Anneler ve Kızları Arasındaki Sevgi ve Nefret

Anneler ve Kızları Arasındaki Sevgi ve Nefret

Anneler ve Kızları Arasındaki Sevgi ve Nefret

Çev: Suzan Uğur Girginer

Electra karakteri, Antik Yunan mitolojisine kadar uzanır. Aeschylus, Sophokles ve Euripides gibi çeşitli oyun yazarları onun üzerine trajediler kaleme almıştır ve özellikle Euripides’te anne-kız ilişkisi oyunun merkezinde yer alır. İkisi arasında yanlış gidebilecek her şey, bu eserlerde anlatılmıştır.

Electra, klasik çağdan sonra bile yüzyıllar boyunca birçok yazara ilham vermeye devam etmiştir. Efsanevi Electra, hayranlık duyduğu babasından çok, nefret ettiği annesiyle meşguldü. Babası Agamemnon, oyunun geçtiği zamandan on yıl önce, kaçırılan güzel Helen’in kurtarılması için savaşmak üzere Truva’ya askeri komutan olarak gitmişti ve böylece Truva Savaşı’nı başlatmış ya da bizzat sebep olmuştu. Bu sırada Electra’nın annesi Clytemnestra yeni bir sevgili edinmişti. Electra kendisini annesi tarafından ihmal edilmiş ve reddedilmiş hisseder. Annesine ve annesinin sevgilisine karşı kıskançlık duyar. Her türlü yakınlıktan dışlanmış olarak sarayda dolaşır, inler ve lanetler okur.

Electra, kadın olma rolünü sevmez. Cinsellikle ilgili tüm düşünceleri reddeder. Evlenmek istemez ve eğer evlenmesi gerekirse de kesinlikle çocuk sahibi olmak istemez. Onun histrionik kişiliği, çevresindeki herkeste tiksinti uyandırır. Electra, kadınlara özgü sorunlar yaşayan bir kadının prototipi haline gelmiştir. Baskın bir kurban figürüdür; güvensizliğini ve anne sevgisine duyduğu özlemi, büyük bir gürültünün ardına gizlemeyi başarır. Daha kadınsı olan kız kardeşini küçümser ve erkek kardeşi Orestes’i annesinden intikam almak için bir araç olarak kullanır. Hayatındaki tek amacı, nefret ettiği annesinden öç almaktır. Gençliğini, güzelliğini—her şeyini bu amaca adar. Acı dolu ve sıkıntılı yıllardan sonra nihayet planını gerçekleştirir: annesi merhamet dilemesine rağmen öldürülür.

Dışarıdan bakıldığında Electra hakkında gördüğümüz genel tablo budur. Ancak Electra’nın kendi içinde yaşadığı ikilemler nelerdir, onun psikolojik gerçekliği nasıldır, bilinçdışı çatışmaları nelerden oluşur?

Sanat eserlerine özgü bir yoğunlukla anlatılmış olan mitolojik Electra figürü, psikolojik sorunlarla mücadele eden birçok kadının bilinçdışında meşgul olduğu temaları yansıtır. Örneğin, güçlü bir anne figürü tarafından yutulma korkusu, annenin sevgisine ve ilgisine duyulan çaresiz bir özlemle çatışma halindedir. Ancak mazohistik yakınmalar, depresyon ve cinsel ketlenme de sıkça kendini gösterir. Bunların hepsi, ilk aşk nesnesi olan anneye geri dönen sorunlardır—tıpkı Electra’da olduğu gibi.

Kültür değişmiştir ve değişmeye devam etmektedir, ancak bazı durumlar sabit kalır. Kızlar, yaşamlarına eşcinsel bir aşk ilişkisi içinde başlarlar—yani kendi cinsiyetlerinden bir kişiyle, anneleriyle. Heteroseksüel aşk ise ancak daha sonra babaya yöneltilir.

Bu durum paradoksal görünebilir, ancak kızların annelerinden ayrılabilmeleri için yine annelerinin iş birliğine ihtiyaçları vardır. Bazen bu bağımsızlık fırsatı sunulmaz ve kadınlar, Electra’nın annesine duyduğu öldürücü nefret ile tamamen simbiyotik bir bağ arasında bir yol bulmak zorunda kalırlar. Her iki uç nokta da sağlıksız bir anne-kız ilişkisine yol açar. Her zaman olduğu gibi, ancak orta yolu bulmak sağlıklı bir gelişime olanak tanır.

Baba genellikle idealleştirilir ve tıpkı Electra’nın babasında olduğu gibi, yokluğu özlenir ve ağıtlarla anılır. Çoğu zaman babalar ya tamamen yoktur ya da çocuklarıyla yeterince ilgilenmezler, bu yüzden çocuk annelerine bağımlı hale gelir. Kız çocuğu, babası mevcut olduğunda ona yönelmeye çalışır. Eğer baba mevcut değilse, hayal gücüyle yetinmek zorunda kalır. Bazen babasından, annesinden alamadığı sevgiyi alma fırsatı olur, bazen bu çaba başarısızlığa uğrar ve ikinci bir hayal kırıklığı doğar. Ancak bu sevgi sağlansa bile, anne her zaman birincil aşk nesnesi olarak kalır ve en iyi ihtimalle bu sevgi babaya aktarılır.

Sağlıklı bir gelişim için, her şeye kadir anne, yani çocukluk fantezilerinin tanrıça ya da kraliçesi figüründen vazgeçilmesi gereklidir. Psikanalitik kuramda bu figür fallik anne olarak adlandırılır, çünkü bir bakıma hem erkek hem de kadın özelliklerini bünyesinde barındırır. Sonuçta, küçük çocuklar için cinsiyetler arasındaki fark henüz net değildir. Bir bireyin hem erkek hem de kadın olabileceği fantezisi kolayca terk edilmez. Kızlar ve kadınlar, hatta kendileriyle ilgili olarak bile biseksüel kimlikleriyle çatışma yaşamaya devam edebilirler.

Electra kompleksi, Ödipus kompleksinin yerine geçmesi için değil, onu tamamlamak için öne sürülmüştür. Kadın gelişiminde, kadının yönünü belirlemesi gereken tehlikeli uçurumlar hakkındaki yeni keşifler, bana göre, merkezde babanın değil, annenin yer aldığı bir model içinde daha iyi açıklanabilir.

Simbiyotik ilişki, yani iki varlık arasındaki karşılıklı bağımlılık, gelişim sürecinin bir evresi olarak ele alındığında problemli hale gelir. Anne ve çocuk, elbette, birbirlerine tamamen kapıldıkları büyülü anlar yaşayabilirler. Ancak bir anne, çocuğunun onayına sürekli bağımlı hissediyorsa, burada patolojik bir durum söz konusudur. Bu, örneğin, annenin çocuğun kendisine sıkı sıkıya sarılmasını gerektiren bir ihtiyaç geliştirmesiyle kendini gösterebilir; aksi takdirde kendini "iyi bir anne" gibi hissedemez. Ben buna sağlıksız karşılıklı bağımlılığı ifade eden "simbiyotik illüzyon" adını veriyorum. Bu tür bir bozukluk, normal olgunlaşma sürecini engeller. Eğer bu anne-kız bağı ömür boyu değişmeden kalırsa, bağımsızlığa ve diğer ilişkilere yeterli alan kalmaz.

Simbiyotik illüzyonun tam karşıtı, yani tam ayrışma da aynı derecede olumsuz bir durumdur. İdeal koşullar altında kız çocuğu annesinden kısmen ayrışır. Kendi kimliğini şekillendirebilmesi gerekir, ancak aynı zamanda annesine hayatı boyunca bir model ve danışman olarak ihtiyaç duymaya devam eder.

Anneler ve kızları arasındaki açık sınırlar nedeniyle, annelik tarzları ve annelik anlayışı kuşaktan kuşağa aktarılır. Bu durum hem olumlu hem de zararlı olabilir. Travmaların kuşaklar arası aktarımı iyi bilinen bir olgudur ve elbette sadece kadınlar arasında gerçekleşmez, ancak kadınlar arasında özellikle görünür, güçlü ve kaçınılmazdır.

Bir kadın için anneyle olan içsel bağ hem bir güç kaynağı hem de bir hayal kırıklığı nedeni olabilir. Bir çocuğun ilk ilişkisi, kimliği ve özdeğer algısı açısından, özellikle kadınlar için, büyük ölçüde belirleyicidir. Eğer bir kadın kendisini annesinin bir uzantısı olarak görmeye devam ederse, sonraki aşk ilişkileri zarar görebilir. Bu durumda anne ve kız, birbirlerini sürekli yansıtırlar; tıpkı Pamuk Prenses masalındaki gibi: "Ayna ayna, söyle bana, benden daha güzeli var mı dünyada?" Böyle bir kız çocuğu istemsizce annesinin etki alanında kalır ve ruhuyla, bedeniyle onun bir parçası olmaya devam eder. Kendi arzuları yerine annesinin isteklerini yerine getirmek zorunda kalır. Bunun içgüdüsel sonucu ise annesine yönelik, çoğu zaman kendisinin bile farkında olmadığı bir düşmanlık hissidir.

Bilinçdışı nefret duygularının bir kızın duygusal yaşamını nasıl şekillendirdiği ve belirlediği, bu kitabın temel konusudur. Ayrışma, özerklikle ilişkilidir. Kadınlar genellikle annelerinden kopuşlarını ona zarar verebilecek bir saldırı biçimi olarak algılarlar. Bu yüzden öfkelerini bastırma ve onu kendilerine yönlendirme eğilimindedirler; baş ağrıları, suçluluk duyguları ya da mazohizm şeklinde kendini gösterebilir. Bu kitabın amacı, Electra’nın kaçınılmaz mücadelesini kadın gelişimindeki çatışmalar için bir paradigma olarak kullanmaktır.

Göreceğiz ki, kız çocuklarında Ödipal paradigma çoğu zaman Electra kompleksi ile sonuçlanır—yani anneye öfke ve babanın idealleştirilmesi. Bunun diğer ucu ise anne ile "simbiyotik illüzyon" halinde kalmaktır. Bu durum, kızın bağımsız bir birey olmasını engeller. Sonuç olarak, yetişkin bir heteroseksüel ilişkiye girmesi de mümkün olmayabilir. Yakın ilişkilerinde karşısındaki kişiyi kendisine ait kılma, ona yapışma ya da onunla bütünleşme eğiliminde olacaktır. Simbiyotik illüzyon, sözde bir yakınlık olarak, karşısındaki kişiyi bağımsız bir birey olarak görmesini engeller.

Gerçeklikle yüzleşirken sağlam bir kuram gereklidir, ancak günlük pratik her zaman en büyüleyici olanıdır. Yakın zamanda, güzel ve iyi eğitimli genç bir kadın olan Tessa, hafif bir eğlence duygusu taşıyan gizemli bir ifadeyle muayenehaneme geldi. Yumuşak sesli, utangaç bu kadın bana hem sevinçle hem de endişeyle baktı, bakışlarında açık bir zafer ve neredeyse hafif bir acıma duygusu vardı. Soru sorulduğunda ise kendini tutamadan gülmeye başladı, ancak bu gülüşünden de utanıyor gibiydi, sanki kendisiyle ilgili gizli kalması gereken bir şeyi ele veriyormuş gibi hissediyordu. Ardından, ailesine dair karmaşık bir panorama açığa çıktı: erken yaşta boşanmış bir anne ve baba.

Tessa’nın annesi, onun söylediklerini dinlemekte ve ona ilgi göstermekte zorlanıyordu. Babası ise çocuk ruhlu ve benmerkezciydi; ilgi göstermekten çok baştan çıkarıcı biriydi ve kızını başkalarına sürekli göklere çıkararak anlatıyordu. Bu, Tessa için utanç verici anlara yol açıyordu; çünkü babası onu adeta bir vitrin süsü gibi sergiliyordu. Annesiyle olan ilişkisi ise tam tersiydi. Küçük ve çaresiz olmak, en azından bu mesafeli ve aşırı yorgun anne tarafından biraz dikkat görmesini sağlıyordu. Tessa, öne çıkması halinde reddedileceğinden korkuyordu.

Daha yakından bakıldığında, Tessa’nın annesinin kıskançlığından her zaman korktuğu ortaya çıktı. Bu olasılığı ilk kez dile getirdiğimde oldukça şaşırmıştı. Eğitimi fazla olmayan annesi, kızının ne okuduğunu tam olarak hiçbir zaman bilememişti. Terapi sürecinde, benimle bir kadın olarak rekabet etmesinin onun için ne kadar büyük bir tabu olduğu hızla açığa çıktı. Hırslı ve rekabetçi bu genç kadın, gizli bir kimlikle yaşamayı öğrenmişti. Başarılı olması halinde annesinde uyanacak "öldürücü kıskançlıktan" korkuyor ve bu nedenle zaferlerini büyük bir tevazu maskesiyle gizliyordu.

Bu örnek, Ödipus anlatısındaki babayı öldürme ve küçük oğlanın anneye duyduğu sevginin, kız çocuğuna doğrudan uygulanamayacağını göstermektedir. Elbette, karşıt cinsler arasındaki çekim çok önemlidir ve farklı olmak hâlâ en heyecan verici şeylerden biridir. Ancak bir kızın arzularının tatmini, çoğu zaman babadan çok annesiyle bağlantılıdır.

