ERKEN ÇOCUKLUK DÖNEMİ OTOEROTİZMİ ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER VE GÖZLEMLER

ERKEN ÇOCUKLUK DÖNEMİ OTOEROTİZMİ ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER VE GÖZLEMLER

ERKEN ÇOCUKLUK DÖNEMİ OTOEROTİZMİ ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER VE GÖZLEMLER

ERNST KRIS

The Psychoanalytic Study of the Child, Bd. VI, 1951, 95—116.

 

Genel Bakış

Kris, 1912 yılında yapılan, mastürbasyon üzerine tartışmaya atıfta bulunarak, bu konuyla ilgili olarak psikanalitik rekonstrüksiyon ve doğrudan çocuk gözlemi yoluyla elde edilen ilerlemelerin ortaya çıkardığı sorunları ele alıyor. Otoerotik aktivitelerin, dürtülerin anında boşalımı ve tatminin ertelenmesi eğilimleri arasındaki işlevlerine dair farklı görüşler, benlik gelişimi bağlamında tartışılmaktadır. Bu tartışmanın merkezinde, otoerotizmin pasiflikten aktifliğe (kendini uyarma) bir dönüş olarak yorumlanması yer almakta, bu yorumun benlik gelişimi ve nesne ilişkilerinin ilerlemesindeki önemi vurgulanmaktadır. Vaka öyküleri, ritim ile otoerotizm ve hayal kırıklığı ile obsesif (takıntılı) mastürbasyon arasındaki bağlantıları göstermektedir.

1912 yılında mastürbasyon üzerine düzenlenen sempozyumu okuduğunuzda, Freud yönetiminde bir araya gelen ve kıskanılacak bir iş birliği sergileyen bu öncülerin hakim olduğu geniş klinik gözlem materyali ve kapsamlı bakış açısından etkilenirsiniz. Ortak çalışma ve fikir alışverişindeki açıklık, klinik verilerin bireysel bir gözlemci tarafından kolayca toplanamadığı bir alanda araştırma için örnek teşkil etmektedir. Psikanalitik araştırmaların karmaşıklığının artan bir şekilde anlaşılması, bu tür iş birliğine olan ihtiyacı daha da artırmıştır; bu karmaşıklık, özellikle erken çocukluk evrelerinin (ve buradaki bağlamıyla erken otoerotik faaliyetlerin) incelenmesiyle kendini daha belirgin bir şekilde göstermektedir. Aynı zamanda, bu alandaki anlayışımız, hâlâ parçalı olsa da farklı çalışma alanlarından elde edilen verilerin karşılaştırılması sayesinde büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Bu ortak çabalar, Freud (1905) tarafından çoktan talep edilmişti ve onun bu konudaki düşüncelerine ekleyecek fazla bir şey yok: "Çocukluk gözleminin, kolayca yanlış anlaşılabilecek nesnelerle çalışılmasının dezavantajı vardır; psikanaliz ise nesnelerine ve sonuçlarına ancak büyük dolambaçlı yollardan ulaşabilir; ancak bu iki yöntem bir araya geldiğinde yeterli bir bilgi güvenilirliği düzeyine ulaşır". Ancak bu güvenilirlik hâlâ tam olarak sağlanmış değildir ve hatta araştırmadaki yöntemlerin ve somut uygulamaların tartışılması bile nispeten yenidir. Freud'un erken çocukluk dönemi ile ilgili ortak incelemelerin yapılması hedefi, araştırmaları muhtemelen daha uzun süre teşvik edecektir. Aşağıda, görece yeni ilerlemelerle ortaya çıkan bazı sorunları aydınlatmaya çalışacağım ve mümkün olduğunca sistematik bir araştırma ile açıklığa kavuşturulabilecek somut sorulara dikkat çekmeyi umuyorum.

Psikanalitik yöntemlerle erken otoerotik faaliyetlerin anlaşılmasına ulaşmak isteniyorsa, bu faaliyetler büyümenin çeşitli, birbiriyle kesişen yönleriyle, özellikle olgunlaşma süreçlerinin sırasıyla, ruhsal bir yapı olarak benliğin gelişimiyle ve bebek ile küçük çocuğun sevgi nesnelerine olan ilişkilerinin gelişimi ve kaderiyle ilişkilendirilmelidir. Somut olayların incelenmesinde bu faktörlerin her zaman birbirine karışmış ya da birbiriyle etkileşim içinde olduğunu görürüz. Ancak, farklı yönlere ayrıldığında bu faktörlerin izole bir şekilde ele alınması eğilimi doğar. Burada, olgunlaşma ve gelişim faktörleri arasında keskin bir ayrım yapmaya, yani öğrenme sorununu tartışmaya çalışamayız. Bunun yerine, ikisi arasındaki varsayılan ilişkiyi şematik olarak örneklendirmeye çalışabiliriz: Belirli ağız hareketleri, daha sonraki emme faaliyetlerine benzeyen belirli faaliyetler, bebeklik döneminde kazandığı ruhsal anlamdan daha az karmaşık değildir ve fetüs ile yeni doğanlarda anne, biberon veya memeyle temastan önce bile mevcuttur.

Bu faaliyetlerin kapsamı ve yoğunluğunda belirgin bireysel farklılıklar vardır. Şimdiye kadar bu varyasyonların "potansiyel" göstergeleri olarak değeri üzerine kapsamlı bir araştırma yapılmamıştır. Bu faaliyetlerin bebeğin emzirme sırasında yaşadığı ilk deneyimler üzerindeki etkisini değerlendirmek elbette son derece zordur. Ancak, bunlar doğumdan sonra başlayan anne ve çocuk arasındaki etkileşimden, Middlemore’un "emzirme çifti" (1941) olarak adlandırdığı ilişkiyi belirleyen birçok faktörden biri olabilir.

Bu en erken prenatal ve postnatal "oral" faaliyetlerde — ister tekrarlanan (bazen ritmik) dudak-dil temasıyla sınırlı olsun ister parmak emmeyle ifade edilsin — sadece bu şekilde üretilen duyusal deneyimin dıştan tetiklenmeyen bir ihtiyacı karşıladığını göstermek istiyoruz. Ancak, beslenme deneyimi bir kez başladığında, benzer oral faaliyetlerin etkisi, çocuğun bu duyusal deneyimi başlangıçta refleks tepkilerle kendisinin ürettiği, ancak bu deneyimin giderek annenin sağladığı deneyimlerle renklendiği anlaşılmadan değerlendirilemez.

Erken beslenme davranışıyla ilgili giderek artan bireysel gözlemler — henüz tam kesin olmasa da — bu iki bileşenin artan birleşimine dair bazı ipuçları sağlar. Varsayımlarımıza göre oluşan bellek izinin türü ve çocuğun edindiği öğrenme deneyiminin türü, elbette genel olgunlaşma sürecine bağlıdır. Beslenme davranışındaki özgün tezahürler ve bununla bağlantılı varsayılan ruhsal süreçler hakkında yalnızca genel bir çerçeve bilgimiz vardır, en azından bebeğin yaşamının ilk dönemlerinde, çeşitli kriterlerle belirlenen olgunlaşma göstergelerinin "yaş normlarına" işaret ettiği zamanlara kadar. Bu yaş normlarının uygulanmasında ne kadar dikkatli olunması gerekse de on iki haftalık ya da üç aylık bir sürede, daha önce algılanmayan ya da neredeyse hiç fark edilmeyen işlevlerin genellikle entegre hale geldiğini ve gözlemlenebilir olduğunu söylemek mümkündür.

