta dışa yansıtılmış bir savunma mekanizması gibi işler. Freud (1912/13, s. 89) bunu ilk olarak “cezalandırma düzeni” üzerinden göstermiştir:

“Eğer biri bastırılmış arzusunu tatmin etmeyi başarırsa, bu arzunun tüm toplum üyelerinde de uyanması gerekir; bu baştan çıkarıcı arzuyu bastırabilmek için, gerçekten imrenilen kişi cesaretinin meyvesinden mahrum bırakılmalıdır; ceza ise infazcılara, kefaret adı altında aynı günahkâr eylemi kendi adlarına da gerçekleştirme olanağını sıklıkla sunar. Bu, insan cezalandırma düzeninin temel dayanaklarından biridir… ve hem suçluda hem de onu cezalandıran toplumda aynı yasak arzu türünün varlığını varsayar.”

Toplumsal kurumların psikososyal işleyişini, en azından en temel olanlarınınkini bile tüm yönleriyle kavrayacak noktaya henüz gelemedik. Freud’un defalarca ele aldığı bu kurumların psikanalitik aydınlatılması, genellikle analistlerin, egemen toplumsal koşullarda bu kurumlara meşruiyet sağlayan norm ve değer sistemleriyle özdeşleşmiş olmalarından ötürü, bu sistemleri sorgulama özgürlüğüne sahip olamamaları nedeniyle yarıda kalmıştır. Pollock’un adlandırmasıyla “toplumsal olarak kurulmuş savunma sistemleri” (culturally constituted defensive systems), bireyi toplumsal olarak istenmeyen dürtülerden ve savunma ya da vazgeçme çabasından kurtaran toplumsal kurumlardır. Kültür, ki kısmen dürtü bastırılmasına dayanır, kurumları aracılığıyla bu çabanın bir kısmını üstlenir.

Kendini uyumlu hale getiren benlik, kurumsal olarak kendisine atfedilmiş rolle normlara uygun şekilde özdeşleştiği sürece, savunma işinden muaf tutulur. Benliğin, rolle özdeşleşmek için herhangi bir enerjiye ihtiyaç duymadığı ve bu sayede savunma sisteminin rahatladığı yönündeki tespit şaşırtıcı değildir. Ancak benlik bu ekonomik kazanç karşılığında yapısal bir kısıtlanmayı kabul etmiş olur.

Başarılı rol özdeşleşmeleri benliği rahatlatır. Bazen bu özdeşleşmeler, örneğin orta düzeyde bir çalışanın rolünde olduğu gibi, üstlere karşı pasif, işte ve astlara karşı aktif olmasının beklendiği durumlarda, benlik içindeki yapısal çatışmaların, örneğin aktif ve pasif tutumlar arasındaki, köprülenmesine yardımcı olur. Dış dünyaya yönelik gerekli yönelim, rahatsız edici duygulanımları geçici olarak susturabilir. Alt-ben talepleri de geri planda kalabilir, bu nedenle rol özdeşleşmesi ile savunma mekanizması arasındaki ayrımı yapmak her zaman kolay değildir. Bununla birlikte, karmaşık bir savunma mekanizmasıyla, örneğin benliğin kısıtlanmasıyla, karşılaştırıldığında en önemli fark, rol özdeşleşmesini çoğu zaman izleyen dürtüsel hazdır. Bu nedenle, söz konusu mekanizma semptom oluşumuna benzetilebilir. Ancak nevrotik bir semptom nadiren ikincil narsisistik bir haz ve buna bağlı benlik saygısında bir artışla sonuçlanırken, rol özdeşleşmesi genellikle, her ne kadar çoğunlukla geçici de olsa, narsisistik bir hazla birlikte seyreder.