Simbiyotik İllüzyon

Günümüz ailelerinde anne, çocuğun yetiştirilmesinde en etkili kişi olarak görülmekte ve dolayısıyla ortaya çıkabilecek her türlü sorunun sorumlusu olarak kabul edilmektedir. Mükemmel anneler ne kadar nadir ise, örnek çocuklar da o kadar azdır; bu yüzden anne ve çocuk kolayca birbirlerinden hayal kırıklığına uğrayabilirler.

Anneler çocuklarına bazen fazla ilgi gösterir, bazen de yeterince ilgilenmezler; bunun sonucunda çocuklar ya ihmal edilmiş ya da ağır bir yük altına girmiş gibi hissedebilirler. Ancak ebeveynlik yalnızca çocuklarla bilinçli etkileşimden ibaret değildir. Daha da önemlisi, bilinçdışı olarak iletilen mesajlardır. Ayrıca, nesiller boyunca kendini tekrar eden örüntülerden oluşan "tekrarlama (yineleme) zorlantısı" da büyük bir rol oynar. Kendi annesinden hayal kırıklığına uğramış bir anne, kızıyla son derece ikircikli bir ilişkiye sahip olma eğiliminde olabilir. Kaygılı bir anne, çocuğunun korkularını sınırlamakta yetersiz kalabilir.

Ebeveynler, kendi çocukluk deneyimlerine bağlı olarak, gerçekliği ya yansıtır ya da çarpıtır; bu da onların dünyayı belirli bir bakış açısıyla görmelerine neden olur. Bu bağlamda, büyükanne ve büyükbabalar, iki nesil sonra bile önemli bir etkiye sahip olabilirler. Ebeveynlerin deneyimlerinin büyük bir kısmı bilinçdışı olarak bir sonraki nesle, yani çocuklarına yansıtılır. Örneğin, babası tarafından reddedilmiş bir baba, oğlunu bilinçsizce reddetme eğilimi gösterebilir ya da tam tersi, kendisini oğlu tarafından reddedilmiş hissedebilir. Ebeveynlerin çocukları üzerindeki etkisi, sonraki nesillerde benzer örüntülerin oluşmasına yol açar. Özellikle de bir aile, doğası gereği travmatik deneyimler yaşamışsa bu etki daha da belirgin hale gelir. Rus yazar Lev Tolstoy'un Anna Karenina romanında belirttiği gibi: "Tüm mutlu aileler birbirine benzer, ancak her mutsuz aile kendine özgü bir şekilde mutsuzdur."

 

Aida

Aida, aşırı kilolu, şiddetli baş ağrıları çeken ve sürekli gergin hisseden bir öğrencidir. Annesinin onu her gün aradığını ve haftada birden fazla görmek istediğini anlatır. Annesiyle uzun uzun hayat hakkında konuşurlar; annesinin bu konuda pek çok teorisi ve fikri vardır. Bu konuşmalar sırasında Aida, annesinden tavsiye ve yardım ister. Böylece annesini fikir vermeye zorlar, ancak ergen bir tavırla bu tavsiyeleri reddeder; bu şekilde, anne-kız arasındaki aşırı bağlılığı sürdürmüş olur.

Aida, terapisti olarak benimle de benzer bir ilişki kurmaya çalışır. Her zaman sandalyenin ucunda oturur, bir an bile rahatlayamaz ve sürekli dudaklarını koparır. Aynı zamanda, yaptığım her yoruma tepki vererek tartışma başlatmaya çalışır. Sanki sürekli bir etkileşim halinde olmak zorundaymış gibi görünür; sanki yanında olduğum sürece bir saniye bile kendi başına kalamazmış gibi. Her konuda benim fikrimi bilmek ister ve eğer bir görüş bildirirsem, haklı olduğumu kanıtlamamı bekler—ve bu döngü sonsuza kadar devam eder.

Ne söylersem söyleyeyim, Aida her zaman bir "ama" ile cevap verir. Ardından söylediklerimi sorgulayan bir argüman getirir ve bu da şüphelerini gidermemi istemesiyle devam eder. Bazen de söylediklerime tamamen karşıt bir görüş ileri sürerek tartışmayı başlatır. Bu durum, hiçbir şeyin yeterli olmadığı, hiçbir şeyin tam olarak doğru gelmediği ve asla bir duraklama ya da tatmin anının olmadığı izlenimini yaratır. Sürekli süregelen saf bir hayal kırıklığı gibi görünür. Sanki hiçbir zaman tam anlamıyla doyuma ulaşamaz.

Ailesindeki rolü, geçmişte olduğu gibi bugün de başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak olmuştur. Üç erkek kardeşinin aksine, her zaman ebeveynlerine karşı itaatkâr olmuş ve onlara hiçbir sorun çıkarmamıştır. Ayrıca, babasının annesi olan büyükannesine de hep o bakmıştır. Derslerinde başarılıdır, ancak kardeşleri ne çalışmakta ne de eğitim görmekte; eşleri ve çocuklarıyla birlikte sosyal yardımlarla yaşamaktadırlar. Bu ailede bağımsızlık ve kendine yetme yerine, bağımlılık temel yaşam temasıdır.

Eğer Aida annesiyle sürekli temas halinde değilse kendini suçlu hisseder; tıpkı annesinin de kızına karşı sürekli yetersiz kaldığını hissetmesi gibi. İkisi de ipleri gevşetip birbirlerine alan açamazlar.

Aida’nın babası, İkinci Dünya Savaşı sırasında saklanmak zorunda kalmış ve küçük yaşta babasını kaybetmiştir. Büyükbabası Auschwitz’de öldürülmüştür, bu da Aida’yı savaş travmasının ikinci kuşak mağduru yapar. Babası, annesi ve büyükannesi tarafından büyütülmüştür. Annesi, hayatta kalmayı başarmış güçlü bir kadındır ve Aida’dan büyük ölçüde destek alırken, onu her zaman daha büyük başarılar elde etmeye zorlamaktadır. Aida, artık çok yaşlı ve oldukça zor bir insan olan büyükannesinden kendisini sorumlu hisseder. Özellikle de kendi ebeveynleri onunla fazla ilgilenmek istemediği ve bakım sorumluluğunu büyük ölçüde Aida’ya bıraktığı için.

Aida’nın babası, kendini işine gömerek aileden güvenli bir mesafe korumaktadır. Annesi ise, mutsuz çocukluğunun izlerini telafi etmek amacıyla, eşine ve çocuklarına aşırı koruyucu bir tutum sergilemektedir. Ancak yalnızca Aida üzerinde bu koruyucu yaklaşımını tam anlamıyla uygulayabilmiştir. Kızının hayatına dair her şeyi bilmek, her işine müdahale etmek ister. Aida ise istemeden de olsa bu tutumu besler. Anne ve kız, sanki erkek partnerleriyle değil, birbirleriyle evliymiş gibi davranmaktadırlar.

Onları birbirine bağlayan simbiyotik illüzyon, Aida’nın bağımsız bir kadın olarak gelişimini engellemekte ve onun sürekli düşünceler içinde boğulmasına, ayrıca yaşadığı baş ağrılarına katkıda bulunmaktadır.

Emma

Başka bir örnek de Emma’dır. Elli yaşlarında, dul, iki çocuk annesi ve şu anda mutlu bir şekilde yeniden evlenmiş bir kadındır. Çocukları büyümüş, son derece konforlu bir yaşam sürmektedir. Ancak yine de hiçbir şekilde iç huzuru bulamadığından şikâyet eder. Sürekli bir şeyler başarmalı, çalışmalı, öğrenmeli, seyahat etmeli, kendini geliştirmelidir. Çocuklarına, üvey çocuklarına ve eşine doğru şekilde davranıp davranmadığını sürekli sorgular. Yorulmuştur ve bu yaşam tarzından kurtulmak istemektedir, ancak bir türlü bundan vazgeçemez.

Emma, üç yaşındayken annesini kaybetmiş ve mesafeli bir baba ile düşmanca bir üvey anne tarafından büyütülmüştür. Her ikisi de son derece katı ve talepkâr Kalvinistlerdi—en azından Emma bunu böyle deneyimlemiştir. On sekiz yaşına geldiğinde ailesinin evinden kaçarcasına ayrılmış, çalışmaya başlamış, evlenmiş ve çocuk sahibi olmuştur. Ancak kısa süre içinde kocasıyla uyumsuz olduklarını hissetmeye başlamıştır. Kendini bir kafese kapatılmış gibi hissetmekte, adeta boğuluyormuş gibi görünmektedir. Gerçek duygularını hiçbir zaman kocasına gösterebilmiş değildir, bu yüzden cinsellik de zamanla sorunlu hale gelmiştir. Kocası, farkında olmadan soğuk ve mesafeli üvey annesinin bir yerine koyulmuş hali olmuştur. Annesiz büyümenin getirdiği derin acının onun yaşamını nasıl şekillendirdiğini hiç fark etmemiştir.

Bir yaz tatilinde, Emma aniden başka bir adama çılgınca âşık olmuştur. Kendi anlatımına göre bu adam hayatının aşkıdır. Tesadüf eseri ya da değil, kocası kısa bir süre sonra ağır bir depresyona girmiş ve intihar etmiştir. Emma, inanılmaz bir suçluluk ve utanç duymuştur ve bu hisleri bugüne kadar içinde taşımaktadır. Çok geçmeden, gizli sevgilisi de hayatını kaybetmiştir. Böylece, hayatındaki en sevdiği insanı ikinci kez kaybetmiştir.

Emma’nın gözünde, ilk eşi üvey annesine benzemektedir, ancak sevgilisiyle olan bağı, bir zamanlar annesiyle yaşamış olması muhtemel olan ilksel duygularının bir temsili gibidir. Şimdiki eşi ise İkinci Dünya Savaşı’ndan sağ kurtulmuş bir adamdır ve sıkça görülen bir mekanizma olan yansıtmalı özdeşim yoluyla, onun kayıpları Emma’nın kendi annesini kaybedişini temsil eder hale gelmiştir. Onunla birlikteyken, kendine bile itiraf edemediği bir gerçeği deneyimlemektedir—annesini her zaman büyük bir özlemle aramıştır. Bu şekilde, kocasıyla özdeşleşerek kendi büyük kaybının üzerinde durmaktan kaçınabilmektedir.

Emma’da beni en çok etkileyen şey, annesinin çok genç yaşta öldüğünü neredeyse hiç vurgulamamış olmasıydı. Bu kayıp, onun geçmişinin o kadar içselleşmiş bir parçasıydı ki, bu konuyla başa çıkamaz hale gelmişti. Ancak terapi sürecinde bu yas sürecini görünür hale getirebildik. Onun huzursuzluğunun temel nedeninin, bu işlenmemiş yas süreci olduğunu düşündüm. Emma, çocukluğunu adeta yabancılar arasında, hiçbir yakınlık hissi olmadan geçirmişti. Buna karşın, benim yanımda olağanüstü bir hızla rahatladı. Birkaç seansın ardından ağlamaya başladı ve bana yaptığı ziyaretlerin onu derinden etkilediğini, ancak bunun nedenini tam olarak anlamadığını söyledi. Aslında, her zaman mesafeli ve rasyonel kalmaya çalışmasına rağmen, büyük bir sevgi yayıyordu.

Terapi sürecinde yasını çalışmaya devam ettikçe ve bu süreci günümüz yaşamıyla ilişkilendirdikçe, Emma duygularını daha iyi tanıyabilir hale geldi ve giderek daha sakinleşti. Artık iç dünyasında olup bitenleri fark etmemek için dış dünyada yoğun bir faaliyet arayışına girme ihtiyacı duymuyordu. Seanslar sırasında bana yönelttiği aktarım aracılığıyla, aslında çok eski bir duyguyu yeniden canlandırdığı hissine kapıldım—bu duygu, çocukken annesine duyduğu duygusal bağdı. Çok erken kopmuş olan bu bağ, yeniden deneyimlenmişti. Böylece simbiyotik arzusu çözülmüş ve Emma terapi sürecinden bir tatmin duygusuyla ayrılabilmişti.

Terapiste Âşık Olmak

Bebeğin ilk ilişkisi annesiyle kurulur. Bu bağ, erkek çocuklar ve kız çocuklar için oldukça farklıdır. Anneler, oğullarıyla olan bağlarını – genellikle fark edilmesi zor, çok ince bir şekilde – daha fazla erotize etme eğilimindedirler. Kız çocuklarında ise bu yönü baskılamaya çalışırlar. Kısmen bunun bir sonucu olarak, kızlar genellikle cinsel anlamda daha çekingen olurlar. Bunun yanı sıra, ilk aşk nesnelerine erkeklerden daha fazla özlem duymaya devam ederler. Kadınlarda karşılanmamış simbiyotik ihtiyaç, acı ve depresyonun kaynağı haline gelebilir; çoğu zaman da onları bir psikoterapiste yönelten asıl sebep budur.