Bu gelişmelerden en dikkat çekici olanı, gereksinim doyumuyla ilişki içinde yaşanan belirleyici bir değişikliktir; bu, Ben gelişiminde önemli bir adımdır. Bebek, yakında gerçekleşecek olan beslenme durumunu öngörmeyi ve uygun koşullarda beklemeyi öğrenir. Therese Benedek'in (1938) isabetli sözleriyle ifade edecek olursak: “bebek, annesine güven kazanmıştır”. Bebeğin beslenme öncesinde — ve belirli koşullarda beslenme sonrasında — oral faaliyet yoluyla ürettiği duyusal deneyim, bu noktada gereksinim doyumuyla ilişkili durumların bir tür hatırasıyla belirli bir dereceye kadar birleşir.

Burada hatıra olarak adlandırdığımız ve daha olgun bir düzeyde ruhsal süreçler açısından kavramsallaştırmaya çalıştığımız şey, kuşkusuz çeşitli deneyimlerden oluşan bir bileşimdir. Bu hatırlanan "durum"un, belirli deneyimlerin yanı sıra genel doğadaki pek çok deneyimi de içeren duyusal izlenimlerin bir toplamından oluştuğunu varsayabiliriz. Bu deneyimlerden bazılarını "dokunulma" ya da "elle tutulma" (being handled: bir bebeğin annesi ya da bakım veren kişi tarafından fiziksel olarak tutulması, dokunulması, taşınması veya bakım görmesidir. Bu tür bir fiziksel temas, bebeğin dünyayı anlamlandırmasında, güvenlik hissi geliştirmesinde ve duygusal bağ kurmasında önemli bir rol oynar.) olarak anlayabiliriz. Böylece, bebeğin parmak ve başparmak emme gibi otoerotik faaliyetleri yeni bir boyut kazanır; bu, pasif olarak yaşananın aktif bir tekrarını temsil eder. Bebek, parmağını ya da başparmağını ağzına sokarak bir duyusal deneyim yarattığında, annesinden bağımsız hale gelir.

Bu adım, açıkça, çeşitli olgunlaşma süreçlerine bağlıdır (ya da daha doğru bir ifadeyle, onlarla eş zamanlıdır); özellikle de amaçlı motor hareket kapasitesinin artmasıyla ilişkilidir. Elin ağza götürülme yetisi, bu bağlamda rol oynayan süreçler dizisinin vazgeçilmez bir şartı ve unsuru olarak kabul edilir. Hoffer, yakın zamanda yaptığı önemli bir tartışmada, bu olgunlaşma ve gelişim adımlarıyla ilgili detaylı gözlemler üzerinde durarak, çocuğun güvenilir bir el-ağız temasını sağlarken karşılaştığı zorluklara işaret etmiş ve bu olayların önemini vurgulamıştır. Elin ağızdan kademeli olarak ayrılması ve bağımsız hale gelmesi, psikolojik enerjilerin ilerleyen bir şekilde yeniden dağılımının başlangıcını oluşturuyor olabilir. Alışkanlıkla, başlangıçta gerilimin boşaltımında ağız bölgesinin özellikle ön planda olduğunu düşünürüz, fakat bu sırada vücudun diğer bölgelerinin, özellikle de iç organların, bu işlevde pay sahibi olduğunu yeterince fark etmeyebiliriz. Metapsikolojik terimlerle varsayımımız şu şekildedir: Ağız bölgesinin bu dönemde özellikle büyük miktarda enerjiyle hem libidinal hem de saldırgan enerjiyle yüklü olduğunu hayal ederiz. Elin ağızdan bağımsızlaşması, enerjinin yeniden dağılımına katkıda bulunabilir. Bu enerji büyük ihtimalle tüm vücuda yayılır ve yalnızca benlik ile çevre arasındaki ayrımı daha ileri bir düzeye taşımakla kalmaz (Hoffer, 1950), aynı zamanda bu noktada büyük ölçüde, ancak tamamen değil, yasaklayıcı olan bir organizasyon olarak 'Ben'in gelişimine de etki eder. Eğer el-ağız teması enerjinin yeniden dağılımını kolaylaştırır diyorsak — Hoffer'ın dediği gibi bu dağılımı tetiklediğini söylemek yerine — burada çocuğun çevresiyle kurduğu diğer çeşitli temasları göz önünde bulunduruyoruz. Özellikle, anneyle dokunsal temas, beden imgesinin ve diğer 'Ben' işlevlerinin belirli yönlerinin güçlendirilmesinde önemli bir rol oynar gibi görünmektedir. Elbette, bu varsayımlarla, Benedek'in görüşlerinin atıfta bulunduğu 'Ben'in ilk ayırt edilebilir gelişim adımlarıyla bir bağlantı görme eğilimindeyiz, aynı zamanda Kunst'un (1948) yakın zamanda bildirdiği gözlemlerle de bağlantı kurabiliriz. Bu gözlemler, üçüncü aydan sonra parmak emmenin sıklığı ve yoğunluğunun sabit kaldığını, ancak altıncı aydan sonra bir değişim geçirdiğini belirtir. Bu yaş seviyesi, diğer gözlemlere göre, nesne ilişkilerindeki önemli değişimlerle bağlantılıdır.

Burada olgunlaşma ve gelişimin çeşitli alanları arasındaki bağlantıları daha fazla tartışmak niyetinde değiliz. Ancak, birkaç yorum, parmak veya başparmak emmenin kısmen pasif bir deneyimin aktif bir tekrarı olarak görülebileceği iddiasını hak etmektedir. Freud, bu varsayımı çocuğun oyun oynama davranışının önemli bir yönünü açıklamak için ilk kez dile getirmiştir: Bunun, anneyle ayrılığı bir tür kendi icat ettiği saklambaç oyunu yoluyla aşma girişimi olduğunu ileri sürmüştür. Freud, bu iddiayı başka bir bağlamda tekrarlayarak bağımlılıktan bağımsızlığa geçişi açıklamıştır; bu şekliyle, bu durum, kimlik mekanizması ile bağlantılı olarak 'Ben'in gelişiminin genel bir ilkesini oluşturur (1931).

Freud, çocuğun ve insanın daha sonraki gelişiminde erkek ve kadın ayrımını, erken bir kimliklenme evresiyle bağlantılı bir ontogenetik bağlamda görmek gerektiğine inanarak bu genellemeyi yapmıştır. Bu evre, beslenme deneyimlerinin aktif tekrarı yoluyla diğer gelişim aşamalarına hâkimdir. Freud, bu yeniden formülasyona, özellikle yeniden yapılandırmalar aracılığıyla, psikanalitik çalışmada preödipal gelişimin etkisi konusunda artan bir farkındalık nedeniyle yönelmiştir.

Şu ana kadar, Freud'un belirttiği spesifik mekanizmanın ışığında çocukların doğrudan ve sistematik gözlemlerine dair herhangi bir veri bulunmamaktadır. Ancak, günümüzde mevcut olan gözlemlerden elde edilen izlenimler, bu ilkenin verimliliğini doğrular niteliktedir.