Hem nesneye yönelik hem de narsisistik haz bakımından göz önünde bulundurulması gereken bir diğer nokta şudur: Rol özdeşleşmesi çoğu zaman bazı hazlardan vazgeçilmesini gerektirse de (örneğin: Araba kullanan biri içki içmez), toplumsal rollerin çok azı, rolün kendisine yüklenmesini sağlayan nesneler tarafından rol sahibine en azından bir miktar haz sunmaz.

Rol özdeşleşmesinden kaynaklanan narsisistik haz en çok, rolün üstlenilmesinin başka türden yoğun hayal kırıklıklarını beraberinde getirdiği durumlarda göze çarpar. Askerlik eğitimi sırasında hukuki güvenceden yoksunluk ve aşağılayıcı muamele nedeniyle acı çeken erler, analiz sürecinde rol özdeşleşmesinin kendilerine ne kadar hızlı bir rahatlama sağladığını hatırlamışlardır. Bireysel üst-ben’in bir kısmı komutanlara devredilebilir; pasif, mazohistik, homoseksüel ve diğer regresif hazlar aniden mümkün hale gelir. Bu gibi durumlarda ve çok daha az rahatsız edici rol atamaları söz konusu olduğunda, “ben bir erim, doktorum, babayım” düşüncesiyle gelen narsisistik kazanç eksik kalmaz; bu özdeşleşme az çok kalıcıysa, kimlik duygusu güçlenir, bu kimlik zorunlu ya da dayatılmış bir uyuma dayansa dahi.

Sosyal rolle özdeşleşmeler bazı durumlarda yalnızca geçici bir acil durum mekanizması olarak ortaya çıkar. Normalde şefkatli bir adam, “baba” olarak çocuklarını döver; dürüst bir tüccar sıkıştığında “iş insanı” olarak arkadaşını ve ortağını kandırır. Özdeşleştiği rol kalıbı, ticaret yaşamında öncelikle kişisel çıkarın gözetilmesi ve dostluğun iş başladığında sona erdiği yönünde bir ifadeyi içerir. Bu şekilde, rol özdeşleşmeleri kimi zaman benliğin geçerli üst-ben taleplerinden kurtulmasını sağlayan manik bir mekanizma gibi işlev görür.

Benlik kimliğinin (Erikson) sosyal role özdeşleşmeyle olan ilişkisi karmaşıktır. Bu iki kavramın sınırlarını belirlemek için burada sunulandan daha kapsamlı bir tartışma gereklidir. Bu tartışmada psikanalitik gözlemden türetilmiş, ilk bakışta çelişkili görünen iki tespitten hareket edilmelidir: Bir yandan benlik kimliği kısmen rol özdeşleşmelerinden inşa edilir; öte yandan yerleşik ve sağlam bir benlik kimliği, bireyin sosyal rollerle özdeşleşme eğilimini azaltır.

Erikson’un en belirgin şekilde tanımladığı “epigenetik krizler” sırasında bir kişinin kimliği şekillenir. Bu süreçte, özdeşleşmeyle içselleştirilmiş olan rol kalıpları, daha önce içselleştirilmiş diğer özdeşleşmelerle, kimi zaman değiştirilerek, birleşir. Kazanılan benlik kimliği yeterince güçlü ve ruhsal yapıya entegre olmuşsa, benlik için düzenleyici ve dengeleyici bir işlev görür. Artık sosyal yaşamın sunduğu ya da dayattığı rollerle özdeşleşmeye daha az ihtiyaç duyar.

Klinikte, sosyal rolle olan kalıcı özdeşleşmeleri benlik kimliğinden (Erikson anlamında) ayırt etmek bazen zordur. Ancak “kimlik” terimi yalnızca benlik tasarımlarının toplamı söz konusu olduğunda kullanılmalıdır; kimlik kaybı her zaman bir sarsıntı ile birlikte gelir ve ruhsal yeniden yapılanmayı gerektirir. Buna karşılık, uzun süredir devam eden rol özdeşleşmeleri kolaylıkla terk edilebilir ve artık avantaj sağlamıyorsa başka rollerle değiştirilebilir.