Kendi deneyimlerime göre, kadınlar farkında olmadan terapistlerine, özellikle de kadın terapistlerine, âşık olma eğilimindedirler. İdealize edilen simbiyotik atmosfer – sözsüz bir karşılıklı anlayış, birlikte bir olma duygusu, her koşulda paylaşılan dayanışma ve hayranlık – kadın hastalarla yapılan terapi süreçlerinde erkeklere kıyasla çok daha sık ortaya çıkar. Deneyimlerime göre, erkekler de kadın terapistlerine âşık olabilir ve hatta beceriksizce baştan çıkarma girişimlerinde bulunabilirler, ancak bunu genellikle asıl meseleleri hakkında konuşmamak için yaparlar. Kadınlar ise, çoğu zaman farkında olmadan, terapistlerine – genellikle cinsel bir ton içermeyen – aşk duygularını güçlü bir şekilde ifade ederler. Terapi sürecinde âşık olma biçimleri sanki tamamen farklı ve özel bir şekilde gerçekleşir. Sanki, çocukluklarındaki ilk aşk nesnesini, yani annelerini, yeniden bulmuş gibidirler; ya da hiç sahip olamadıkları, onları yeterince sevmeyen ya da sevgisini göstermeyen anneyi… Hep özlemini duydukları annelerinin yerine koydukları kişiyi bulmuş gibi hissederler. Aktarım ilişkisi içinde, kadınlar genellikle kadın terapistleriyle ilgili bilinçdışı, idealleştirilmiş fanteziler geliştirirler.

Çoğu kadın, annesine duyduğu sevgiyi ancak kısmen bir erkeğe aktarabilir. Sonuçta, babaya duyulan sevgi, annelerine duydukları sevgiye oldukça erken bir aşamada eklenmiştir. Bu aşamalardan geçmiş ve babalarına, daha sonra da eşlerine derin bir bağlılık hissetmiş olan kadınlar bile, gizli ve derinlerde saklı bir şekilde, sevgi dolu bir anneye duydukları özlemi korumaya devam ederler.

Erkekler ise bağımlı olma arzularını bastırmak zorundadırlar ve bu ihtiyacı genellikle daha sonraki yaşamlarında karşılayabilirler. Birçok erkek, sevdiği kadında annesinin bakımını bulabilir ve eşiyle ya da kadın partneriyle kurduğu temas, çoğu zaman annesiyle yaşadığından daha doyurucu olabilir.

Kadınlar ise, başarılı ya da başarısız olsun, bir erkekte tam bir tatmin bulma konusunda daha az yetkin görünmektedirler. İsmini koyamadıkları bir kadın sevgisine duydukları özlemi beslemeye devam ederler ve bu bağı kadın arkadaşlıklarında ararlar.

Mary

Mary’nin öyküsü, anne sevgisine duyulan simbiyotik özlemin aslında derin bir nefreti gizleyebileceğini gösteriyor. İlk çocuğunu doğurduktan sonra yaşadığı depresyon nedeniyle terapiye geldi. Doğumundan hemen önce, hipokondriyak annesi hayatını kaybetmişti; bu durum, Mary için büyük bir öfke ve yas kaynağı olmuştu. Üstelik, çocukluğu ve gençliği boyunca, ağır engelli bir küçük kız kardeşinin olması nedeniyle büyük bir yük altında hissetmişti.

Annesi, gerçek ya da hayali birçok hastalıkla mücadele etmiş, sık sık ya evde ya da hastanede yatağa bağımlı hale gelmişti. Böyle zamanlarda Mary’yi sürekli yanına çağırır, onun hep yanında olmasını, dikkatini tamamen kendisine vermesini isterdi. Mary hiçbir zaman evden fazla uzaklaşamazdı ve herhangi bir şey yapmadan önce annesiyle uzun uzun konuşup onun onayını almak zorundaydı. Babasına hayrandı; sessiz, huzurlu bir adamdı, ancak annesi ve Mary arasındaki aşırı bağımlı ilişkiye hiçbir zaman müdahale etmezdi. Babası arada bir Mary’nin tarafını tuttuğunda bile Mary, annesine karşı suçluluk duyardı.

Doğum sonrası depresyonu, çok daha uzun süredir var olan sorunların bir dışavurumuydu, ancak kendini ancak ilk çocuğunun doğumuyla göstermişti. Mary sık sık ağlıyor ve derin bir mutsuzluk hissediyordu. Kendi gözünde ne yaparsa yapsın hiçbir zaman yeterince iyi değildi. Hep başkalarını memnun etmeye çalışmıştı ve bu eğilim, annelik deneyimiyle daha da kötüleşmişti. İş yerinde de kimseye "hayır" diyemediği için tamamen tükenmiş hissediyordu.

Mary, annesinin tam da ona en çok ihtiyacı olduğu anda onu terk ettiğini hissediyor ve onu sürekli özlüyordu. Ancak terapi sürecinde, annesinin ona hiç destek olamadığını, aksine daha çok ona bağımlı olduğunu fark etmeye başladı. Hatırladığı ve büyük bir özlemle geri dönmesini istediği sıcak simbiyotik ilişki aslında fazlasıyla zorlayıcı bir karşılıklı bağımlılıktı. Annesine karşı içinde bastırılmış büyük bir öfke olduğunu asla fark etmemişti; çünkü bu sinirini her zaman bilinçdışı olarak bastırarak, ikisinin de çok sevdiği ama gerçekte sahte olan yakınlık atmosferini sürdürmeyi tercih etmişti.

Anne-kız arasında pek çok sohbet geçse de Mary zeki bir kadın olmasına rağmen bu konuşmalar yüzeysel ve anlamsızdı. Hiçbir zaman kişisel ya da mahrem konular konuşulmazdı. Mary, annesi hakkında ne düşündüğünü ifade etmenin, hele hele onu eleştirmenin kesinlikle yasak olduğunu hissetmişti. Annesinin yanında sık sık sıkılıyor ve kendini boşlukta hissediyordu. Ailesinin iyi niyetli ancak boğucu varlığıyla sıkışıp kalmış gibi hissediyor, ancak bu his ona suçluluk duygusu olarak geri dönüyordu.

Annesiyle olan gizli ve söze dökülmemiş anlaşma, birbirlerine mümkün olduğunca yardımcı olma zorunluluğu üzerine kuruluydu—bu Mary’nin özgürlüğü pahasına olsa bile. Evde yaşadığı yıllarda, annesi her gece Mary eve gelene kadar uyumazdı. Mary bunu istemese de annesi ne kadar geç olursa olsun beklemeye devam ederdi. Bu durum Mary’de sürekli bir suçluluk duygusu yaratırdı, ancak bu konu asla açıkça konuşulmazdı; havada her zaman ima edilen bir sitem olurdu. Mary, kendini ne kadar kısıtlanmış hissetse de annesiyle her konuda uzlaşmaya çalışırdı. Ondan asla gerçek anlamda ayrışamamış ve her zaman bağımlı, sevecen bir çocuk olarak kalmıştı.

"Onu öldürebilirdim ama yine de onsuz yapamıyorum," diye anlatıyor Mary, ölmüş annesi hakkında. "Hayattayken onu hep uzak tutmaya çalışıyordum, ama aynı zamanda ona hep özlem duyuyordum."

Aynı örüntü şimdi kendi küçük kızıyla tekrarlanıyor. Kızı aşırı talepkâr ve Mary’yi zorlayan bir şekilde davranıyor. Annesinin kendisinde uyandırdığı şeyin aynısını şimdi kendi çocuğunda görmesi onu öfkelendiriyor. Ancak buna rağmen, kızının her isteğini yerine getirmeye çalışıyor. Küçük kızı cadılardan korkuyor—bu, anne ve çocuk arasındaki gizli saldırganlığın bilinçdışında yansıtıldığı bir alan gibi görünüyor.

Mary gibi kadınlar, kendilerini yalnız ve terk edilmiş hissederler; biri sürekli üzerlerinde baskı kurmadığında, sevilmediklerini düşünürler. Onlara göre, bir ilişki parazit niteliğinde değilse, ortada sevgi de yoktur. Aynı şeyleri düşünmek, aynı duyguları hissetmek, benzemek ve aynı şeyleri istemek, simbiyotik illüzyonun aldatıcı dünyasının bir parçasıdır—aldatıcıdır çünkü dikkatlice incelendiğinde, simbiyotik bağ ne kadar güçlüyse, iki kişinin aslında ortak noktaları o kadar azdır.

Bağımlı bir yakınlık, gerçek bir empati ve diğerine yönelik samimi bir ilgi ile aynı şey değildir. Aslında, iki kişinin gerçekten aynı düşüncelere ve duygulara sahip olması nadirdir, ancak simbiyotik illüzyon bunun mümkün olduğunu varsayar.

Mary için, diğer kişinin sürekli onunla aynı frekansta olması gerekmektedir. Yaptığı her şeyde benim onayımı arar. Sürekli olarak benim onayımı kaybetmekten korkar. Kadınlardan, özellikle annesini hatırlatan kadınlardan, kabul görebilmek için küçük ve bağımlı bir çocuk gibi davranması gerektiğini hisseder.

Simbiyozun Daha Yakından İncelenmesi

Simbiyotik illüzyon olarak adlandırdığım şey, aşırı karşılıklı bağımlılığa yol açan psikolojik bir iç içe geçiş halidir. Bu, annenin kızının zihninde ayrılmaz bir parça haline gelmesini ve bunun tersinin de geçerli olmasını ifade eder. "Annem hakkında düşündüğümde, onunla bir olurum." Birlikte bir bütün oldukları illüzyonu her iki tarafça da kendi perspektiflerinden paylaşılır. Ancak bu simbiyotik illüzyon, gelişimin devamını engeller; çünkü bireyleşme, ayrışma ya da en azından belli bir düzeyde özerklik olmadan ilerleme mümkün değildir. Üstelik bu illüzyon yalnızca anne-çocuk ilişkisiyle sınırlı değildir; her yaşta, içsel bir etkileşim senaryosu olarak ortaya çıkabilir.

Uzun bir süre boyunca, simbiyoz çocuk gelişiminin erken döneminde normal bir evre olarak görülmüştür. Ancak gerçekte, simbiyoz kavramı idealizasyona daha çok gönderme yapar, gerçeğe değil. Anne ile küçük çocuk arasındaki "kutsal ikiliğin" romantik bir idil olduğu düşüncesi yanıltıcıdır.

Elbette, anne ve çocuk bir süre boyunca çok yakın bir bağ içindedir ve bu birliktelikte mutluluk veren anlar da yaşanır. Ancak nihayetinde, anne kendi bireyselliğini koruyan bir figürdür ve çocuğa bağımlı değildir; oysa çocuk anneye tamamen bağımlıdır. Sağlıklı bir ilişkide, annenin çocuk dışında bir yaşamı vardır; partneriyle çocuğun dışında kalan bir ilişkisi bulunur ve karşılıklı bağımlılık söz konusu değildir. Ancak sağlıksız bir gelişimde durum farklıdır.

Bazı çocuklar, Emma gibi, anneleri hayatlarından çok erken çıktığı için onunla yakın bir bağ kuramazlar. Diğer bazı anneler ise fiziksel temas ya da şefkate ihtiyaç duymaz ve çocuklarından duygusal olarak uzak dururlar. Bu iki uç nokta da sağlıklı bir gelişim için uygun değildir. Üçüncü sağlıksız seçenek ise tam simbiyozdur. Eğer anne, çocuğuna duygusal olarak yaslanıyorsa, tüm ilgisini çocuğuna yöneltiyor ve hayatındaki tüm tatminini çocuğundan alıyorsa, bu durum çocuğun gelişimini engeller.

Bu nedenle, böylesine bağımlı bir bağa simbiyotik illüzyon adını veriyorum. Bu, bir tür "şeytanla yapılan anlaşma" gibidir; birbirine zincirlenmiş ve birbirine bağımlı hale gelmiş bir ikili, ancak sevgi değil, daha çok suçluluk duygusu tarafından bir arada tutulur. Ve gösterilen sevgi belirtileri asla yeterli ya da tatmin edici değildir. Bu, özellikle anne-kız ilişkilerinde sıkça görülen baskıcı bir etkileşim biçimidir; anne-oğul ilişkilerinde de görülebilir ancak burada sonuçlar daha belirgin ve farklı bir şekilde ortaya çıkar.

Simbiyotik illüzyon, annenin çocuğa ancak onun isteklerine tamamen boyun eğmesi koşuluyla sevgi vermesi durumudur. Annenin ruhsal dengesinin çocuğu tarafından sağlandığı gerçeği ise gizli kalır. Çocuk, yetişkin olduğunda bile, annesi olmadan yaşayamayacağını hissettirmeye devam etmeli, böylece ona vazgeçilmez ve "iyi bir anne" olduğu duygusunu kazandırmalıdır. Bu illüzyon, annenin kırılgan benlik değerini korumaya hizmet eden güçlü bir narsisistik bağdır.

Bir çocuk, annesinin sağlam bir kaya gibi güvenilir olmadığını fark etmeyi sevmez. Çocuklar, annelerinin zayıflıklarına, şüphelerine ve kararsızlıklarına karşı son derece duyarlıdır. Zayıf anneler, yalnızca çaresizlik, hastalık veya kırılganlık yoluyla otoriter olabilirler ve çocuklarına baskı kurabilirler.