Erken gelişim bozukluklarına dair raporlarda sıklıkla, yaşamın ilk yılında otoerotik faaliyetlerin yalnızca sınırlı şekilde gözlemlendiği ve hatta parmak emmenin azaldığı belirtilir; bu durum, özellikle aşırı düşük uyarım seviyesine sahip vakalarda gözlemlenmiştir (Rabinovitch, 1950). Buna karşın, Spitz ve Wolf’un (1949) çalışmaları, özellikle elverişli ve -benim eklemek istediğim- hoşgörülü bir bakım altında, yani genital oyunların kesinlikle yasaklanmadığı bir ortamda büyüyen çocuklarda tam tersi bir tablo ortaya koymaktadır. Yazarlar, bu çocuklarda annelik bakımının bir baştan çıkarma unsuru olarak etkili olduğu yönündeki yaygın görüşle hemfikir değildir. Genital oyunların ortaya çıktığı vakaları, gerçekten genital anlamda baştan çıkarılmış ve bu nedenle genital oyun sergilemeyen çocuklarla karşılaştırmış ve şu sonuca varmışlardır: Yaşamın ilk yılının ikinci yarısından ikinci yıla kadar çocukların genital bölgeleriyle oynama özgürlüğü ve ölçülü hazları, herhangi bir spesifik travmatik baştan çıkarma olayından değil, tatmin edici annelik bakımından kaynaklanmaktadır. Yazarlar, bu gelişimi teşvik edenin annenin sevgisi olduğunu ifade etmektedir.

Lampl-de Groot (1950) ise kısa bir süre önce, bu varsayım ile psikanalizin geleneksel görüşleri arasında bir çelişki olmadığını ve gerçekte Freud'un Üç Deneme adlı eserinde ifade ettiği en erken beklentilerinin doğrulandığını göstermiştir: 'Şefkat dediğimiz şey, er ya da geç genital bölgeler üzerinde de etkisini gösterecektir' (1905).

Genel şefkatten genital bölgeye geçiş, karmaşık bir süreçtir; bu süreç, çocuğun bez değiştirme sırasında annenin genital bölgeyle doğrudan temasıyla tetiklenmek zorunda değildir ve bu durumda çocuk, bu deneyimi kendini uyarma yoluyla tekrar edebilir. Aynı zamanda bu geçiş, çocuğun muhtemelen genital bölgesinde bir duyumla tepki verdiği genel bedensel yakınlık sonucunda da ortaya çıkabilir. Bu tepkilerle ilgili ayrıntılı veriler bulunmamaktadır, çünkü Halverson'un (1940) erkek bebeklerde penis sertleşmesi üzerine yaptığı çalışmalar yalnızca yenidoğanları kapsamaktadır ve sonraki gelişim evreleri için benzer gözlemler mevcut değildir. Genital bölgenin kendini uyarma eylemi, bu bölgede haz verici bir duyum üreten daha genel bir uyarımın yerini alabilir.

Benzer sorunları araştıran herkes, gözlemsel verilerin sınırlılığını ve kaçınılmaz belirsizliğini bilir. Kısa gözlem süreleri, gözlemcinin önemli olayları kaçırmamış olacağını garanti edemez. Gözlemcinin varlığının bile durumu değiştirdiği ve (aksine iddialara rağmen) anne ve çocuğu etkilediği göz önüne alınmalıdır. Bu erken yaşta bile annenin varlığının çocuğun davranışını belirleyebileceğini vurgulamak önemlidir. İzole bir gözlem tekniği- özellikle ailelerde veya kreşlerde yapılan kısa gözlemler- ya da çocuk yuvalarında daha zengin gözlemler (bkz. Anna Freud ve D. Burlingham, 1944) bile tam bir tablo sunamaz.

Ancak, gözlem yöntemlerinin sınırlı olmasının temel nedeni, otoerotik etkinliğin kendisinin değil, onun hayal gücü içeriğinin kritik öneme sahip olmasıdır. Otoerotik etkinliğin hayal gücü yaşamıyla ilişkisi, büyük ölçüde ilgimizi çeker. Otoerotik etkinlikler ile bunlara eşlik eden fanteziler arasındaki bağlantı sorusu, Freud’un tekrar tekrar ilgisini çekmiştir. Freud başlangıçta iki evre olduğunu ve fantezinin otoerotik etkinlikle 'kaynaşması' gerektiğini varsaymıştı. Daha sonra üçüncü, daha erken bir evrenin varlığına dikkat çekti. Beslenme eyleminden bağımsız olarak yapılan emme eyleminde erotik bileşenin başlı başına bir amaç olduğunu vurguladı; çocuk annenin memesini, yani dış nesneyi bırakır ve onu kendi bedeninin bir parçasıyla değiştirir. 'Oral dürtü otoerotik hale gelir...' Eğer bu bağlamda pasifliğin yerini aktifliğin aldığı varsayımını eklersek, otoerotik etkinlik sırasında daha önceki nesneyle ilişkinin kaybolmadığına dair daha sağlam bir temel elde etmiş oluruz.

Bu varsayımın anlamını açıklamak için, erken genital bölge deneyimlerine ilişkin fantezilere yönelelim; burada elbette yalnızca rekonstrüktif yönteme dayanabiliriz. Fallik evredeki erkek çocukların analiz sırasında keşfedilen veya yeniden yapılandırılan bazı mastürbasyon fantezilerinin ortak cinsel hedefi, anne tarafından dokunulmak ve okşanmaktır. Doğal olarak, bu arzu, mastürbasyon fantezilerinin sonraki gelişiminde diğer arzular ve çeşitli savunma mekanizmalarıyla iç içe geçer.

Loewenstein (1950), yetişkinlerde bu tür fantezilere işaret ederek, erkekte fallik evrenin pasif bir yönünden bahseder. Her olgunlaşma ve gelişim evresinde "aktiflik" ve "pasiflik" dağılımının dalgalanabileceğini, aktifliğe yönelik bir denemeden sonra pasif bileşenin tekrar ön plana çıkabileceğini varsaymamız mümkündür. Ancak önemli olan, Freud ve Brunswick'in tanımladığı gibi (bkz. s. 275), her evrede pasif eğilimin anlamının değişmesidir.

Fallik evre boyunca pasif eğilimlerin hangi ölçüde "regresif" olduğu veya hangi ölçüde geçmişten çok az bir değişiklikle hayatta kaldığı sorusunu, bugünkü bilgi düzeyimizle yanıtlamak zor ve belki de bu soruyu sormak anlamlı değildir. Anne tarafından okşanmayı istemek, örneğin, şu düşünceyi ifade edebilir: "Eğer kendime dokunmazsam, daha az korkarım, suçlu değilim." Bu, anneye yönelik diğer fallik fantezilerin yerine geçebilir. Ancak bu fantezinin hangi dürtü bileşenlerini tatmin ettiği veya hangi çatışmaları çözdüğü ne olursa olsun, içeriği bana göre her zaman, annenin tam bağımlılık dönemi olan en erken preödipal pasifliğin yeniden yaşanmasıyla renklendirilmiştir.