Pek çok insan, kendilerine sunulan rollerle özdeşleşme yetisine sahip değildir. Bu kişilerin benliği gelişimi sırasında bozulmalara uğramış ya da sürekli olarak öyle çatışmaların mekânı olmuştur ki, birey kendisinden beklenen rol kalıplarına uygun davranamaz ve/veya bu rollerle özdeşleşemez. Bu insanların benliği, yeterli bir dengeyi koruyabilmek için rol özdeşleşmelerine şiddetle ihtiyaç duysa da kendilerine sunulanla bir şey yapamaz. Her psikiyatristin yakından tanıdığı o ürkütücü hospitalizasyon sonucu burada belirginleşir: Kötü işleyen ya da gerilemiş bir benliğin bile özdeşleşebileceği giderek daha daraltılmış rol teklifleri, söz konusu bireyi, rol sunan kurumun çizdiği anlamda bir dengeye ulaştırır. Bu tür koşullarda otomatik uyumun sonucu, "hospitalizm" olarak adlandırılır.

Hiç kuşkusuz, kendilerine sunulan herhangi bir rol kalıbıyla özdeşleşemeyen bireyler de vardır. Bu kişiler, bazı rollere uygun davranabilseler de çevrelerinden yalnızca, ancak tam bir özdeşleşmeyle yerine getirilebilecek otomatik ve kalıplaşmış rol davranışı talep edildiğinde, bu özdeşleşmeyi reddetmeyi veya ondan kaçınmayı tercih ederek, sosyal durumlarını değiştirmeye ya da terk etmeye yönelirler. Çok kapalı ya da kurumsal olarak sıkı örgütlenmiş toplumsal gruplarda bu bireyler, toplumun muhalifleri ya da en azından dışlanmışları hâline gelir. Ancak sosyal konumları o denli elle tutulur bir dezavantaj yaratmasa bile, her türlü rol özdeşleşmesini reddetmek ciddi bir ruhsal çaba gerektirir. Bu insanlar işleri kolaylaştırmaz. Benlikleri, en azından içinde yaşadığımız toplumda yerleştirilmesi daha kolay olan bir denge aracından bilerek feragat eder. Özdeşleşmeyle otomatik olarak elde edebilecekleri narsisistik hazlardan da vazgeçerler. Dolayısıyla, bu bireylerin benlikleri, içsel ve dışsal güçlerle olan çatışmaları sürekli olarak işlemek zorundadır; bu çatışmaların nasıl sonuçlanacağına dair bir güvence olmadan, yukarıda tanımlanan dengeyi sarsılmaya karşı koruyacak koruyucudan yoksun bir şekilde ve tatminleri telafi edememe riski altında.

Böyle bir karakter oluşumunu başlatan erken çocukluk gelişim adımlarının ne olduğu net değildir; muhtemelen çok farklı konfigürasyonlar aynı sonuca yol açabilir. Ancak bu kişilerin tamamında güçlü bir benlik kimliği (Ich-Identität) bulunduğu kesindir; öyle ki, başka rol kalıpları buna hiç uymamakta ve bu yapıya dâhil edilememektedir. Ayrıca, bu kişilerin benliğinin âdeta, dış dünyanın taleplerine değil, içselleştirilmiş benlik idealine (Ich-ideal) uymaya karar verdiği izlenimi edinilmektedir. Böyle bir içsel özerklik ve dışsal bağımsızlık, her ne kadar tehlikesiz olmasa da her çatışmayla açıkça yüzleşmeye hazır bir tutum sergiler ve muhtemelen psikanalizin özgürleştirici hedefiyle örtüşür.

Bununla birlikte gerek terapötik gerekse eğitim analizlerinde sıkça görülür ki, ulaşılan görece benlik özerkliği, gelecekteki rol özdeşleşmelerine tamamen bilinçsizce girilmesini engellemeye yeterli olsa da, bu özerklik, başlı başına, rol özdeşleşmelerini reddetmek için yeterli bir koşul teşkil etmez.