Simbiyotik ilişkinin ikili yapısı, üçüncü bir tarafın dışlanmasıyla kendini gösterir ve bu üçüncü tarafa yönlendirilen düşmanlıkla devam eder. Genellikle, bir ebeveynle—çoğunlukla anneyle—aşırı özdeşleşme yaşanırken, diğer ebeveyn dışlanır. Bu simbiyotik ittifak, üçlü aile dinamiğini, yani Ödipal ya da üçgen ilişkilenmeyi engeller.

Bununla birlikte, ayrışmayı ve bireyleşmeyi de zorlaştırır. Çocuk, anneden ayrışmak yerine, onunla bir bütün halinde yaşamaya devam eder; böylece gelişimsel yolculuğu sekteye uğrar ve sağlıklı bir birey olma sürecini tamamlayamaz.

Çocuğun Benlik Algısı ve Simbiyotik İllüzyon

Çocuğun benlik algısı ve özdeğer duygusu, aşırı bağımlılıkla zayıflar ve bu durum bir başarısızlık hissine yol açar. Öte yandan, çocuk bağımsızlığını kazandığında, özellikle de anneden ayrışma sürecinde, bu durum agresif bir eylem gibi algılanabilir. Kadınlar bu konuda daha fazla zorlanırlar. Bir kız çocuğu annesinden ayrıldığında, ona zarar verebileceğinden veya annesinin bunu kaldıramayacak kadar zayıf olabileceğinden korkar. Kendi yoluna gitmesi, anne-kız arasındaki vazgeçilmez simbiyotik ikiliğin dengesini bozar. Pek çok kadın, çatışmalarını mazohistik bir şekilde çözme eğilimindedir; öfkelerini ve saldırganlıklarını dışa vurmak yerine kendilerine yönlendirirler. Öfke ya da isyan, simbiyotik çiftin idealize edilmiş sevgi ilişkisine ait değildir.

Pek çok psikolojik şikâyet, bu tür ilişki modelleriyle bağlantılıdır. Anne ve çocuk birbirine öyle sıkı sıkıya zincirlenmiştir ki, hiçbir üçüncü kişi araya giremez. Birbirlerine sıkıca tutunmaları, birbirlerine saldırmalarını engeller, rekabeti önler—kısacası, bu, saldırganlıktan kaçınmanın bir yoludur ve bebeklik döneminde gelişerek sonraki yaşamı şekillendirebilir. Burada söz konusu olan, gerçek bir anne figüründen çok, çocuğun zihninde içselleştirilmiş bir annedir. Annesi hayatta olmasa bile, hatta uzun zaman önce ölmüş olsa bile, anne zihinde hâlâ varlığını sürdürür; tıpkı Mary’nin durumunda olduğu gibi.

Eğer baba duygusal veya fiziksel olarak yoksa ve anne-kız bağının aşırı yoğunlaşmasını engelleyemiyorsa, ya da anne için baba çocuğun hayatında bir figür olarak anlam taşımıyorsa, eğer anne tüm tatminini çocuğundan alıyorsa, anne-çocuk ikilisi hiçbir zaman bir üçlü dinamiğe dönüşmez. Ödipal evre ya da üçgen ilişki, yani çocuğun dünyada annesiyle yalnız olmadığını fark ettiği dönem ya eksik yaşanır ya da hiç gerçekleşmez.

Aynı ilişki modeli, terapide aktarım ilişkisi içinde de kendini tekrarlar. Terapist ile hasta arasında bir uyum görüntüsü sürdürülür, ancak hiçbir açık saldırganlık sergilenmez. Ancak, bilinçdışı öfke ve korkular, kan ve kaos dolu rüyalara veya ince bir örtüyle gizlenmiş şiddet fantezilerine dönüşebilir.

Başlangıçta simbiyotik illüzyonu en çok erkeklerde görülen sapkınlıklar ve eşcinsellik bağlamında fark ettiğimi düşünsem de bunun yalnızca bu durumlarla sınırlı olmadığını, aksine çok daha yaygın ve temel bir yapı olduğunu gördüm. Bu olgu, psikozlarda açıkça tanınabilir olsa da yalnızca ağır vakalarda değil, nevrozlar ve sınırda kişilik örgütlenmelerinde de belirgin etkilere sahiptir.

Bu illüzyonun temelinde şu düşünce yatar: "Biz yalnızca birbirimizi severiz, dünyadaki diğer hiç kimse önemli değildir." Ancak bu sahte bir uyumdur. İçten içe yapılan anlaşma şu şekildedir: "Seni mükemmel bir anne olarak kabul ettiğim sürece, seni hoşnut etmediğimde bana duyduğun nefreti göstermeyeceksin." Bunun karşılığında, "Eğer sana iyi bir anne olduğun hissini verirsem ve benden beklediğin her şeyi yaparsam, belki bana ihtiyacım olan sevgiyi gösterirsin."

Bağımsızlık, sevgi karşılığında feda edilir; bu da bağımlı bir şefkat ve fiziksel bakım ile ödüllendirilir.

Fransız yazar Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde adlı eserindeki "iyi geceler öpücüğü" sahnesi, bu durumu açıklayan güzel bir örnektir. Anne, oğlunun güçlü ve erkeksi olmasını ister ve bu yüzden ona iyi geceler öpücüğünü vermez. Ancak daha sonra onun isteklerine boyun eğerek bu kararından vazgeçer. Anne ve oğul, babanın dışlandığı bir anlaşma yaparlar. Proust'un diğer romanlarında ve hikâyelerinde de aşırı bağımlılık ve anne ile aşırı özdeşleşmeden bağımsızlığını kurtarmaya çalışan bir gencin öyküsü anlatılır. Annesi, onun dışarı çıkıp arkadaşlarıyla vakit geçirmesini istemez; onun için en iyisinin evde kalıp ders çalışması olduğunu söyler. Dışarı çıkmanın tehlikeli olduğunu ima eder. Böylece çocuk, annesinin öfkesinden korkarak isteklerini bastırır ve gizli ilişkiler yaşar. Ancak bu gizlilik içinde suçluluk duygusunu da taşır.

Proust’un eserlerindeki anlatıcı karakter sıklıkla astım hastasıdır—tıpkı Proust’un kendisi gibi. Hasta ve bağımlı olmak, anneyle yapılan bu anlaşmayı mühürler. Anne sanki şunu söyler: "Bana muhtaç olduğun sürece sana iyi davranırım. Beni terk edersen, senden nefret ederim."

Çocuk, annesinin bu nefretinden korktuğu için, ona boyun eğmeye devam eder. Ancak bu aşırı şefkat ve bağımlılık, aynı zamanda ciddi bir ihmali de içerir; çünkü çocuğun ayrı bir birey olarak varlığı tanınmaz. Onun tek bir kimliği vardır: annesinin uzantısı olmak.

Bu tür bir aşırı ilgi, neredeyse ensest benzeri bir yakınlığa yol açabilir. Anne-çocuk ilişkisi tüm sınırları aşar ve psikolojik bir saldırıya dönüşür—bu saldırı fiziksel bir saldırı kadar ciddi olabilir.

Ernest

Ernest, 40 yaşında, oldukça zeki bir fizikçidir; ancak ciddi sosyal problemlerle mücadele etmektedir. Homoseksüeldir ve yalnız yaşamaktadır. Annesiyle her zaman birbirlerine aşırı derecede bağlı olmuşlardır; ancak aslında aralarında gerçek bir temas yoktur. Birbirlerinin özel düşünce ve duygularına dair pek az şey bilmektedirler. Kişisel hiçbir şey paylaşmazlar. Ancak annesi, her zaman onu memnun etmek için oradadır. Ernest onun idolüdür. Annesi öldüğünde, Ernest yas tutamamıştır. Hatta onu özleyip özlemediğini bile bilememektedir.

Annesi, savaş sırasında kardeşini kaybetmiştir. Bu travmasını hiçbir zaman işlememiştir; ancak kaybın gölgesi, havada asılı kalmıştır. Ernest, bilinçdışı olarak annesinin bu kaybın yerine kendisini koymasını beklediğini hissetmiştir. Onun tesellisi olmak, anlatılamayan üzüntüsünü paylaşmak zorunda olduğunu sezmiştir. Annesi, ona sürekli sözel olmayan mesajlar gönderir ve Ernest de bunları çözümleyerek annesini mutlu etmeye çalışır. Bunun karşılığında, koşulsuz bir sevgi ve onay alır. Ernest, annesi için kocasından bile daha önemlidir.

Ancak, anne ve oğul arasında gerçek bir sıcaklık yoktur. Bastırılmış nefret derinlere gömülmüştür. Terapi sürecinin ilerleyen dönemlerinde Ernest, gerçekten her şeyin mükemmel olup olmadığını sorgulamaya başlar. On yıl önce ölmüş olmasına rağmen annesinin hâlâ hayatta olduğunu hissetmektedir. Simbiyotik bağı asla çözülememiştir. Onunla hâlâ bir bütündür. İçselleştirdiği annesi, omzunda duran bir koruyucu melektir ve Ernest hâlâ onun küçük çocuğudur.

Terapi sürecinde, bu simbiyotik ikilik tamamen terapiste aktarılır. Terapistle hiçbir zaman fikir ayrılığı yaşayamazlar, aralarındaki bağ tartışılmazdır. Ernest, terapistine sürekli hoş görünmek ister ve onun sürekli ilgisini bekler. Ancak terapisti tatile gittiğinde, Ernest'in tüm dünyası sarsılır. Onun yokluğu reddedilir—randevu tarihlerini unutur, beklenmedik tepkiler verir ve tuhaf sanrılar yaşar.

Ernest’in savunma mekanizması, ayrılık ve terk edilme korkusuna karşı bilinçdışı bir kopuş yaratmaktır. Kimseyi özlemez—çünkü o duyguyu hiç hissetmemektedir.

Peter

Peter, başkalarını yalnızca kendi özdeğerine yönelik bir tehdit olarak algılar ve onları kendi içine çekebilmek için sürekli konuşur, ancak çok az dinler. Bu, annesinin onunla kurduğu ilişkinin bir yansımasıdır. Hiçbir zaman korku hissetmediğini söyler, ancak dışarıdan bakan biri için bu korku oldukça belirgindir. Yalnızca kadın kıyafetleri giydiği zamanlarda kendini savunmasız hissettiğini kabul eder. Aynı zamanda, sokakta yüksek topuklularıyla yürürken kendini güçlü ve cesur hisseder.

Annesini hayal kırıklığına uğratamadığı gibi, terapötik ilişkide de olumsuz duygularını ifade edemez. Yarattığı simbiyotik atmosferin bir illüzyon olmadığını sürekli olarak vurgulamak zorundadır. Ancak bununla birlikte, karşılıklı ve örtük bir manipülasyona dayalı bir başlangıç noktası belirler; sanki bu, kendiliğinden anlaşılır bir durumdur.

Anneler ve Bebekler

Genç çocukları olan annelerle çalışan herkes, simbiyotik illüzyonun nasıl geliştiğini doğrudan gözlemleyebilir. Bu durum, özellikle kendi çocuklarına yönelik saldırgan duygularını tolere edemeyen güvensiz anneleri ilgilendirir. Böyle anneler, bebekleriyle ve küçük çocuklarıyla her anın idealize edilmiş bir mutluluk içerdiğini hayal etmek zorundadırlar—ki bu, çoğu zaman gerçekle pek az örtüşür. Bebeğin ağlaması ya da huzursuz olması, bu hassas anne için korku ve rahatsızlık anlamına gelir. Ancak öfke ya da tahriş hissetmesine izin veremez, çünkü bu, onun kötü bir anne olduğu hissini uyandırır. Çocuk için değil de kendisi için yapılan herhangi bir eylem suçluluk duygusuna neden olur.

Bu anne, çocuğunu bir an bile yalnız bırakmaya tahammül edemez. Onunla tamamen bütünleşmek ister ve bu da bebeğin uyku problemleri geliştirmesine neden olabilir. Eğer bebek uyumazsa, genellikle annesinden ayrılmaya dayanamadığı anlamına gelir. Anne, bebeğine bilinçdışı olarak onun varlığı olmadan bir dakika bile yapamayacağını hissettirdiğinde, çocuk da bu sinyali alır. Bebeğin uyumaması, annesi için bir kanıt haline gelir: "Bana ihtiyacı var, onunla tüm gece birlikte olmalıyım, kocamı ihmal etmeliyim, onu bizim yatağımıza almalıyım."

Kötü bir anne olma hissi genellikle en az bir kuşak geriye gider. Bu nedenle, önceki nesildeki anne-kız ilişkisini hesaba katmak önemlidir. Muhtemelen, annenin kendi annesine yönelik bir düşmanlığı vardır, ancak bu düşmanlık sevgi ifadeleriyle örtbas edilmiştir. Simbiyotik bağ çoktan oluşmuş ve devam etmekte olduğu için, bu yapışkan etkileşim bir sonraki nesle aktarılır.

Wendy

Bebeğin gelişiminde simbiyotik evre kavramı, Amerikalı psikanalist ve çocuk araştırmacısı Margaret Mahler tarafından ortaya atılmıştır. Mahler, anneler ve küçük çocukları üzerine çalışmalar yapmış ancak babalara çok az yer vermiştir. Daha sonra, anne-kız ilişkisini mercek altına almıştır. Mahler, sözde "sorunsuz" bir simbiyotik gelişimin ideal bir durum olmadığını, aksine sağlıksız ve patolojik bir büyümeye yol açtığını keşfetmiştir.