Bir genç adamın analizinde, bilinçli mastürbasyon fantezisinin, annesinin bir zamanlar 18 ay daha küçük erkek kardeşinin genital organlarına dokunduğu gibi, kendi genital organlarına dokunması arzusunu bastırmayı amaçladığı ortaya çıktı. Hasta, annesinin hasta kardeşine bakarken düzenli olarak bu çocuğun testislerini muayene ettiğini hatırlıyordu. Bu olay, hastanın erken gizil dönemine dayanıyordu. Bastırılmış fantezi, anneyle cinsel temas arzusunu hedef alıyordu ve çeşitli klinik veriler, bu fantezinin başlangıçta bastırılamayan ve tam anlamıyla üstesinden gelinemeyen doğrudan bağımlılık arzusunu yeniden uyandırdığını gösterdi. Erkek kardeşinin doğumundan sonra, hasta pasif ve bağımlı olmak yerine, yoğun bir şekilde aktif ve bağımsız olmaya çalışmıştı. Elbette, fanteziyi şekillendiren başka unsurlar da vardı; o yaşta pasif olmak, sadece hadım edilmek anlamına gelmez, aynı zamanda feminen olmak anlamına da gelebilirdi. Hatırlanan dönemde, beklenen bir kız çocuğu yerine üçüncü bir erkek kardeş doğmuştu. Feminen fantezi, yalnızca Ödipus çatışmasının olumsuz bir bileşeni olarak kastrasyon korkusuyla değil, aynı zamanda bastırılmış şu düşünceyle de tetiklenmişti: "Eğer ebeveynlerimin umutsuzca beklediği o küçük kız ben olsaydım, annemin ve babamın gözdesi olurdum; tercih edilen, tek çocuk olarak kalırdım." Kıskançlık yoluyla, annenin başlangıçtaki yakınlık deneyimi daha sonraki gelişim katmanlarıyla bağlantı kurar ve bunun ardında görünür hale gelir. Spitz ve Wolf'un (1949) gözlemleri ve benzer örneklerden elde edilen içgörüler, şu anda cevapsız kalan bazı sorunlara dikkatimizi çeker. Genital bölgenin erken uyarımı ("genital oyun"), fallik evrenin başlangıcıyla bile en iyimser varsayımlar altında örtüşmek zorunda değildir. Cinsel bölgelerin kronolojisi konusundaki görüşlerimiz hızla değişmektedir. Uyarıcıların evreler arasındaki örtüşme ve yer değiştirmenin temel koşullarını henüz belirleyemiyoruz. Erikson, Abraham'ın fikirlerini Alexander'ın vektörel eğilimleriyle birleştirerek sistematik bir çalışma yapmaya çalıştı; ancak klinisyenlerin bu girişimleri ya yeterince faydalı bulmadıkları ya da yeterince benimsemedikleri görülmektedir. Davranışın belirli bölgelerden izole edilmiş biçimlerini inceleme girişimleri genellikle hayal kırıklığı yaratır. Hartmann, yakın zamanda, anal evreyle yakından ilişkilendirilen bazı davranış detaylarının (örneğin, erken yaşta düzenlilik eğilimi) aslında erken bir benlik gelişimine verilen tepkiler olarak görülebileceğine dikkat çekmiştir. Böyle bir hızlandırılmış gelişim, muhtemelen ilerici ve psikanalitik olarak yönlendirilmiş ebeveynlerin günümüzdeki çocuk yetiştirme yöntemleriyle yakından ilişkilidir.

Benzer açıklamalar, şu ana kadar yalnızca fallik evre ile ilişkilendirdiğimiz erken davranış belirtileri için de geçerli olabilir; ön değerlendirmelerimize göre, bu hızlanma, çocuk bakımında baskın olan atmosferin yalnızca genel anlamda anneyle yakın ilişkiyi kolaylaştırmakla kalmayıp, aynı zamanda annenin faaliyetleriyle özel bir özdeşleşmeyi teşvik etmesi nedeniyle ortaya çıkmış olabilir. Yukarıda bahsedilen hasta vakasında, bu ilişki annenin ve en büyük oğlunun sonraki yaşamında bile bağlarını şekillendirmiştir. Aile içinde her ikisi de aktif ve enerjik kişilikler olarak görülüyordu; bu ortaklık muhtemelen ikinci, daha zayıf bir çocuğun doğumundan sonra, küçük çocuğun gösterdiği aktivite ve olgunluğun annenin ilgisini kazanma aracı haline gelmesiyle kurulmuştur.

Genel beklentimize uygun olarak, bu gelişim hızlanmasının, normalden biraz daha güçlü olan bir geriye dönüş eğilimini kolaylaştırdığı görülmektedir: Fallik evrenin doruk noktasında ve kastrasyon kaygısının yaşandığı dönemde, üçüncü çocuğun, beklenen bir kız yerine bir erkek olarak doğmasıyla, hastamızda feminen fanteziler gelişmiştir.

Phyllis Greenacre'ın (1952) tanımladığı ve ters yönde ama tamamen çelişkili olmayan bir başka durum da genel bir travma veya spesifik bir aşırı uyarılmanın, olgunlaşma sırasını etkilediği vakalardır; bu vakalarda, daha az ya da çok zarar görmüş hastalarda bazen erken gelişmiş fallik tutumlar gözlemlenir, ancak bunlara eşlik eden benlik gelişimi adımları görülmez. Bu durumda, cinsel bölgelerin tepkileri en azından bir süre boyunca izole halde kalmıştır.

Otoerotik kendini uyarma fikrinin, kısmen annenin sağladığı uyarımın yerini alan bir mekanizma olarak ortaya çıktığı düşüncesi, analizde uzun süredir kabul görmüştür. Çocuk analistlerinin vaka raporlarında, aşırı sıklık ve yoğunluktaki mastürbasyon ile en önemli sevgi nesnesine yönelik tatmin edici bağların yokluğu arasında bir bağlantı kurduğu durumlar bu düşünceyi desteklemiştir. Anna Freud ve Dorothy Burlingham’ın 1944 tarihli Hampstead Nurseries çalışmalarından elde edilen veriler, özellikle ruhsal olarak hayal kırıklığına uğramış çocuklar üzerinde yapılan gözlemlerin, otoerotik faaliyetlerin artışının genel bir libido ve saldırganlık geri çekilmesi ile bağlantılı olarak ortaya çıktığını ve bu durumun çocuğa kalıcı ya da yarı kalıcı ikame nesneler sunulduğunda tersine çevrilebileceğini ortaya koymuştur. Çocuğun dürtü enerjileri, zaten bir nesne arayışı içerisindedir.

Bu tür gözlemler, bazı araştırmacıları, benlik yatırımı ile nesne yatırımı arasında köklü bir bölünme olduğu fikrine yönlendirmiştir. Bu durum, özellikle Maloney'nin (1949) yazılarında şu şekilde ifade edilmiştir:

“Çocuk, kendisi ile annesi arasındaki olumlu ilişkiyi yeniden kuramazsa, korkusunu yatıştırmak için başka bir yöntem arar. Çoğu zaman, kendisini bir plastik fanteziye – sabitlenmiş bir bilinçdışı fanteziye – çeker. Bu fantezide çocuk, güvenilmez annenin yerine kendisini koyar. Kendi kendini emer, kulağını ya da burnunu ya da başka bir vücut parçasını okşar. Bir şeyi emer, kendini kaşır ve gıdıklar. Dışkının ya da idrarın sıcaklığından zevk alır. Burnunu bir tüy ya da başka bir şeyle gıdıklar. Kendi kendine 'anne rolü' oynayabileceği sayısız yol vardır ve bir kez böyle bir ikameyi bulduğunda, bu çocuktan eksik bir annenin yerine geçecek olan bu beklenmedik 'ikameyi' geri almak kolay olmayacaktır."