Özel Etkiler

Yetişkinlik döneminde, çevresel etkilerle tetiklenen ve psikanalizin şimdiye dek pek az ilgi gösterdiği köklü psikolojik değişimler meydana gelir. Bu değişimler genellikle, Erikson’un ergenlik dönemi sonunda son gelişim adımı olarak tanımladığı ve yeni görevlere uyum ile içsel yeniden yapılanma şeklinde ortaya koyduğu kimlik edinimi kadar dramatik ya da yaşam belirleyici değildir. Yine de sonraki dönemlerdeki bazı yeniden yapılanmaların, büyük iç çatışmaları ve çocukluk çatışmalarının bir “yeniden sahnelenmesini” beraberinde getirdiği ve bu sürecin rol özdeşleşmelerindeki değişimlerle başladığı görülmektedir. Bir rol, dışsal nedenlerle terk edilmek zorunda kalınır. Benlik istikrarını kaybeder, rolün sunduğu narsisistik doyumlar yitirilir. Ya yeni özdeşleşmeler bulunur ya da benlik bu destek olmaksızın ortaya çıkan çatışmalarla baş etmek zorunda kalır, ki bu da bazen ancak nevrotik semptom oluşumu pahasına mümkün olur. Tersi durumda ise, benliğin narsisistik yatırımı açısından yoksullaşması, benliği yüksek özgüven, fallik gösteriş ya da benzeri narsisistik doyumlar gerektiren bir rolü bırakmaya zorlayabilir. Bu durumda da benzer bir süreç işler.

İnsanın güç tarafından dönüştürülmesi, psikolojinin eski sorunlarından biridir ve bu mesele, rol özdeşleşmesinin daha dikkatli gözlemlenmesiyle bir dereceye kadar aydınlatılabilir. Her ne kadar yüksek siyasi ya da ekonomik güç pozisyonlarına sahip analizantlara nadiren rastlansa da sosyal bağlam yeterince biliniyorsa, dışarıdan çok güçlü görünmeyen kişilerde dahi güç pozisyonu bir rol ataması olarak belirlenebilir ve bilinçli hâle getirilebilir. Bu tür rollerle bağlantılı olarak, nesneye yönelmiş doyumun ne denli az olduğu ve saldırganlığın kullanılmasının yalnızca ek bir kazanç gibi görüldüğü dikkate değer bir olgudur. Özsaygının narsisistik yatırımı ister kişinin kendilik imgesi üzerinden ister daha az güçlülerin gerçek ya da fantezi düzeyindeki hayranlığı üzerinden isterse benzer sosyal konumdaki daha güçlü kişilerle özdeşleşme yoluyla olsun, gücü elde etmek ve onu sürdürmek için gerekli çabayı karşılar. Bazı sosyal roller güç sağlar ancak maddi anlamda belirgin faydalar sunmaz; buna rağmen bu roller büyük çabayla sürdürülür çünkü gücün uygulanmasından elde edilen narsisistik kazanç oldukça yüksektir. Bazı analizantlarda gözlemlenmiştir ki, bir güç rolüyle özdeşleşmeden gelen narsisistik beslenme zamanla nesneye yönelik bağların yerini almıştır. Bu anlamda, bu analizantlar “gücün daha fazla güç arzusu doğurduğu” şeklindeki sıradan önermeye denk düşmektedir.