Başlangıçta, simbiyotik bağ ve simbiyotik evre kavramları, psikotik çocuklarla yapılan araştırmalardan türetilmiştir ve bu temelden "normal" çocuk gelişimi tanımlanmıştır. Ancak, Mahler'in yaşamının ilerleyen dönemlerinde bu varsayımın hatalı olduğunu fark ettiği söylenebilir. İlk başta var olduğunu düşündüğü "mutluluk" yerine, anne ve çocuk arasındaki ilişkide büyük bir düşmanlık olabileceğini gözlemlemiştir. Bu özellikle, anne çocuğunu kendini daha iyi hissetmek için kullandığında ortaya çıkar. Ancak, simbiyotik evre o kadar popüler hale gelmiştir ki, her türlü psikolojik bozukluğun nedeni olarak görülmeye başlanmıştır.

Bununla birlikte, Mahler 1975 yılında Wendy adlı bir bebeğin annesiyle olan ilişkisinde, anne-çocuk arasındaki parazitik bir bağı anlatan dikkat çekici bir örnek sunmuştur. Bu anne, bebeğine tutkuyla bağlıdır ve onunla tamamen bütünleşmiştir. Son derece kırılgandır ve araştırmacılara mükemmel bir anne olduğunu kanıtlamak için sürekli çaba harcar. Bebek, annesi dışında biriyle temas kurmaya çalıştığında, anne hemen harekete geçer ve Wendy'yi sahiplenici bir şekilde ele geçirir. Çocuk, annesine ihtiyacı olduğunu sürekli olarak göstermeli ve onu doğrulamalıdır.

Mahler, bu çocuğun doğuştan gelen bir duyarlılığa sahip olduğunu varsaymıştır. Wendy yalnızca 4 aylıkken bile annesinin bilinçdışı isteklerine uyum sağlıyordu. Ancak, benim görüşüme göre, bebek bu uyumu çok erken öğrenmiştir. Anneden gelen reddi hissedebilir, tıpkı diğer bebeklerin ebeveynlerinin ruh hallerine karşı duyarlı olmaları gibi.

Daha sonraki araştırmalar, bebeklerin "uyum sağlama" (attunement) becerisini doğumdan itibaren geliştirdiğini göstermiştir. Bu yalnızca doğuştan gelen bir yetenek meselesi değildir; anne-çocuk arasındaki etkileşim de nihai sonucu belirleyen kritik bir unsurdur. Özellikle de duygusal açıdan çarpıtılmış bir etkileşim söz konusu olduğunda, sonuçlar daha belirgin hale gelir.

Wendy kendi başına oyun oynayamaz. Sürekli ve umutsuzca dikkat odağı olmaya çalışır, ancak hiçbir zaman tam anlamıyla mutlu olmaz. Burada, kırılgan bir narsisistik kişiliğin başlangıcını görüyoruz.

Bu durum, Aida’nın hikâyesini hatırlatmaktadır. Aida’nın annesiyle karşılıklı bağımlılık içeren bir oyun sürdürmesi gibi, Wendy ve annesi de benzer bir dinamik içindedir. Çocuk, annesinin bozuk davranışlarını devam ettirmesi için onu teşvik eder. Anne ise, kendi beklentilerine uymayan her davranışı bir reddedilme olarak yorumlar ve böylece çocuğun suçluluk duygularını körükler.

Bu tür bir anne-çocuk ilişkisi, çocuk için psikolojik olarak büyük bir yük haline gelir. Kendi kimliğini oluşturamaz ve annesinin ihtiyaçlarına göre şekillenmiş bir benlik algısı geliştirmek zorunda kalır. Uzun vadede, bu tür ilişkiler bağımsızlığı engeller ve bireyin tüm yetişkinlik sürecini etkileyebilir.

Wendy, çevresini keşfetme arzusunu büyük ölçüde bastırmıştı çünkü annesi, bu tür girişimlerine karşı sözel olmayan onaylamama sinyalleri gönderiyordu. Böylece, erken dönemde yoğun bir ayrılık kaygısı geliştirdi. Wendy’nin güçlü bir yakınlık ihtiyacı, diğer tüm gereksinimlerinin önüne geçti; dünyaya ilgi duyma yetisi bile bu ihtiyacın gölgesinde kaldı. Çocukların tamamen bağımlı olduğu bu dönemde, Wendy yalnızca annesinin onayladığı insanlara ilgi göstermeyi öğrendi.

Sürekli annesini memnun etmeye çalışan Wendy, bebeklik ve okul öncesi dönemlerinde bunu, sözel olmayan anne-bebek yakınlığını yeniden kurarak gerçekleştirdi. Annesi yanında olmadığında, somurtur ve öfkeyle dudaklarını büzüştürürdü—bu, anne-kız ilişkisini felç eden derin bir ikircikliliğin işaretiydi. Ancak, annenin varlığında Wendy, hoşnutsuzluk veya öfkesini açıkça ifade edemezdi. Dengesiz annesinin onayını kaybetmekten korktuğu için, ona hoş görünmeye çalışırdı.

Bir çocuk, annesinin sevgisine muhtaç olduğu için, annenin istediğini yapmamak gibi bir lüksü yoktur. Bu yüzden Wendy’nin öfkesi, yalnızca annesi dışındaki insanlarla birlikteyken ortaya çıkardı. Bu mekanizmaya "bölme" (splitting) denir. Aynı mekanizma, çocukların masallardaki kötü üvey annelerden keyif alırken, öz annelerini idealize etmelerinde de görülür. İyi ve kötü anne figürleri—aslında başlangıçta tek bir kişi olan anne—iki ya da daha fazla kişiye bölünerek ayrıştırılır, böylece anneyle olan olumlu bağ tehdit altında kalmaz.

Annesi yanındayken Wendy pasif ve bebeksi bir tavır takınıyordu. Sanki annesiyle tek bir bütün olduğu illüzyonuna tutunuyordu—bu, yaşamın yalnızca en erken dönemlerinde normal sayılabilecek bir durumdur, o da yalnızca geçici olarak. Aynı zamanda, annesi onu reddedebilir korkusuyla daima tetikteydi. Hem anne hem de çocuk, karşılıklı olarak birbirlerini onaylamaya ve güvence altına almaya ihtiyaç duyuyordu.

Wendy, düşük özsaygısı olan ve kendini konumlandırmada zorluk çeken kırılgan bir çocuktu. Annesinin olası reddini hissediyor ve buna uyum sağlayarak tepki veriyordu. Anne ve çocuk arasındaki gerilim somut olarak hissediliyordu. Wendy’nin annesinin korku dolu ve gergin hali, çocuğun da aynı şekilde hissetmesine neden oldu. Wendy, annesiyle çatışmamak için kendi bağımsızlık arzusundan vazgeçerek ona boyun eğdi.

Bu noktada anne-kız ilişkisi bir ayna ilişkisine dönüştü: her biri, diğerine kendi benlik değerini onaylatmak için bağımlı hale geldi.

Bu tür bir bağımlılık geliştiren çocuklar, "mış gibi" kişiliği geliştirirler—tıpkı Peter gibi. Kendi yollarını çizmek yerine, başkalarının beklentilerini karşılamak için yaşarlar. Yetişkin olduklarında, kim olduklarına veya gerçekte ne istediklerine dair hiçbir fikirleri yoktur. Onların uyumu, Woody Allen’ın Zelig filmindeki baş karaktere benzer: Kızılderililerle birlikteyken Kızılderili, Çinlilerle birlikteyken Çinli olur. Renk ve tavırlarını değiştirme yetisine sahiptir.

Bu tür insanlar, başkalarına bireyler olarak değil, yalnızca kendi onaylanma ihtiyaçlarını karşılayan "otomatik makineler" gibi bakarlar. Dışarıdan aldıkları tepkiye bağlı olarak kimliklerini şekillendirirler. Narsisistik bir kaleye hapsolmuş gibi yaşarlar; ilgi ve onaylanma ihtiyaçları davranışlarını belirler.

Ayrıca, çocukların iç dünyasında yalnızca anne-babanın bilinçdışı duyguları değil, onların birbiriyle olan ilişkileri de yansıtılır. Eğer bir anne, terk edildiği için erkeklerden nefret ediyorsa, bu bakış açısını çocuğuna aşılayabilir ya da ona yansıtabilir. Depresif anneler, bebeklerinin ruh halini derinden etkiler; bebek de ya depresif olur ya da annesini hüzünlü ruh halinden çıkarmak için hiperaktif bir şekilde çaba sarf eder.

Wendy’nin durumu, simbiyotik bir ilişkinin, gerçek bir karşılıklı bağımlılığa dönüştüğünde neler olabileceğini gösteriyor. Bu tür bir etkileşim yalnızca bir illüzyon değil, bazen bir sanrı (delüzyon) bile yaratabilir—"biz biriz" hissini oluşturan, üçüncü bir kişiye asla yer vermeyen sahte bir uyum.

Bu dinamik içinde açık bir direnç ya da öfkeye yer yoktur. Ancak bu bastırılmış öfke ve isyan, anne-çocuk ikilisinin dışında başka bir yerde ortaya çıkar ve bilinçdışında kalır.

İkizler

İkizlerin psikolojisi tamamen kendine özgüdür ve yeterince incelenmemiştir. İkiz olmak, kendiliğinden gelişen doğal bir simbiyozdur. Bazen ikiz kardeş, eksik olan anne bağına telafi edici bir rol üstlenir. Bazen de ikizler, anneleri de dahil olmak üzere, başkalarıyla kurduklarından daha güçlü bir bağ kurarlar.

Ancak, ikizler arasındaki nefret de oldukça belirgindir. Bazen birbirlerine tahammül edemezler ne birlikte olabilirler ne de birbirlerinden uzak kalabilirler. Ayrılmaları genellikle dramatiktir. Yetişkinlikte kendi hayatlarını kurmaya çalıştıklarında, çoğu zaman depresyon ortaya çıkar. Öte yandan, bazen birbirlerini öldürmeyi bile isteyebilirler.

Genellikle ikizlerden biri, dış dünyaya karşı ikisini birden temsil eden kişi olur; daha sosyal gelişir ve kendini daha iyi ifade eder. Ancak, bu denge zamanla değişebilir—örneğin, evden ayrıldıklarında ve kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kaldıklarında roller tersine dönebilir. İkizler, kendi kimliklerini oluşturmakta büyük zorluklar yaşayabilirler. Daha içe dönük olan kardeş, psikoterapiye başvurma olasılığı daha yüksek olandır.

Örneğin, bir ikiz kardeş, kendini küçümser ve diğerini idealize edebilir. Dış dünyaya daha başarılı görünen kardeş, aslında bazen derin bir mutsuzluk içinde olabilir.

Frances

Frances, başarılı ancak kısır olan ikiz kardeşine karşı derin bir kıskançlık hissediyordu. Bunun üzerine, kardeşi için taşıyıcı anne olmaya karar verdi. Ancak, çocuğun doğumuyla birlikte, asıl gerçeğin ne olduğunu fark etti: Bebek, aslında onun ve kendi kocasının çocuğuydu. Çünkü suni döllenmenin yapıldığı dönemde, Frances kocasıyla da cinsel ilişkiye girmişti.

Bu durum kesinlikle gizli tutulmalıydı—özellikle de bebeği teslim ettiği ikiz kardeşinden. Ancak, Frances yalnızca büyük bir suçluluk duymakla kalmıyor, aynı zamanda içten içe büyük bir zafer hissediyordu. Hayatında ilk kez ikiz kardeşini gerçekten kandırmıştı ve bundan gizli bir tatmin duyuyordu.

Frances, ofisime yalnızca ikiz kardeşine karşı hissettiği değersizlik duygularını değil, aynı zamanda ona duyduğu öfkeyi de boşaltmak için geliyordu. Aşırı derecede mazohistik ve kendini küçümseyen bir tutum sergiliyordu; bu, duruşundan bile belliydi. Cezalandırılmayı hak eden biri gibi büzüşerek otururdu. Aynı zamanda, evli bir adamla kendisini küçük düşüren bir sadomazohistik ilişki içindeydi. Onun için bu tür sapkın cinsellik, içsel gerilimini azaltma ve bilinçdışı çatışmalarını dışa vurma aracıydı—bu çatışmaların cinsellikle doğrudan bir ilgisi yoktu.

Frances, kendini bir birey olarak değil, üzerinde her şeyin yapılabileceği bir nesne olarak sunuyordu. Bu şekilde hayatı boyunca taşıdığı suçluluk duygularını silmeyi başarıyor ve hatta bundan keyif alıyordu. Onun hikâyesinde annesi neredeyse hiç yer almıyordu. İkizler, genellikle birbirlerine öylesine yoğun bir şekilde odaklanırlar ki, anneleri ikinci planda kalır.