Maloney'nin görüşüne göre ya da burada alıntılanan, ikna edici ancak eksik formülasyona göre mastürbasyon, nesne sevgisindeki bir eksiklikten kaynaklanan patolojik bir durum olarak görünmektedir. Ancak, böyle bir eksiklik, anne ne kadar özverili olursa olsun, muhtemelen hiçbir zaman tamamen önlenemez. Daha doğru bir ifadeyle: "Tam bir tatmin" yalnızca hayal gücümüzün bir icadı gibi görünmektedir. Dürtü istekleri, öyle büyük taleplerin zeminini hazırlar ki, bir miktar hayal kırıklığı deneyimi kaçınılmaz ve gerekli bir faktör haline gelir (Hartmann, Kris, Loewenstein, 1947).

Çocuk bakımında, hayal kırıklığı deneyimlerinin zamanlaması, derecesi ve doğası çok şey belirler; bu hayal kırıklıklarının neden olduğu veya en azından kısmen teşvik ettiği ben ile nesne arasındaki yatırımın dönemsel yer değiştirmeleri, normal gelişimde gerekli bir unsuru oluşturur: İlk olarak, ben’in çevreden ayrılmasını sağlamak ve ardından ben ile nesne arasındaki tanımlayıcı köprüyü oluşturan pek çok adımı desteklemek içindir bu unsurlar.

Ben ile nesne arasındaki yatırım yer değiştirmeleri sıklıkla bir gerileme eğilimini beraberinde getirir. Ancak, böyle bir davranışın bir sorunun uygun bir çözümünü oluşturabileceği ve bu amaçla geçici gerileyici mekanizmaların kullanılabileceği gerçeği, ben’in işlevleriyle ilgili görüşlerle, özellikle Hartmann'ın bu konudaki formülasyonlarıyla (1939, 1950b) tamamen uyumludur. Yalıtılmış bir mekanizma değil, mekanizmanın ortaya çıktığı bağlam onun anlamını belirler.

Aşağıda, bu karşılaştırmalı bağlam içinde bir dizi gözlemi karşılaştırmaya çalışacağım.

Alex'in aile geçmişi ve gelişimi, Jackson ve Klatskin (1950) tarafından oldukça ayrıntılı bir şekilde ele alınmış, doğrudan bir kardeşin doğumuna kadar (27 aylıkken) gelişimi izlenmiştir. Alex'in neredeyse hiç emme davranışı göstermediği görülmüştür. Onun çocuk odasındaki oral aktiviteleri, nesnelere ağzıyla dokunmakla sınırlıydı ve gözlemlerim sırasında, bu davranışın yeni nesneleri test etme işlevi gördüğü, onları tutma ya da özümseme işlevi taşımadığı sonucuna vardım. Böylesi bir tereddüt, Alex’in temas kurma zorluklarına oldukça uygun görünüyordu; bu zorluklar, onun agresyon tehlikesi olmadan temas kurabileceği durumlar arama isteği kadar büyüktü. Jackson ve Klatskin’in anlatımlarında, bu tutumları annesindeki benzer mekanizmalarla ilişkilendirme çabaları oldukça ikna edici bir şekilde sunulmuştur.

Ayrıca, parmak ya da başparmak emme davranışının evde büyük ölçüde hoşnutsuzlukla karşılandığına dair pek az şüphe vardı. Ağzıyla temkinli şekilde dokunma davranışı, azaltılmış ya da yasaklanmış emme ve bu davranışın sürdürdüğü belirli bir işleve, yani ağız yoluyla keşfetmeye dair bir uzlaşmayı temsil ediyordu. Bu davranış, diğer keşif işlevlerinin, özellikle dokunma yasağının erken dönem kısıtlamalarıyla zaten fazlasıyla belirlenmişti.

Alex'in annesi bir kardeşin doğumu için hastaneye gittiği gün ve sonraki günlerde, onun "ağız yoluyla dokunma" şeklinin nasıl değiştiği görülebiliyordu. Görünür şekilde depresifti ve gruptan her zamankinden daha fazla izole oluyordu. Bu ruh hali altında, genel ağızla dokunma davranışı yalnızca eskisinden daha sık hale gelmekle kalmadı, aynı zamanda en azından zaman zaman parmak ya da başparmak emme, nesneye yönelik haz verici emme gibi bir davranışa dönüştü. Fizyonomik açıdan bakıldığında, bu davranış "otoerotik" hale geldi. Gözlemci, bu faaliyetle çok belirli bir "imajın" bağlantılı olduğu izlenimini edinmiştir: Emme davranışı, evde bulamadığı ya da bulmak istemediği kaybedilen nesneyi, annesini, ikame etmekteydi.

Üç yaş on aylık John, nesne ilişkisini cinselleştirerek farklı bir tablo ortaya koyuyordu. Putnam, Rank ve Kaplan'ın, çocuğun davranışına dair dikkat çekici betimlemeleri, Boston’daki James Jackson Putnam Çocuk Merkezi’nde çeşitli zamanlarda yaptığım gözlemler ışığında özetlenebilir. Başlangıçta olumlu bir gelişim sergileyen John, yaklaşık 18 aylıkken tüm sözel iletişim girişimlerini bıraktı. Dalgın bir çocuk izlenimi veriyor ve neredeyse her zaman bir tür oral ya da başka otoerotik faaliyetle meşgul oluyordu. Bu seviyedeki oral fiksasyona birçok faktör katkıda bulunmuştu. Anamnezine göre, erken bebeklik döneminde biberon genellikle neredeyse kelimenin tam anlamıyla ağzına zorla yerleştirilirdi. Bunun sebebi, emme eyleminin tüm ihtiyaçlarını karşılayacağına dair bir inançtı. John’un emme davranışı, daha çok dudaklardan ziyade ağzın anatomik yapısını içeren karmaşık bir aktiviteydi; bu yaşta böyle bir katılım genellikle beklenmez (Peiper, s. 41). John'un üst çenesi, damak bölgesinde ön dişlere yakın bir alan, kendini uyarma ve boşalma için tercih edilen bir bölge haline gelmiş gibi görünüyordu. Bu oral aktivitenin yıkıcı niteliği tartışılmazdı ve genel bir deşarj işlevi gördüğü de açıktı. John’un annesiyle olan ilişkisine özgü bir davranış biçimine dikkat çekmek istiyorum. Annesi zaman zaman onu isteyerek kucağına alır ve severdi; ancak bu yakın fiziksel temas genellikle kısa sürerdi. John buna yoğun bir cinsel uyarılma ile tepki veriyor, şefkatli teması sürdüremiyor ve yoğun bir şekilde mastürbasyona yöneliyordu. Yalnızca mastürbasyon sırasında, genellikle uyarılmanın zirvesinde, yüzü çocuksu bir ifadeye bürünüyordu. Diğer zamanlarda ise yüzü, neredeyse kare şeklindeki sürekli aktif ağzıyla çarpıtılmış görünüyordu. Annesi, John'un sıklıkla yoğun dairesel hareketlerini dayanılmaz buluyordu ve teması kesmeye çalışıyordu. Bir keresinde, dikkatini dağıtmak amacıyla plastik bir tabağı ağzına sokmaya çalıştığını gözlemlemek mümkündü.