 

Terapi Süreci


Analiz sırasında her analizantın hangi rollerle özdeşleştiğine ve bu rollerin ona ne ölçüde atfedildiğine dikkat ederiz. Rol özdeşleşmesi, bazen yukarıda sözü edilen, köklü bir aileden gelen ve analistini bir hizmetçi gibi konumlandıran genç adam örneğinde olduğu gibi, kolayca fark edilir. Sınıfsal ve toplumsal çıkarlardan kaynaklanan saldırgan ya da mazohistik doyumların sağladığı narsisistik hazlar, analizant ile analistin aynı sosyal sınıfa ait olması durumunda, eğer terapistin toplumsal güç ilişkilerini fark etme konusunda özel bir yetisi yoksa, kolayca gözden kaçabilir. Analizant toplumsal sınıf rolüyle tam anlamıyla özdeşleştiğinde, analistin analizantın ruhsal gerçekliğine yönelen bakışı yalnızca, analizantın gerçeklik sınamasının çizdiği sınıra kadar ulaşabilir. Oysa analitik süreci ilerletebilmek için analistin dikkatini sürekli olarak her iki sınırın da ötesine yöneltmesi gerekir: bilinç ile bilinçdışı arasındaki sınıra ve analizantın bilinçli ve fark edemediği toplumsal gerçekliği arasındaki sınıra yöneltilmesi.

Bir rol ile özdeşleşmenin çözümlenmesinde, en iyi yaklaşım klasik teknik kurala bağlı kalmaktır: regresif savunma mekanizmaları önce çözümlenmeli, benliğe belirli bir güç kazandıran progresif mekanizmalar ise daha sonra ele alınmalıdır. Benzer şekilde, benliğe daha geniş bir işlev alanı sağlayan ve dürtüsel doyumla birlikte işleyen rol özdeşleşmeleri de regresyona girme eğilimi azalmış ve kontrol edilemeyecek bir kaygı tehdidi kalmadığında çözümlenmelidir. Ancak bu noktadan sonra, sosyal davranışı büyük ölçüde belirleyen bilinçdışı çatışmaları bilinçli çalışmaya açmak için rol özdeşleşmesinin yorumlanması vazgeçilmez hale gelir.

Analizlerin başında ve sonunda bilinçdışı rol özdeşleşmesine özel bir önem atfedilir.
Hasta rolü öyle yapılandırılmış olabilir ki, hasta yalnızca fiziksel rahatsızlıklarını doktora aktarabilir ve bu rahatsızlıkları iyileştirmesi gereken kişi de odur. Bu durumu bir analizde direnç olarak yorumlamak istesek, aynı zamanda bu fiziksel yakınmalarla neyin bastırıldığına dair doğru bir sezgiye sahip olmamız gerekir. Ancak sıkça karşılaşılan durum şudur ki, aslında hiçbir şey bastırılmamıştır; geçici rol özdeşleşmesi yalnızca benliğe istikrar ve güç kazandırmak, korkulara ve başka zorluklara dayanabilmesini sağlamak içindir.

Bir örnek:

Analitik yönelimli bir psikoterapiye başladığım bir mimarlık öğrencisi, bana yalnızca baş ağrılarından yakınıyordu. Kendisine geleneksel hasta rolüyle özdeşleşmesine dair bir yorum yaptığımda şu yanıtı verdi: "Siz de beyaz doktor önlüğü giyiyorsunuz." Oysa o sıcak yaz gününde kot pantolon ve yakası açık bir gömlek giymiştim. İki yıl süren ve bazı kesintilerle devam eden psikoterapi boyunca bir daha baş ağrısından hiç söz edilmedi. Bu örnek, sıkça olduğu gibi, ikinci bir "rol atfeden" kişinin de özdeşleşmeden etkilendiğini gösteriyor.

Bir analizin sonunda, yeni edinilmiş bir toplumsal rolle özdeşleşme bazen bir iyileşme izlenimi, en azından iyi bir narsisistik restorasyon, yaratır. Zamanında Ferenczi’nin ve daha sonra Grunberger’in, çocukluk çatışmalarının çözümünün ve analizin "doğal" sonunun karakteristik işareti olarak tanımladığı durum budur. Analist bu durumu fark ettiğinde, edinilen toplumsal konumu tehlikeye atmadan rol özdeşleşmesini bilinç düzeyine çıkarabilir. Böylece, benliğin bu rol özdeşleşmesi sayesinde savunma yoluyla bilinçten uzak tuttuğu dürtülerin analizi başlatılabilir.