Alicia

Sınırda (borderline) kişilik bozukluğu olan Alicia da ikiz kardeşiyle olan bağını koparmakta tamamen başarısızdı. Daha başarılı olan kız kardeşini kıskanıyor ve aynı zamanda ona karşı büyük bir suçluluk hissediyordu. Bunun nedeni, çocukluk döneminde yaşadığı ve onun üzerinde derin izler bırakan bir olaydı:

Bir gün kibritle oynarken yanlışlıkla kız kardeşinin naylon elbisesini tutuşturmuştu. Kardeşi, hala yanık izlerini taşıyor ve fiziksel olarak yaralıydı. Ancak, Alicia duygusal olarak yaralanmıştı—tamamen felç olmuş gibi hissediyor ve hayatını anlamlı bir hale getiremiyordu. Sürekli ve takıntılı bir şekilde kendini aşağılıyordu.

Bu hüzünlü kadın, bilinçdışı olarak kardeşini öldürmeye teşebbüs ettiğine inanıyor ve bunun cezasını hayatı boyunca çekmesi gerektiğini düşünüyordu.

İkizlerden biri anne karnında ya da doğumdan kısa bir süre sonra ölürse, hayatta kalan ikiz çoğu zaman hayat boyu süren bir suçluluk duygusuna kapılır. Dahası, ebeveynler, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, yanlış çocuğun hayatta kaldığını düşündürebilirler. Ölümden sonra yalnızca iyi şeylerin söylenmesi gerektiğine dair yaygın inanış, ölen çocuğun idealize edilmesine yol açar ve hayatta kalan çocuk bundan olumsuz etkilenir.

İkizler Arasındaki Simbiyotik İllüzyon

Simbiyotik illüzyon, ikizler arasında da anneler ve kızları arasındaki kadar kısıtlayıcı olabilir. Kıskançlık, nefret ve öfke ya inkâr edilir ya da mazoşizme dönüştürülerek yaşanır. Eğer bir bireyin kendini ayrı bir kimlik olarak geliştirme şansı olmazsa, özdeğer duygusu da gelişemez. Siyam ikizleri fiziksel olarak birbirine bağlıdır, ancak normal ikizler de ruhsal olarak iç içe geçmiş olabilirler. Bazen bu bağ ciddi psikolojik sorunlara yol açsa da, çoğu zaman ikizler kendiliğinden ayrışarak bireyselleşirler. Ancak, Pia'nın durumu alışılmadık bir örnekti. Pia, ikiz kardeşiyle hiçbir simbiyotik bağ geliştirmemişti. Aksine, ona karşı aşırı derecede mesafeliydi—bu oldukça nadir görülen bir durumdur. Pia’nın annesi paranoyak bir kadındı. Ona karşı sevgi ifadelerini sürekli reddediyor, onu kendinden uzaklaştırıyordu. Pia, annesinden alamadığı sevgiyi kadınlarla gidermeye çalışıyor olabilir. Bir kadın terapiste delicesine aşık oldu ve hayatla ilgili derin bir hayal kırıklığı duygusuna saplandı. Muhtemelen, Pia’nın hayatında gerçekten onu dinleyen ilk kişi bendim. Bu durum, annesinden duygusal olarak yoksun kalmış olan bu kadın için bilinçdışı annelik özlemini harekete geçirdi. Ancak Pia, beni neredeyse sanrısal bir şekilde depresif ve muhtaç biri olarak görmeye başladı. Benim ona ihtiyacım olduğunu düşündü, ancak bunu kabul etmek istemediğimi varsayıyordu. Onun bakış açısına göre bana bakması gerekiyordu. Bu düşüncesinden vazgeçmesi mümkün değildi—çünkü sanrısal inançlar, rasyonel tartışmalarla değiştirilemez. Pia, sık sık tarafımdan reddedildiğini hissetti. Bu, annesi tarafından reddedilme deneyiminin terapötik ilişkide tekrar yaşanmasıydı. Ne yazık ki, bu durumu değiştirmek mümkün olmadı. Pia’nın iç dünyasında şiddetli bir idealizasyon ile gizli bir öfke arasında gidip gelen bir döngü hakimdi.

Simbiyotik İllüzyonun Nesiller Boyunca Aktarılması

19.cu yüzyıl Hollandalı yazarı Louis Couperus, Van oude mensen, de dingen die voorbijgaan (Eski İnsanlar, Geçip Giden Şeyler) adlı eserinde, travmatik olayların nesilden nesile aktarılmasını çok iyi yansıtır. Romanda, büyükannenin sevgilisi, kocasını öldürmüş ve bu olay ailenin kaderini mühürlemiştir. Bu cinayet asla konuşulmamış, ancak sonraki kuşaklara aktarılan bir lanet gibi varlığını sürdürmüştür. Çocukları ve torunları, bastırılmış suçluluk duygularına bağlı olarak çeşitli psikolojik belirtiler göstermektedir. Anne-kız ilişkilerinde duygusal aktarımlar nesiller boyunca kendini gösterir. Anneler, nesiller arasındaki en temel bağları kurarlar. Annelik, en az üç kuşak boyunca etkisini sürdüren bir deneyimdir ve kadim korkuları ve çatışmaları uyandırır. Kadın soy hattı, güçlü karşılıklı bağlılık nedeniyle, duygusal eğilimleri en kuvvetli şekilde aktaran yapıdır. Çünkü anneler ve kızları, aynı cinsiyete sahip oldukları için daha güçlü bir özdeşleşme içindedirler. Bu durum, bir yandan gelişimin temelini oluştururken, diğer yandan ayrışma sürecini zorlaştırır. Kadınlar, kimlik gelişimlerinde anneleriyle özdeşleşmek zorundadırlar, ancak aynı zamanda bireyselleşmeleri de gerekir. Bu gerilim, anneler ve kızlar arasındaki ilişkiyi karmaşık hale getirir. Charlotte Gray’in şu sözleri bu bağı özetler:
"Anneler ve kızlar asla tamamen ayrılmazlar; Birbirlerinin kalplerinin ritminde birleşirler."

Kadın psikolojisini yalnızca bireysel değil, kuşaklar arası bağlamda değerlendirmek gereklidir. Özellikle de doğum sonrası depresyon gibi sorunlarla karşılaşıldığında, bu nesiller arası aktarım daha net ortaya çıkar.

Bebek bekleyen bir anne bazen tüm özlemlerinin, hayallerinin ve gerçekleşmemiş ideallerinin kızı tarafından karşılanacağına dair bir fantezi kurar. Eğer bu fantezi ile gerçek bebek arasındaki mesafe çok büyük değilse, fantezi bebeği, annenin gerçek bebeğe verdiği tepkiyi etkilemez. Ancak, anne çok güvensiz ve narsisistik olarak kırılgansa, kendine değer verme duygusu tehdit altındaysa ya da depresyondaysa, fantezi bebeği ile gerçek bebeği ayırt etmesi zorlaşır. Böylece, beşikte yatan çocuğu kendi bireyselliğiyle ve kendi varoluşuyla değil, görmek istediği şekilde ya da görmekten kaçındığı kişi olarak algılar.

Bebeğinde, geçmişindeki nefret ettiği annesini görür ve kendi geçmişini ona yansıtarak tepki verir: "Doğduğu andan itibaren benimle hiçbir ilgisi olmadı", "Dokunulmak istemedi", "Hep mesafeliydi" gibi ifadeler kullanabilir. Eğer çocuğun ihtiyaçları annenin ön kabulleri ve korkularıyla örtüşmüyorsa, bunları görmezden gelir. Bebeğini bir düşman ya da tam tersi, kendi bedeninin ve zihninin bir uzantısı olarak görür. İkinci durumda, bebek onun vazgeçilmez bir parçası haline gelir. Çocuk, anne aç olduğunda beslenir ya da anne kendini doğrulama ihtiyacı duyduğunda ilgi görür.

Bu durum daha çok, annenin kendi annesinden yeterince ayrışmadığı durumlarda ortaya çıkar. Bir kadının zihninde taşıdığı figür, bugünkü gerçek annesinden çok, çocukluk döneminde onun etrafında oluşturduğu içsel anne imgesidir. Bu imge, çocuğun hayal dünyası tarafından renklendirilmiş olup gerçeğin sadece küçük bir kısmını yansıtır. Bu nedenle, aynı ailede büyüyen her çocuk, ebeveynlerini kendine özgü bir şekilde deneyimlediği için, aslında farklı ebeveyn figürlerine sahiptir.

Narsisistik olarak güvensiz bir anne, çocuğunu ancak kendi ihtiyaçlarını karşıladığı sürece bir dost olarak görebilir. Bu yüzden, ayrışma veya bireyleşmeye izin veremez. Kendi annesiyle olan bağı hiçbir zaman yeterince gevşememiştir ki yeni bir ilişki kurabilsin. Evli olabilir, bir partneri veya özel bir kadın arkadaşı olabilir, ancak görünmez bir göbek bağı hala annesiyle onu birbirine bağlamaktadır. İlişkisel olarak ikili (dyadik) düzeyde kalmış, üçlü (triadik) bir yapıya geçememiştir—yani üçüncü kişi olarak babanın varlığı, onun deneyiminde ya çok azdır ya da tamamen eksiktir.

Babasının hayatında küçük bir rol oynaması gibi, partnerinin yeri de onun için belirsizdir. Partneri, ikincil bir rol oynar. Cinselliğe yönelik tutumu özellikle heteroseksüel değildir. Çocuğunu doğurduktan sonra, böyle bir kadın genellikle cinsel ilişkiden tamamen uzaklaşır ve tamamen bebeğine odaklanır. Dış dünyaya olan ilgisini kaybeder. Hatta partnerini, anne-bebek bağını ya da bir kadın arkadaşlık ilişkisini bozduğu için suçlayabilir. Daha önce de gördüğümüz gibi, anne ile kızın birbirine zincirlenmiş olması, kızın kendisi anne olduğunda bile kaybolmayan bir hayal kırıklığı ve saldırganlık kaynağıdır.

Böyle bir durumda biri zarar görür: Eğer anneden ayrılırsam, işler benim için kötüye gidecek ya da annem çökecek. "Ya annem ya ben, birimiz öleceğiz" düşüncesi sıkça ifade edilen bir fantezidir. Birinin bağımsızlığı, diğerinin varlığını tehdit eder. Bazen baba, aralarındaki barışı koruyabilmek için, anne ve kızın hakkında dedikodu yaptığı kötü adam haline gelir.

Anne ve kız arasında bir tür "karşılıklı iyilik anlaşması" bulunur. Bu, açıkça bir tür takas ilişkisidir. "Sana ihtiyacım var" işaretleri yeterince alınmadığında, simbiyotik aşk kör bir nefrete dönüşebilir. Anne, kızıyla bağını koparır. Bazen de kız, annesinden uzaklaşan taraf olur. Annesi tarafından yutulma korkusu, onun "simbiyotik fobi" geliştirmesine neden olabilir: Annesine mümkün olduğunca uzak durmaya çalışır, özellikle de yeni doğum yapmışsa. Kendi çocuğunu kıskanıp ona zarar verebileceğini düşünebilir—tıpkı bazı masallarda kötü perinin yaptığı gibi. Annesi yanına geldiğinde, kimliğini kaybedeceğini hissetmesi, bu kadınlarda panik yaratır.

Erkeklerde ise anneyle olan simbiyotik bağ, onların cinsel kimliklerini tehdit edebilir. Erkek çocuğun, annesine benzemesi, onun gibi hissetmesi ve düşünmesi beklenir. Bu durumda, kadınlarla birlikte olabilir ancak onları cinsel partner olarak görmeyebilir. Ya da bir kadın partneri olup, cinsel yaşamını alışılmadık fantezi senaryolarında gerçekleştirebilir. Böylece, annesi tarafından yutulma ya da bir kadına dönüşme korkusunu cinsel oyunlar yoluyla dışavurur. Sadomazohistik cinsel senaryolar, temelde hadım edilme korkusunun bilinçdışı şekilde sahneye konmuş halidir. Bu oyunlarda korku ve heyecan birleşerek, "zaferin" orgazm olarak deneyimlenmesine yol açar.

Bu tür cinsel senaryolar, gerçekliğin tersine çevrildiği birer rüya gibidir. Bunların anlamı, bir rüya metni gibi çözümlenmelidir. Görünen içeriğin arkasında, gizli anlam yatar. Bu tür senaryolar kadınlarda da bilinmez değildir, ancak erkeklerde olduğu kadar sık görülmez. Kadınlar da erkekler gibi hadım edilme korkusu yaşamazlar ama bedenlerinin içinin zarar göreceği ya da tamamen yok olacağına dair kaygılar geliştirebilirler. Bu durumda, anneleri masallardaki kötü cadıya dönüşebilir.

Bir kadın hamile kaldığında, bazen iki rekabet eden ilişki ağı hissetmeye başlar. Hem annesine sadık kalmak zorundadır hem de çocuğuna bakmalıdır. İki taraftan da talepler gelir. Büyükanne ile bebek, genç annenin ilgisi için rekabet eder. Anne, annesinin çocuğunu kıskanacağını hisseder ve bu büyük bir gerilim yaratır. Sonunda depresyona girer ve öfkesi genellikle eşine yönelir. Eşi ne kadar çabalarsa çabalasın, artık hiçbir şeyi doğru yapamaz.