Bu davranış tipinden bahsediyoruz çünkü bu, normal bir nesne ilişkisinin gelişmediği ya da sürdürülemediği durumlarda bile bir cinsel ilişkinin var olabileceğini göstermektedir. John’un davranışı ile normal bir çocuğun davranışı arasında sonsuz varyasyonlar bulunmaktadır. Çocuk analizlerinden elde edilen materyaller sayesinde birçok ara durumu biliyoruz ve bazılarını da yetişkin analizlerinde yapılan rekonstrüksiyonlar yoluyla gözlemliyoruz.

"Şizoid" kişiliklerin analizinde, sadece uygun bir gizil (latens) dönemin eksikliği ve çocukluk boyunca sürekli mastürbasyonun egemenliği gibi durumların sevgi nesneleriyle ilişkilerdeki bir eksikliği işaret ettiği izlenimi edinmekle kalmıyoruz, aynı zamanda mastürbasyon fantezilerinde narsisistik bir öğenin baskın göründüğünü de fark ediyoruz.

Bu geniş çerçeveye uyan iki erkek hastanın vakasında fanteziler teşhircilik doğasındaydı. Bu erkeklerden biri yetişkinlikte mükemmel bir cinsel güç, diğeri ise tatmin edici bir cinsel güç elde etmişti. Ancak her ikisinin cinsel davranışları da pasif bir ihtiyaçla şekillenmişti: Cinsel ilişki sırasında hayran olunma arzusu. Biri, partnerinin tamamen pasif olmasını talep etmesiyle, diğeri ise partnerinin katılım tarzlarını katı bir şekilde kısıtlayarak veya dayatarak bu ihtiyacı dışa vuruyordu. Her iki durumda da cinsel ilişki, nesne ilişkilerinin tek veya başlıca dayanağıydı.

Her iki hastada da erişilebilir olan yüzeydeki tabaka, erkeklere karşı pasiflikti. Ancak, anneyle olan ilişkide pasif olma arzusu, anneyle özdeşleşmenin bastırılmış bir biçiminin arkasında gizleniyordu. Bu iki erkek, oldukça ciddi hayal kırıklıkları yaşamıştı. Biri, annenin çok erken bir yaşta dikkatini kendisinden 14 ay küçük kardeşine ve ardından diğer çocuklara yöneltmesi nedeniyle, diğeri ise annenin sürekli olarak onun erkekliğini gururla teşvik etmesi ve bu durumun ergenlik öncesine kadar açıkça cinsel baştan çıkarma düzeyine ulaşması nedeniyle bu durumu yaşamıştı. Rekonstrüksiyonlarda, benzer "şakalaşmaların" belki de emzirme sırasında da gerçekleşmiş olabileceği ve bu durumun aile üyeleri tarafından doğrulandığı fikri ortaya atılmıştı.

Bu vakaların, John’un vakasına benzediğine işaret etmek isteriz: Daha iyi bir uyum sergileseler de nesne ilişkilerinin benzer şekilde, hatta daha az ölçüde bile olsa, cinsel alanla sınırlı olduğunu gösteriyorlar. Ayrıca Putnam, Rank ve Kaplan’ın John’un vakasında vurguladığı erken hayal kırıklığı deneyimlerinin bu vakalarda da önemli bir rol oynadığı görülmektedir. Hayal kırıklığı belki de benzer bir alandaydı: Annenin bakımı ve ilgisinin nesnesi olma arzusunun tatminsizliği. Ancak, daha önce de belirtildiği gibi (1950), bu tür bir hayal kırıklığının ne kadar büyük bir rol oynadığını hâlâ bilmediğimizi vurgulamak gerekir.

Hartmann'ın psikanalitik teorinin yakın tarihli yeniden formülasyonu (1950b), John'un vakası gibi örneklerle doğrulanmaktadır. Nesneyle olan ilişkinin otoerotik faaliyetle yer değiştirmesi, genellikle genel anlamda narsisistik bir süreç olarak görülmüştür. Ancak Hartmann, bu tür durumlarda "benliğin yatırımı" kavramından bahsetmemiz gerektiğine işaret etmektedir.

Bu tür enerji kaymalarının erken çocukluk döneminde sürekli ya da çok sık meydana geldiği varsayılmaktadır. Daha sonraki gelişim aşamalarında nesneyle kalıcı bir ilişkinin (ya da en azından bunun bazı önemli öncüllerinin) kurulduğu durumlarda, yatırılan enerjinin artık akışkan olmadığını kabul etmek gereklidir. Bu enerjinin bir kısmı muhtemelen kalıcı olarak nesneye, bir kısmı benliğe yatırılır ve bir kısmı ise nötralize edilerek sürekli olarak benliğin işlevlerine tahsis edilir.

John'un gelişimindeki derin bozukluk, her ne olursa olsun onun etiyolojisi ya da teşhisi, daha yüksek düzeyde bir benlik gelişiminin gerçekleşmemesiyle karakterize edilmektedir. Sadece birkaç benlik işlevi gelişebilmiştir ve onun aktiviteleri, yalnızca küçük bir ölçüde çatışmalardan arınmış bir alana ulaşabilmiştir. Bu durumda, psikolojik enerjinin nötralizasyonunda bir eksiklik ve (ikincil) benlik özerkliğinin eksikliği olduğu varsayılmaktadır.

John'un vakasında, benlik ve nesne, nötralize edilmemiş enerjilerin -libido ve saldırganlık- sürekli kaymaları yoluyla birbirine bağlıdır. Anne, genel olarak doğrudan gerilim boşaltımı için bir nesne olarak kullanılmaktadır. Burada, oldukça bebeksi bir nesne ilişkisi, daha gelişmiş bir bedenle birlikte sürdürülebilmektedir.

Hartmann'ın psikanalitik teoriyi yeniden formüle ettiği son çalışmalar (1950b), John'un vakası gibi örneklerle doğrulanmaktadır. Şu ana kadar, Hartmann'ın tanımladığı anlamda benlik özerkliğinin gelişim aşamaları ve modalitelerini değerlendirmek için yeterli deneyime sahip değiliz. Bilinen test yöntemleriyle izole edilmiş benlik işlevlerinin ölçümleri, her ne kadar açık sınırlamaları olsa da, bebeklik ve erken çocukluk dönemleri için verimli olabilecek veriler sağlayabilir (Anna Freud, 1945). Ancak bu ölçümler çoğu durumda benlik özerkliğini değil, benlik aygıtının olgunlaşma aşamalarını ve diğer izole gelişim süreçlerini değerlendirmektedir.

Bu tür gözlemsel verilerin teorik kavramlarla ilişkilendirilmesinin henüz erken olduğu düşünülebilir. Yine de belirli bir gözlem alanını, yani çocukta ritmik duygunun gelişimi vurgulamak istiyorum. Çocuğun organizmasının genel işlevleriyle olan ilişkisi (Schilder) ve beynin otomatik davranış fragmanlarını veya davranış dizilerini tekrarlama yeteneği (Kubie, 1947), bu konudaki tartışmalar için geniş bir arka plan sunmaktadır. R. S. Lurie'nin (1949) bu konuda yaptığı gözden geçirme, ritmik hareketler ile otoerotik aktiviteler arasındaki bağlantıyı vurgular.