Uyum Mekanizmaları ve “Narsisistik” Bozukluklar

Tanımlanan uyum mekanizmaları, dış dünyanın müdahaleci ya da değişken koşulları altında işlevini sürdürebilmesi gereken benlik (Ich) için önemli katkılar sağlayabilir. Bu mekanizmalar benliğin özerkliğine (Rapaport) hizmet eder, ancak çevreden bağımsızlığı zayıflatma eğilimindedir. İşlevsel hale geldiklerinde benlik dürtü çatışmalarından kurtulur; daha az kaygı ortaya çıkar ve benlik bir bütün olarak istikrar kazanır. Ancak çevre, benlik tarafından denetlenemeyen bir biçimde onun yapısına müdahale eder ve bazı temel benlik işlevlerini belirler.

Eğer ruhsal gelişim, toplumsallaşmayla birlikte, bireyin yetişkinlikte içine girdiği toplumsal çevreyle psikolojik olarak uyumlu olmayan bir sonuç vermişse, uyum mekanizmaları yetersiz kalabilir. Bu yalnızca bir bireyin başka bir kültürel çevreye taşınması durumunda (örneğin göç) görülmez; toplumsal konumun değişmesi (yoksullaşma, proleterleşme, toplumsal yükselme) de benzer bir etki yaratır. Makro-toplumun hızla değişmesiyle (politik devrimler, ekonomik krizler, kentleşme, teknolojik ya da iktidar temelli/bürokratik toplumsal yeniden yapılanmalar) sayısız insan bu durumdan etkilenir.

Uyum mekanizmaları benliği artık rahatlatamaz hale geldiğinde, kişinin yapısında derin değişiklikler ortaya çıkar. Başka bir yerde (Parin 1976) şu varsayımı dile getirdik: Böylesine “yabancılaştırıcı” toplumsal durumlar, başka koşullarda gizil (latent) kalabilecek nevrotik sabitlemeleri açığa çıkarma eğilimindedir.

Son yıllarda, çeşitli çevreler tarafından, “narsisistik” kişilik bozukluklarının (Kohut) Batılı sanayi toplumlarında daha sık görüldüğü öne sürülmüştür. Biz ise bunun, aile yapısındaki değişiklikler ya da erken çocukluk dönemindeki yetiştirme tarzlarından çok, yabancılaştırıcı bir toplumsal durumda uyumun başarısızlığıyla ilişkili olduğunu düşünüyoruz. Başka bir deyişle, benlik, başka yaşam koşullarında kendisine yeterli bir işlevsellik alanı sağlayabilecek uyum mekanizmaları geliştirmiştir, ancak doyumun yetersizliği, onu narsisistik yaşantı tarzlarına geri çekilmeye zorlamıştır.

Rapaport, benliğin yalnızca Alt Benlik’ten yeterli miktarda dürtü enerjisi almasına değil, aynı zamanda görece bir özerkliğini koruyabilmesi için uygun bir sosyal çevreye de ihtiyaç duyduğunu ikna edici biçimde ortaya koymuştur. Nevrotik anlamda katılaşmış ya da çarpıtılmış bir savunma organizasyonu durumunda, bu özerklik zedelenir. Ancak benliğin işlev görebilmesi için, onu kabul eden, onu “besleyen” (nutrition) uygun bir sosyal çevreye de gereksinimi vardır.

Bazı analizlerde gözlemledik ki, kişinin ruhsal gelişim ve toplumsallaşma süreciyle kıyaslandığında, çevre fazlasıyla engelleyici ve yoksunlaştırıcı olmuş, bu da görünürde narsisistik kişilik bozuklukları ile sonuçlanmıştır. Toplumsal uyum artık sağlanamamıştır. Bunun sonucunda narsisistik bir geri çekilme gerçekleşmiştir. Bu her ne kadar erken çocukluk dönemine ait narsisistik yaşantı biçimlerine yönelik bir regresyonu andırsa da bireyin toplumsal koşullarını etkin biçimde değiştirmesi ya da sadece bu koşullarla bilinçli bir yüzleşme yaşaması durumunda, bu durum görece kolay biçimde giderilebilmiştir.