Doğum sonrası depresyon yaşayan bir kadın, bu acı verici açmazı, annesine, çocuğuna veya kendisine gerçekten nefret duyarak çözebilir. Eğer bebeğini sevmesi gerektiğini hissediyor ancak aslında nefret ediyorsa, bu nefret suçluluk duygusuyla tolere edilemez hale gelir. Böylece, çocuğa aşırı bakım göstermek ve mükemmel bir anne olmaya çalışmak onun için bir savunma haline gelir. Bu kadın aşırı koruyucu olur, kendine hiç vakit ayıramaz, bebeğini asla yalnız bırakmaz. Bebeğin ağlaması, onun kötü bir anne olduğunun bir kanıtıdır. Bunun yanı sıra, kendisi de bebek olmayı ve sevgi dolu bir anne tarafından bakılmayı arzular.

Lea, doğum sonrası ağır depresyon geçirmektedir. Annesinin baskıcı, müdahaleci ve fazla karışan biri olduğunu düşünmektedir. Ancak aynı zamanda, aralarında çok özel bir bağ olduğuna inanır. Bu açıkça bir ikirciklilik (ambivalenz) durumudur. Lea, annesiyle aşırı yakın bir ilişkiye sahip olduğunu düşünse de aslında destekleyici bir anne figürü eksikliği yaşar. Annesiyle olan "iyi ilişkisinin" ne olduğunu sorduğumda, üzüntüyle cevap veremez. Bu yanılsama, terapide yüzleşildiğinde acı verici bir şekilde dağılır.

Annenin geçmişi bazı şeyleri açıklar. Kendisi istenmeyen bir çocuktu ve annesiyle arasındaki sevgisiz ilişki, şimdi onunla kızı arasındaki dile getirilmeyen nefrete yol açmıştır. Anne, nefretini tatlı sözlerle örtbas etmeye çalışırken, kızı bunu ancak zor bela başarabilmektedir. Sandra’nın takıntılı asbest hikayesi, "ash-best" (külliyen iyi) olarak yorumlanabilir. Fosil koleksiyonunda bir asbest parçası bulunduran anne, nihayetinde yalnızca küle dönüşebilirdi. Sandra böyle bir dileğini asla itiraf edemez, ancak annesini sevmediğini ve hatta ondan nefret ettiğini kabul eder. Küçük, önemsiz şeyler için büyük suçluluk duymaktadır, ancak muhtemelen bilinçdışına itilen öldürücü fantezilerinin yükü altında ezilmektedir.

Müzik, insanın kendini kaybedebileceği uygun bir ortamdır. Besteci Robert Schumann’ın eşi Clara Schumann, 19. yüzyılın ünlü bir piyanistiydi. Anne ve babasının boşanması nedeniyle annesini çok küçük yaşta kaybetmişti. Katı bir babayla yaşamaya devam etti ve onun sevgisini ancak babasının isteklerini yerine getirdiği sürece kazanabiliyordu. Yine de zaman zaman mutluluk anları yaşayabiliyordu. Muhtemelen, annesiyle geçirdiği zamandan iyi bir duygu taşıyabilmeyi başarmıştı. Annesi, yetenekli bir piyanist ve şarkıcıydı ve piyanoyla kendine eşlik ederken, küçük Clara onun piyanosunun altında oturur ve dinlerdi.

Sonuç olarak, simbiyoz kelimesi kelime anlamıyla iki organizmanın karşılıklı bağımlılığını ifade eder. Bu biyolojik kavram, burada psikolojik anlamda kullanılarak, iki birey arasındaki kısıtlayıcı bağımlılığı, özellikle de ebeveyn (çoğunlukla anne) ile çocuk arasındaki parazitik ilişkiyi tanımlamak için kullanılmıştır. Bu ilişkide anne ve çocuk arasındaki düşmanlık bastırılırken, tüm öfke ve saldırganlık, genellikle baba olmak üzere, dışarıdaki üçüncü bir kişiye yansıtılır.

Simbiyoz, anlık olarak ortaya çıkan ve bir tür mutluluk hissi veren duygusal bir durumdur. Bebeklik döneminde deneyimlenen bu anlık mutluluk hissi, sanat eserlerine bakarken, güzel bir manzara karşısında ya da aşık olduğumuzda yeniden canlanabilir.

Tamamen duygusal yakınlıktan yoksun olmak, bunun tam tersi kadar travmatik olabilir: sınırların olmadığı, herhangi bir ayrılığın reddedildiği sahte bir yakınlık. Hayalsiz yaşamak, hayaller içinde boğulmak kadar bunaltıcıdır.

Sevme yetisi—mutluluk veren bir duygu—ilk olarak annemizle yaşadığımız deneyimlere dayanır. Bir kızın bağımsız olabilmesi için annesinden tamamen vazgeçmesi gerekmez. Aksine, uç noktalardan herhangi biri sorun yaratacaktır: Ya bağımsızlık kazanmak için annesinden kaçıp onu reddedecek ya da ona sıkı sıkıya tutunarak onun bakımını üstlenmek ve onu korumak zorunda olduğunu düşünecektir.

Bazı kadınlar annesiz büyür ve bu kaybı ömür boyu derinden hisseder. Bazı anneler çocuklarını terk eder ya da çok fazla çocuk sahibi oldukları için her birine bireysel olarak ilgi gösteremezler. Tamamen simbiyotik bir deneyimden yoksun olmak, aşırı derecede bir sevgi nesnesiyle kaynaşmak kadar boşluk yaratıcı olabilir. Neyse ki, çoğu durumda sağlıklı bir orta yol bulunur. Anne, kızına bir örnek teşkil eder, ona destek duygusu kazandırır ve onun da bir anne olabilmesine yardımcı olur.

Annenin bilinçdışı rolü uzun süre göz ardı edilmiştir. Sigmund Freud annelerle pek ilgilenmemiştir. Helene Deutsch dışında, psikanalizin öncülerinin annelerin rolüne olan ilgisizliği büyük sonuçlar doğurmuştur. Anne-kız ilişkisi ve onunla bağlantılı olan doğum sonrası depresyon gibi konular uzun süre çözümsüz kalmıştır. Psikanalizin kurucusu Freud ve ilk takipçileri babaya merkezi bir rol verirken, sonraki araştırmalarda baba büyük ölçüde göz ardı edilmiştir. Buna karşılık, Melanie Klein, Anna Freud ve Margaret Mahler gibi isimler, anneleri ve erken gelişim aşamalarını daha merkezi bir konuma yerleştirmiştir.

Nina: Bekar Bir Annenin Kızı

Nina ve boşanmış annesi, giderek yaygınlaşan bir yaşam biçimi olan tek ebeveynli bir aile olarak birlikte yaşamaktadır. Bu tür bir aile yapısının olası sonuçlarını, özellikle de tek başına çocuk büyüten anneler açısından değerlendirmek önemlidir. Bu durum çocukları nasıl etkiler?

Böyle bir ortamda büyüyen çocuklar, genellikle annelerine karşı daha fazla sorumluluk hissederler ve evden ayrılarak bağımsızlaşmaları zorlaşır. Çünkü ebeveynlerini yalnız bırakacakları düşüncesiyle suçluluk duyarlar. Özellikle babanın da olduğu bir aile yapısına kıyasla, ayrılık daha büyük bir kaygı kaynağı haline gelir. Bu çocuklar, özellikle kızlar, annelerinin duygusal durumlarını fazla dikkate alır, eleştiri yapmaktan kaçınır ve kendi bireyselliklerini geliştirmekte zorlanabilirler. Annelerinin zaten hassas ve kırılgan olduğunu düşündükleri için öfkelerini bastırmaya yatkın olurlar.

Tek çalışan bir anne için çocuk yetiştirmek oldukça zordur ve böyle anneler genellikle kendilerini yetersiz hissederler. Suçluluk duygusuyla çocuklarına aşırı hoşgörülü davranabilir, maddi ya da duygusal anlamda fazlaca şımartabilirler. Bu durum, çocuğun bağımsızlaşma sürecini sekteye uğratabilir. Tek ebeveynli anneler, sosyal statü veya maddi kayıplar yaşayabilir ve bu da çocuk büyütmeyi daha büyük bir yük haline getirebilir. Böyle bir durumda çocuk, annesinin başlıca destek kaynağı haline gelebilir. Anne depresyona girdiğinde, çocuğun tek başına annesine bakma zorunluluğu doğabilir.

Özellikle kız çocukları, umutsuz ve çaresiz bir annenin tek teselli kaynağı olma riskiyle karşı karşıya kalırlar. Bu durum, kızın doğal olarak yaşayabileceği öfke ve rahatsızlıklarını bastırmasına ve eleştiri yapmaktan kaçınmasına yol açabilir. Bu süreç, ergenlik dönemindeki bireyselleşme sürecini de sekteye uğratabilir. Çocuklukta ilk ayrışma süreci, okul öncesi dönemde başlarken, ergenlik ikinci büyük ayrışma dönemidir. Ancak, anneye aşırı bağlılık geliştiren kız çocukları, bu ikinci ayrışma fırsatını kaçırabilirler.

Çoğu boşanmış ya da dul anne, çocuklarını sağlıklı bir şekilde yetiştirmeyi başarır. Ancak, anne duygusal olarak dengesiz, narsisistik açıdan kırılgan ya da kendi sorunlarıyla fazlasıyla meşgulse, çocukla olan ilişkisi daha sorunlu hale gelebilir. Annenin kendi hayal kırıklıklarını ve bastırılmış arzularını çocuğa yansıtması mümkündür. Özellikle kız çocuklarında, annenin kendi yaşamını yeniden yaşamak için kızını bir araç olarak kullanma riski daha yüksektir. Bu da annenin ve kızının birbirine bağımlı olduğu ve dış dünyadan kopuk bir ilişkiye dönüşebilir.

Böyle bir durumda, üçüncü bir kişi—genellikle baba—çocuğun bağımsızlığını destekleyebilir. Ebeveynlerin birbirlerine dengeleyici bir rol üstlenmesi, çocuğun sağlıklı bir bireyselleşme süreci yaşamasını sağlar. Anne ve babanın farklı bakış açıları, çocuğun dünyayı daha geniş bir perspektiften görmesine yardımcı olur. Cinsiyet ve kuşak farkları da böylece daha net bir şekilde algılanır. Ancak, üçüncü bir kişi olmadığında, çocuğun bireyselliğini geliştirebilmesi için annenin bu süreci destekleme kapasitesi çok daha kritik hale gelir. Eğer çocuğun kendi duygusal ihtiyaçları öncelikli görülmezse, çocuk, annenin hayallerini gerçekleştirmekle yükümlü hale gelebilir ve annenin beklenti ve yansıtmalarının bir taşıyıcısı konumuna düşebilir.

Terapi Sürecindeki Nina

Nina terapiye haftada bir kez geliyordu. Üvey annesiyle yaşadığı şiddetli tartışmalar onu haftalarca sarsıyordu. Terapiye geldiğinde, midesinde kramplar, ateş ve genel bir halsizlik hissi yaşadığını söylüyordu. Babası, eşi ve çocuklarıyla birlikte Amsterdam’a gelmişti, annesi ise erkek arkadaşıyla vakit geçiriyordu. Annesinin erkek arkadaşı, babasının da eski bir dostuydu. Nina ve ailesi, ortak arkadaşları tarafından davet edilmişti. Tüm bunların bir araya gelmesi, onun için duygusal açıdan hem zorlayıcı hem de heyecan vericiydi.

Nina, ağırlıklı olarak annesiyle büyümüştü. Annesi ve babası o yaklaşık üç yaşındayken boşanmıştı. O dönemde aile Fransız Guyanası’nda yaşıyordu ve Nina burada iki dilli olarak yetişmişti. Küçük bir çocukken birçok bulaşıcı hastalık geçirmişti.

Anne ve babasına isimleriyle hitap eden Nina, annesiyle aynı şekilde düşündüğüne, aynı şeyleri hissettiğine ve istediğine inanıyordu. Onun gözünde annesiyle arasında neredeyse kusursuz bir birliktelik vardı. Davranışları son derece olgun görünüyordu. Anne-kız ilişkisi sık sık kuşak farkı gözetilmeyen, iki eşit birey arasındaki bir ilişki gibi yaşanıyordu.

Nina, annesi için en önemli kişi olduğuna inanıyordu. Ancak bu inancı ancak annesi bu illüzyonu bozmadığı sürece sürdürebiliyordu. Annesi âşık olduğunda ya da yeni bir ilişkiye başladığında Nina kendini dışlanmış hissediyordu. Böyle durumlarda yoğun bir kıskançlık duyuyor ve onları birbirine düşürmek için her yolu deniyordu.

Anne-kız ilişkisi, her seferinde bu birliktelik illüzyonunun sert bir şekilde bozulmasıyla birlikte acı verici ve çalkantılı bir hâl alıyordu. Ne zaman aralarında bir uyum olsa, bu durum bilinçsizce paylaşılan bir ideali doğruluyordu. Nina’nın annesi, çok küçük yaşlarından itibaren ona sürekli dert yanmış ve Nina sık sık annesini teselli etmek zorunda kalmıştı. Öte yandan, annesi de ebeveyn otoritesini kullanarak Nina’nın başkalarıyla olan ilişkilerini engelliyordu. Bir yandan onu bir yetişkin gibi eşit görürken, diğer yandan kendi kararlarını veremeyecek kadar küçük bir çocuk gibi muamele ediyordu.