Bu bağlamda, benliğin farklı türlerdeki otomatik motor boşaltım süreçleri üzerindeki kontrolünü ve bu süreçlerin melodik hareketlere dönüşümünü benlik işlevinin önemli bir yönü olarak ele almak mümkündür (Kris, 1940). Otoerotik faaliyetler bağlamında, ritmik olguların görüldüğü farklı alanlar özel bir önem kazanır. Özellikle emme ritmi, bunun solunum ve peristaltizmle ilişkisi ve annenin bu deneyimlere tepkileri gibi faktörler kritik öneme sahiptir.

Fiziksel temasın ritmik doğası, anne ve çocuk arasında ortak bir ritimle yeniden bağlanmayı mümkün kılabilir. Bu bağlamda, çocuk yetiştirmede ritmin önemi, bir "rahatlama aracı" olarak da görülmektedir. Elbette, tüm ritmik olaylar otoerotik aktivitelerle ilişkilendirilmez; ritmik tekrarlar, özellikle hareket kontrolü alanında, öğrenmeye de hizmet edebilir. Bununla birlikte, ritmin otoerotik aktivitelerle ilişkisi, erken çocukluk döneminin dikkat çekici bir ritmik otoerotik aktivitesi olan sallanma gibi davranışlarda açıkça görülmektedir.

Lurie, çocukların yaklaşık %15-20'sinde sallanma veya benzeri hareketler gözlemlendiğini belirtmiştir. Bu davranışlar, çocuk yeni alanlarda koordineli aktiviteler geliştirdikçe azalır. Özellikle yürümeyi öğrenmenin ardından sallanma davranışının sıklığı düşer. Lurie ayrıca ritmik hareketlerin en sık şekilde büyüme veya gelişim aşamalarının geçiş dönemlerinde ortaya çıktığını vurgulamaktadır.

Bu durum, çocuğun gelişim aşamaları arasındaki gecikmeleri ketlenme/engellenme olarak deneyimlediğini gösterebilir. Bununla birlikte, sallanma davranışının başarısızlıklar veya bu türden kaynaklanan tepkiler olarak ortaya çıktığı iyi bilinmektedir. Spitz ve Wolf'un (1949) gözlemleri, bazı çocuklarda sallanma hareketlerinin gelişim süreçleri sırasında ortaya çıktığını göstermektedir. Yazarlar, bu çocukların libidinal dürtülerin birincil narsisistik boşaltımı seviyesinde kaldıklarını ileri sürmektedir.

Bazı yazarlar sallanmanın kendisinin patolojik olduğunu düşünmese de bu davranışın sonuçları üzerine yapılan gözlemler, ileride ele alınması gereken önemli ipuçları sunmaktadır.

İlk çocukluk döneminde sallanma davranışının ortaya çıkışı ile çocuğun motor becerilerinin olgunlaşması arasındaki erken ilişkinin (Lurie, 1949) önemi kabul edilse de ritmik boşaltım yollarının çocuğun sonraki gelişiminde oynadığı rol göz ardı edilmemelidir. Bu bağlamda, üç yaşındaki çocukların anaokulunda sergilediği iki tipik boşaltım biçimine değinmek istiyoruz.

Bir müzik plağı çalındığında, müziğin sağladığı uyarana tepki olarak ritmik ayak vurma hareketleri gelişir. Bazen bir veya iki çocuk bu hareketi kendiliğinden başlatır ve diğerleri bunu takip eder, bazen de anaokulu öğretmenleri ritmi el çırparak teşvik eder. Genellikle müziğin ritmine kısa bir süre eşlik edilir, ardından ayak vurma hareketleri müzikten bağımsız hale gelir. Ancak bu hareketler, grup halinde daha az veya daha çok organize olmuş ortak bir boşaltım eylemi olarak devam eder.

Farklı bir doğaya sahip olan bir diğer ritmik davranış ise çocuk ne kadar küçükse o kadar sık görülür, yani iki yaş sınırına daha yakın olan çocuklarda daha belirgindir. Örneğin, bir çocuk tahta bir trenle oynarken lokomotif ve vagonları birbirine bağlamaya çalışır. Ancak, bir zorlukla karşılaştığında veya başarısızlıktan korktuğunda, genellikle denemesini aşamalı olarak—nadiren de olsa ani bir şekilde—bırakır ve bunun yerine ritmik bir harekete yönelir: Lokomotif ve vagonlar birbirine çarptırılır, biri yere sürtülerek ileri geri hareket ettirilir, başka bir objeye vurulur veya çocuğun kendi vücudunun üzerinde yuvarlanır. Bu tür süreçlerin ayrıntılarını ve varyasyonlarını burada detaylandıramasak da gözlemlediğimiz temel olgu, ritmin burada amaçlı bir eylemi kesintiye uğratmasıdır. Motor dürtü, çocuğun yapıcı oyununa müdahale etmektedir.

Bu ritmik hareketlerin genellikle hayal kırıklığına yol açan deneyimlere bir tepki olarak ortaya çıktığı gözlemi, beklentilerimizle örtüşmektedir. Bu durum, çocuğun dikkat süresi, Anna Freud’un aşırı yorgunluk sonucu tanımladığı Ben işlevlerinin bozulması veya benim "regresyon hızı" (regression rate) olarak adlandırdığım süreç ile ilişkilendirilebilir (Kris, 1950). Burada yalnızca bu olgunun otoerotik davranışlarla olan açık bağlantısına odaklanıyoruz. Gözlemlenen bazı çocuklarda yukarıda açıklanan ritmik hareketler, genital bölgenin ovulmasına yol açmıştır. Bu durum, ritmik hareketlerin regresif doğasının enerjinin cinselleştirilmesi (veya bazı durumlarda saldırganlaştırılması) olarak değerlendirilebileceğini düşündürmektedir. Bu enerji, başka aktivitelerde—örneğin problem çözme veya organize oyunlarda—muhtemelen bir ölçüde nötralize edilmiştir.

Üçüncü yılın ilerleyen dönemlerinde ve dördüncü yaş boyunca, bu tür ani boşaltım davranışlarının daha az gözlemlendiği görülmektedir. Bu azalma, çocuğun artan dikkat süresi, Ben gelişimindeki ilerleme ve dolayısıyla Ben ile Alt-Ben arasındaki artan mesafeyle açıklanabilir. Otoerotik ve diğer boşaltım aktiviteleri zamanla birbirinden daha net bir şekilde ayrılmakta ve birinden diğerine geçişler daha az fark edilir hale gelmekte ve genel olarak daha seyrek ortaya çıkmaktadır.

Ortalama bir anaokulu çocuğundan ciddi şekilde rahatsız olan çocuklara (psikotik çocuklar, gelişimi bloke olmuş veya atipik gelişim gösteren çocuklar) yöneldiğimizde, çok farklı bir izlenim ediniriz: Daha önce bahsettiğimiz ayrışma ve sınır çizme gerçekleşmemiştir.