Modern sanayi toplumunda insanın toplumsallaşması, şu anlamda “daha yüksek” bir düzeye ulaşır: Üstlenilmesi gereken rollerin sayısı artar ve bu rollerin bireye atfedilmesinden kaçış olasılığı giderek azalır. Ekonomik gelişmeler ve krizler, rol arzında sık ve çoğu zaman öngörülemez değişimlere yol açar. Bu koşullar, benliği giderek daha fazla ve kısmen çelişkili rollerle özdeşleşmeye zorlar. Bu durum, nesneye yönelmiş doyumların ve çatışmaların geri planda kalmasına yol açar; bunlar, rollerle özdeşleşmiş benlik tarafından telafi edici biçimde karşılanır ve yerlerini narsisistik doyumlara ve çatışmalara bırakır. Başka bir deyişle: Narsisistik (agresif ve libidinal) ihtiyaçlarla nesneye yönelmiş olanlar arasındaki denge bozulur; bu denge, narsisistik olanlar lehine kayar. Bireyin giderek metalaşması, benliği, nesneye yönelik dilek doyumundan sağlanan haz kazancını, kendisine sunulan rol özdeşleşmeleriyle daha kolay bağdaşan narsisistik ödüllerle değiştirmeye zorlar.

İlke olarak bu süreçler geri döndürülebilirdir. Psikanalizlerde sık sık görülür ki, narsisistik yaralanmaların “travmatik deneyimin iyileşmesi ama bir iz bırakması” ve çatışmasız bir şekilde kendiliğin yeniden yatırımlanmasıyla benlik değerinin iyileşmesi, otomatik rol özdeşleşmelerini gereksiz kılar; kaybolmuş gibi görünen nesneye yönelik yatırımlar yeniden ortaya çıkar.

Ancak bu tür bir gelişim toplumsal duruma ters düşer. Propaganda ve reklamlar (kitle iletişim araçları, piyasa tarafından yönlendirilen kamusal uzlaşmalar ve sözde “nesnel zorunlulukların” ahlakı aracılığıyla iletilenler) doğrudan narsisistik ihtiyaçları harekete geçirmeyi ve bunların doyumu için araçlar sunmayı amaçlar (örneğin: narsisistik bir boşluğu doldurmak için yeni bir araba). Bu tür propaganda ve sunumlar karşısında benlik görece savunmasızdır. Ortada elle tutulur bir karşı taraf bulunmadığı için, benlik buna karşı ne benliğin hizmetinde kullanılabilecek saldırganlıklar mobilize edebilir, ne de kendine uyarlanmış yapıyı kolayca bırakabilir: önce bir sarsıntı yaşar, içsel çatışmalar ve nesneye yönelik dileklerin yarattığı engellenmeyle yüzleşmek zorunda kalır. Çoğu zaman bu durum, doyum eksikliğini gidermek için daha fazla narsisistik doyum arayışına yol açar. Bu da artık vazgeçilemeyen yeni ya da güçlendirilmiş rol özdeşleşmeleri aracılığıyla gerçekleşir.

Bu düşünceleri takip edersek, artan narsisistik kişilik bozukluklarının perversiyonlar gibi yapılandığı sonucuna varırız (Morgenthaler, 1974). Benliğin ve nesnelerin yatırımlarındaki eksiklikler, narsisistik ihtiyaçların aşırı yatırımıyla telafi edilir. Bu ihtiyaçlar, belli bir işlevselliğin korunması için vazgeçilmezdir; onlar olmaksızın benlik istikrarını yitirirdi. Sosyal durum, hayal kırıklığına uğramış benliğin ve kusurlu öz-yapının narsisistik olarak telafi edilmesini teşvik ettiğinden, narsisistik kişilik bozukluklarının hâlâ patolojik olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı kuşkuludur: Narsisistik ve nesneye yönelik ihtiyaçlar arasında varsayılan bir uyum ve benliğin dürtü taleplerine karşı daha yüksek bir esneklik ve tolerans düzeyi ölçüt alındığında, ağır bozukluklardan söz edilebilir. Fakat benliğin teknik, üretim ve sermaye tarafından yönetilen dünyaya uyması gerektiği ölçüt alındığında, “narsisistik” gelişmeler başarılı çözümlerdir; rollerle özdeşleşmiş benlik, bunları başarmıştır.

Zamanımızın birçok şairi bu koşulları çarpıcı biçimde betimlemiştir. Bertolt Brecht, “Şehrin Sık Ormanlarında” adlı eserinde, artık savaşacak bir düşman bile bulamayan, eğer daha mutlu bir ilişki mümkün değilse en azından bir deneyim yaşamak isteyen ve bu yüzden umutsuzluğa kapılan bir adamı gösterir. Beckett’in Godot’yu Beklerken oyununda beklenen kişi gelmez; bekleyiş, narsisistik şiddetin tezahürleriyle doldurulur. Boris Vian’ın “İmparatorluğun Kurucuları” adlı eserinde artık hiç kimse beklenmez. Yaşam alanı, baş kahramanın yoksul evi şeklinde betimlenir, giderek daralır ve yaşanamaz hale gelir. Her perdenin sonunda tehdit altındaki kişi, köşede duran cansız bir korkuluğa –“Schmürtz”– korkunç bir tokat atar ve sonra daha dar bir sarmal merdivenden yukarı çıkarak, aynı evin birebir kopyası olan üst kattaki daireye geçer, orada yine bir “Schmürtz” vardır. Bu üç kez, üç perdede tekrar eder. Oyun bittiğinde bu yukarıya kaçışın devam edip edemeyeceği bilinmez. Belki de artık hiçbir çıkış yolu kalmamıştır.

Aşırı derecede yabancılaşmış bir toplumsal durumda uyum sağlama olanakları iflas eder. Psikolojik bir çöküş meydana gelir; bu şairlerin karanlık tahayyülleri, katlanılmaz yaşam koşullarının ruhsal etkilerini gerçekçi biçimde tasvir eder. Analiz sürecinde, benliğin bilinçsiz olarak işlev gösteren uyum mekanizmalarından vazgeçebilmesini ve böylece toplumsal konumunu etkin biçimde değiştirebilmesini sağlamaya çalışırız. Katlanılmaz toplumsal koşulların aktif biçimde değiştirilmesine yönelik çaba, sadece etik bir talep ya da siyasal bir kararın sonucu değildir; daha iyi bir yaşam için verilen bu mücadele aynı zamanda benliğin vazgeçilmez bir işlevidir.

Sigmund Freud, psikanalitik araştırmalarının başında, nevrozların yaşam koşullarından kaynaklandığı ve terapistin görevinin hastayı çevresiyle aktif bir şekilde yüzleşmeye yetkin hâle getirmek olduğu varsayımından yola çıkmıştır. 1895 tarihli Histeri Üzerine Çalışmalar adlı eserinde şöyle yazar (s. 312):

“Sizin ıstırabınızı benden daha kolay hafifletebilecek olanın kader olduğunu elbette inkâr etmiyorum; ama isterim ki şunu da görün: Eğer histerik ıstırabınızı sıradan bir mutsuzluğa dönüştürmeyi başarırsak, bu da büyük bir kazanım olur. Çünkü o zaman, iyileşmiş bir ruhsal yaşamla, bu ikinci duruma karşı kendinizi daha iyi savunabileceksiniz.”

Suzan Girginer