James Jackson Putnam Children’s Center’da bulunan, ağır derecede rahatsız altı yaşındaki bir hasta, gözlemcinin kullandığı bir çakmağa ilgi gösterdi ve onunla oynamak istedi. Çakmağın nasıl çalıştığını açıklama çabaları başarısız oldu. Kısa bir süre boyunca doğru kullanımını öğrenmeye çalıştı ancak başarısız olunca çakmağı kaptı ve onu bir telefon santralinde hızla ileri geri sürtmeye başladı.

Bu durumda "hızla" (frantic) kelimesini, genel bir heyecan durumunun ve baskın olarak libidinal bir boşalım işlevinin ifadesi olarak kullanıyoruz. Ancak, daha az rastlanmayan diğer durumlarda, agresif boşalımın baskın olduğu izlenimini ediniyoruz.

James Jackson Putnam Center’da gözlem altında olan, genel bir hastaneden gelen altı yaşındaki bir başka hasta, uzun süredir iyi tanıdığı terapist ile olan iletişimini aniden keserek eski bir telefon rehberine yöneldi ve sayfaları ortasından yırtarak sistematik, ancak belirgin bir heyecan içinde parçalamaya başladı.

Bu tür durumların organik ve/veya psikolojik etiyolojisi ne olursa olsun, burada çifte anlamda arkaik (bloke olmuş veya gerilemiş) bir davranıştan söz edebiliriz. Cansız nesneyle kurulan temas anlamlı değildir; nesne, işlevi dikkate alınmadan rastgele kullanılır. Ayrıca, kontrolsüz ritmik boşalım gözlemci açısından fizyonomik olarak cinsel veya saldırgan bir izlenim bırakmaktadır.

İşte burada nötralizasyon eksikliğinden bahsediyoruz. Ben adeta organize olmamıştır ve bu bozukluk, Ben'in yeterince yatırım almaması şeklinde de tanımlanabilir.

Bu kavramların tüm kullanışlılığı, James Jackson Putnam Center’da birkaç yıl tedavi gören ve gözlem sırasında hastaneye yatırılmış olan sekiz yaşındaki Ellen üzerindeki gözlemlerle en iyi şekilde gösterilebilir. İlk bakışta, Ellen gelişme geriliği gösteren katatonik bir ergen izlenimi veriyordu: Zayıf, güzel, uzun sarı saçlı ve mavi gözlüydü. Rastgele bir ziyaretçiye göre gözleri aramaya yönelik bir bakış sergiliyor, aynı zamanda belirsiz bir derinlikle doluymuş gibi görünüyordu. Ancak birkaç dakika içinde bu izlenim tam bir boşluk hissine dönüşüyordu. Bu boşluk, Ellen’ın hiçbir zaman peşini bırakmıyor gibiydi: Ne sessizce kendi kendine şarkı söyleyerek bir bebekle oynarken - ki bu sırada koordineli hareketlerden ritmik hareketlere geçiyordu - ne de bir terapiste veya gözlemciye sokulduğunda. Bu durumlarda ritmik hareketler kendi kendini uyarma (mastürbasyon) hareketlerine dönüşüyordu.

Yalnızca üç durumda yüzü canlanıyor gibi görünüyordu: Büyük miktarlarda portakal suyu içtiğinde veya bol tuzlu domates yediğinde, genital mastürbasyon sırasında orgazma ulaştığında ve dışkılama sırasında. Sanki yalnızca bölgesel (zonal) organizasyon aktif kalmıştı; "benlik boşalmıştı".

James Jackson Putnam Center'daki bilim insanları, geçici veya yanıltıcı remisyonlar eşliğinde ilerleyen genel kötüleşme eğilimi sırasında benlik işlevlerinin aşamalı olarak kaybolmasını ayrıntılı bir şekilde ele alan kapsamlı bir vaka sunumu hazırlamışlardı. Ancak bizim açımızdan burada önemli olan tek bir nokta var: Bütün diğer yaşantı biçimlerinin, yoğun bölgesel doyumlarla yer değiştirmesi ve bu doyumun sürekli veya aşırı uyarımla neredeyse zorla yaratılmış olması.

Bu izlenim, ağır derecede rahatsız çocuklardaki otoerotik davranış vakalarından ve çocuklarda ve yetişkinlerde gözlemlenen takıntılı/obsesif mastürbasyon vakalarından bize tanıdık geliyor. Psikanalitik gözlemlerimizde, gerçek ya da hayali hayal kırıklıkları nedeniyle sevgi nesnelerine karşı duyulan içerlemenin kendi kendine yöneltilerek yıkıcı bir hale gelmesine sıkça rastlıyoruz.

Bu bizi daha genel bir soruna getiriyor: Otoerotik faaliyetler, normal gelişimin önünde bir engel oluşturuyorsa—ki yalnızca belirli koşullar altında böyle olabilir—bunun ana sebebi, benliğin libidinal yatırımının dünyadan çekilmesidir. Çünkü bu durum, benliğin aşırı narsisistik yatırımına yol açar, yani benliğin nötralize edilmemiş enerjiyle doldurulmasına neden olur.

Yakın zamanlarda, bu durumun saldırganlık ekonomisi açısından da benzer bir tehlike teşkil ettiğinin farkına vardık. Yani benliğin saldırganlıkla aşırı yüklenmesi gibi bir durum söz konusu olabilir. Takıntılı mastürbasyon bunun yalnızca bir tezahürüdür ve ne tek başına yeterli bir açıklamadır ne de en önemli göstergedir.

Burada Hartmann’ın varsayımını göz önünde bulundurmak gerekir: Nötralize edilmiş saldırgan enerjinin, karşı-yatırım için harekete geçirilebileceği fikri (1950b). Eğer saldırganlık yeterince nötralize edilmezse—ister bozulmuş nesne ilişkilerinin bir sonucu olarak (Anna Freud, 1949; Kris, 1950) ister başka nedenlerle—bu durum, savunma mekanizmalarının gelişiminde çok çeşitli bozukluklara yol açabilir. Böyle yetersiz savunma mekanizmaları, çocuklukta görülen ağır ruhsal bozuklukların tipik bir özelliğidir ve çoğu psikozun yapısında önemli bir rol oynar. Dolayısıyla, daha fazla açıklığa kavuşturulması gereken geniş bir problem alanıyla bağlantılıdır.

Burada sunulan gözlemler, erken otoerotik faaliyetler hakkındaki görüşlerimizi netleştirme çabasından, benlik gelişimine dair bazı sorunların incelenmesine kadar geniş bir alana yayılmıştır. Ancak bu dolambaçlı yol, bizi yeniden tanıdık bir konuya getiriyor: psikanalizin hiçbir zaman göz ardı etmediği iki karşıt eğilim arasındaki ilişkiye. Bu eğilimlerden biri, dürtülerin derhal boşaltılmasına yönelik baskıdır, diğeri ise dürtü doyumunu ertelemeyi ve farklılaşmış boşaltım süreçlerine izin vermeyi içeren eğilimdir.

Bu bağlamda şu soru yeniden gündeme geliyor: Otoerotik faaliyetlerin, çocuk gelişiminin bir parçası ve itici gücü olmakla birlikte, aynı zamanda onun önünde bir engel teşkil etmesi nasıl mümkündür?

Bu, 1912’deki ünlü tartışmayı yeniden canlandıran bir sorudur.

Suzan Girginer