Nina, annesini oldukça talepkâr ve kontrolcü biri olarak deneyimliyordu. Ne yaptığı, kimlerle vakit geçirdiği, neleri paylaştığı sürekli olarak eleştiriliyordu. Annesine göre sıkı bir disiplin içinde yetişmeli, çok çalışmalı ve boş zamanlarını verimli değerlendirmeliydi. Anne ve kızın, birbirlerinin üçüncü kişilerle olan temaslarını kıskançlıkla gözlediği açıktı.

Zamanla, Nina’nın annesiyle kurduğu ikili ilişkinin dışında başka bir kişinin daha var olduğu ortaya çıktı. Annesinin artık sabit bir erkek arkadaşı vardı ve onunla aynı evde yaşıyordu. Ancak Nina, bu adamdan hiç bahsetmiyor, onu hem terapi konuşmalarından hem de annesiyle arasındaki ilişkiden dışlamaya çalışıyordu. O, annesiyle ideal bir ikili olmayı sürdürmek istiyordu. Ancak süreç ilerledikçe, Nina’nın bu adamın varlığına duyduğu öfke ve dışlanmışlık hissi üzerine çalışılabildi. İlk başta kıskançlık hissetse de, zamanla bu adamla kendisine ait bir bağ kurmayı başardı. Üvey baba-kız ilişkisi gelişmeye başladı. Ancak sonrasında, Nina’nın annesinin, kızının dış dünyadaki ilişkilerini zor kabul ettiği ortaya çıktı. Nina’nın annesi, kızının kendi hayatında bir erkek arkadaşı olmasını da pek hoş karşılamıyordu.

Nina, bizim aramızdaki ikili ilişkiyi de bozmak istemediği için yaz tatilini nasıl geçirdiğini bir süre sakladı. Daha sonra, tatili iki kız arkadaşıyla kamp yaparak geçirdiğini öğrendim. Ancak kamp boyunca oldukça mutsuz olduğunu anlatıyordu. Arkadaşları birbirleriyle daha yakın olduğu için kendisini dışlanmış hissetmişti. Bu, özellikle kız gruplarında sıkça karşılaşılan bir durumdu.

İki buçuk yıl süren terapinin sonunda, Nina’nın artık yakın bir kız arkadaşı olduğu ortaya çıktı. Ancak bu arkadaşı hakkında fazla konuşmamıştı. Bunu dile getirdiğimde, benim bu arkadaşı kıskanacağından mı korktuğunu sorguladım. Nina’nın arkadaşı, onun için gerçek bir bireyden çok bir gölge gibi görünüyordu. Nina, çoğunlukla kendisi ve annesiyle meşguldü. Hayatındaki diğer insanlardan bahsederken onların bireyselliğini nadiren vurguluyordu. Konuşmaları, başkalarına dair anlatılarından çok, dışlanmışlık ve reddedilmişlik hisleriyle şekilleniyordu. Aynı şekilde, kendisine uymayan insanları ya da durumları dışlamak konusunda da oldukça yetenekliydi.

Nina, yakın arkadaşının babasını aniden kaybetmesine hiçbir empati ya da şefkat göstermedi. Bu, arkadaşının yanında bir baba figürüne sahip olmasına duyduğu kıskançlıktan mı kaynaklanıyordu? Yoksa anne-kız ikilisinin dışında kalan tüm babalar bilinçsizce dışlanıyor muydu? Üçüncü kişiler, yalnızca kıskançlık yaratma potansiyelleri olduğu için mi önemsizleştiriliyordu? Her durumda, Nina’nın bu tepkisi, iç dünyasının hâlâ iki kişilik bir yapıda (dyadik) işlediği izlenimimi güçlendirdi.

Simbiyotik ilişkilerde, sahte bir yakınlık ve tam bir karşılıklı anlayış illüzyonu, diğer kişinin keşfedilmesini ve gerçek bir yakınlığın oluşmasını engeller. Aynı zamanda, birden fazla iki kişilik ilişki birbirinden kesin bir şekilde ayrılmıştır; bu nedenle pek çok şey saklanmalı ve gizli tutulmalıdır. Nina’nın annesiyle, yakın arkadaşıyla ve benimle kurduğu ilişkiler, birbirinden kopuk ve ayrı ayrı sürdürülen birer ikili bağ olarak varlığını koruyordu.

Nina, bir yandan yetenekli ve yaratıcı bir ressam olan annesini hayranlıkla izliyor ve onun yanında olmaktan hoşlanıyordu. Öte yandan, aralarındaki mesafenin yeterince açık olmamasından sürekli şikâyetçiydi. Bazen annesiyle aynı yatakta uyuduğunu, hatta bazen bunun bir hafta sürdüğünü itiraf etti. O zamanlar hemen uykuya daldığını, ancak yalnızken uyumakta zorlandığını söylüyordu. Annesinin kendisine bir yetişkin gibi güvenmesi onun için gurur verici ve çekiciydi; fakat annesi onu yataktan ve özel hayatından dışladığında, bu durum onun için son derece incitici ve öfkelendirici oluyordu.

Nina’nın kendilik değeri zayıftı ve annesine kıyasla kendisini aşağıda görüyordu. Annesinin ilgisinin merkezinde olan, özel ve sevgili bir çocuk olarak değil, daha çok annesinin ayrılmaz bir uzantısı olarak kendisini konumlandırıyordu. Bu da onun narsistik yapısına büyük bir darbe indiriyordu.

Okulda son derece başarılı bir öğrenciydi ve çalışmalarına büyük bir özveriyle yaklaşarak mükemmel sonuçlar elde ediyordu. Ancak onun için bu asla yeterli değildi. Annesi, onun akademik başarıları konusunda aşırı hırslıydı ve Nina, bu beklentileri karşılamak için elinden geleni yapıyordu. Kendine karşı son derece katıydı ve dersleri yüzünden sürekli yorgundu, çünkü geç saatlere kadar çalışıyordu. Nina hem annesinin hem de babasının yüksek beklentilerini kendi vicdanına içselleştirmişti. Dahası, annesinin başarısını hiç övmediğinden, sürekli daha iyisini yapmasını beklediğinden şikâyetçiydi. Aynı şekilde annesi, Nina’nın davranışlarını ve karakterini de sürekli eleştiriyordu. Nina, sevgiye, övgüye ve ilgiye açtı. Evde yaşadığı zorlukları anlatarak benden ekstra ilgi ve destek almaya çalışıyordu.

Romantik ilişkilerde de benzer dinamikler göze çarpıyordu. Bazı zamanlar bir erkek arkadaşına üstünlük taslıyor ve onu küçümsüyordu. Diğer zamanlarda, hayranlık duyduğu bir erkeğe karşı yoğun bir özlem hissediyor, ancak onu asla elde edemeyeceğine inanıyordu. Çoğu zaman annesi onun seçtiği erkekleri onaylamıyordu ve bu noktada Nina’nın ilgisi de hızla kayboluyordu. Ancak annesinin haberi olmadan sessizce bir erkekle birlikte olabiliyor ve bu ilişkiyi herkesten saklıyordu.

Nina, erkek arkadaşıyla birlikte olduğunu ve onunla cinsel ilişkiye girdiğini sonradan anlatırken, bunu sırf onun ilgisini kaybetmemek için yaptığını belirtiyordu. Yani, bilinçli olarak başka birine karşı duyduğu hisleri inkâr ediyordu. Erkeklerle olan ilişkilerinde çok az zevk aldığını iddia ediyor ve bu noktada benim kıskançlık duyabileceğim ihtimalini tekrar gündeme getiriyordum. Acaba, benim kıskanabileceğim korkusuyla başkalarıyla birlikte olmaktan keyif almadığını mı söylüyordu?

Nina, başkalarının arasına girip onları birbirinden uzaklaştırmayı seviyordu. İki kişinin yakınlaşmasını engellemek, onların kendisini dışlamasını önlemek için bir yoldu. Annesine ve bana olan ilgisini sırayla öne çıkarıyor, ikimizi birbirimize karşı konumlandırıyordu. İçtenlikle ve açıkça, kendisi için önemli olan figürlerin ilişkilerinin başarısız olmasını istediğini itiraf ediyordu.

Boşanmış ebeveynlerin çocukları gibi, Nina da derin bir sadakat çatışması içindeydi. Boşanma sonrası annesiyle babasının arasında kalmış, ardından babasıyla üvey annesi arasında da benzer bir dinamik yaşamıştı. Başlangıçta babasıyla üvey annesi arasında bir bağlantı kurmaya çalışmış, ancak başarılı olamamıştı. Bunun üzerine kendisini üçüncü kişi olarak konumlandırmış ve üvey annesiyle büyük bir tartışmaya girişmişti. Babası onun yerine eşinin tarafını tuttuğunda ve üvey annesi tarafından dışlandığını hissettiğinde, çaresizliğe kapılmış ve terapiye başlamaya karar vermişti.

Nina’nın zihninde babası, dışlanmış bir üçüncü kişi olarak işlev görüyordu. Boşanmayı annesi başlatmıştı ve anne-kız bu konuda aynı fikirdeydi. Nina, babasının soyadını reddetmiş ve annesinin soyadını kullanmaya başlamıştı. Bu, hem babasına karşı bilinçdışı bir intikam hem de annesiyle bir tür işbirliğinin ifadesiydi.

Ancak tüm bunlara rağmen, Nina babasını iç dünyasından tamamen silmemişti. Adeta çifte muhasebe yapıyordu: Bir yandan onu hayatından çıkarmış gibi görünüyordu, ancak diğer yandan hâlâ onun tarafından hayal kırıklığına uğratıldığını hissediyordu. Boşanma nedeniyle babasına duyduğu güven sarsılmıştı, üstelik babasının ikinci evliliğiyle birlikte kendisini dışlanmış hissediyordu. Babasının yeni eşine karşı yoğun bir kıskançlık duyuyor ve babasının bu evlilikten olan çocuklarının, kendisinden çok daha fazla sevildiğine ve şımartıldığına inanıyordu.

Nina Terapistiyle Nasıl Yüzleşir ve O’nu Nasıl Manipüle Eder?

Nina son derece çekici ve baştan çıkarıcı bir kişiliğe sahiptir. Uzun bir süre boyunca sürekli neşeli görünüp, kahkahalar atarak ve yüksek sesle konuşarak terapistinin odasına girer. Ancak zamanla, eleştirel bir şekilde gözlemlendiğini hissettiğini ve rahat olmadığını fark ederiz. Kendine güveni yoktur ve terapistinin onu sevmesini sağlamak için büyük çaba harcar. Hayatındaki hareketleri çoğunlukla başkalarının varsayılan istekleri tarafından belirlenir.

Nina, akademik olarak oldukça zeki olmasının yanı sıra, duygusal zekâ konusunda da keskin bir sezgiye sahiptir. Tedavi süreci yolunda ilerlese de hiçbir şeyin değişmediğinden şikâyet eder. Ayrıca terapistinin onu sevmediğini ve takdir etmediğini düşünür. Oysa durum tam tersidir: Terapisti, Nina’yı görmeyi her zaman sevdiğini ve onunla çalışmaktan keyif aldığını belirtir. Nina, terapistinin yorumlarını iyi takip eder ve bunlardan faydalanma konusunda oldukça yeteneklidir. Seanslar arasında kendi üzerine düşünerek içgörüler geliştirir ve bir sonraki seansta önceki konuşmaları tekrar gündeme getirir. Ayrılıkları, özellikle tatil aralarını, ayrılık olarak görüp zorlanır.

Nina, aktarım sürecinde terapistiyle olan etkileşimini tartışma girişimlerine başlangıçta inanmaz, ancak zamanla yeni bir içgörü kazanır. Oldukça kolay çağrışımlar yapabilmesi sayesinde, sürecin farkına vardığını kanıtlar.

Başlangıçta terapistine karşı tatlı ve iltifat dolu bir tavır sergiler, ancak zamanla içindeki hayal kırıklığını ve hüsranı göstermeye başlar. Aslında terapistinin de tıpkı annesi gibi kendisine karşı yalnızca eleştirel olduğunu düşünmeye başlar. Seanslara neşeli ve gülümseyerek gelse de terapistin var olmadığı zamanlarda büyük bir haksızlığa uğradığını hisseder. Kendini yalnızca bir sayı, sıradan bir danışan olarak görür ve terapistinin hayatındaki en önemli kişi olmayı ister. "Benim için her şey çok önemli ama senin için hiçbir anlamı yok." Bu düşünce ona öfke ve umutsuzluk verir. Kendini değerli hissetmek için tek seçenek ya tamamen sevilmek ya da tamamen reddedilmektir.

Nina, iki kişi arasındaki özel bir paylaşımdan dışlanmaya tahammül edemez. Ebeveynlerinin ayrılığı nedeniyle, üçlü ilişkileri (triangülasyon) deneyimleme şansı olmamıştır. Eğer bir grubun tek ve özel kişisi değilse, kendisini tamamen önemsiz hisseder. Bu nedenle, terapistinin dikkatini başka bir danışana vermesi veya başka bir şeye yönelmesi, onu güvensiz ve kıskanç yapar.

Terapisine başladığı ilk yıl boyunca, annesinden sürekli şikâyet etti ancak terapistine yönelik hiçbir olumsuz duygu ifade etmedi. Başlangıçta terapistiyle annesi arasında iyi-kötü nesne ayrımı yaptı: Terapisti iyi nesne, annesi ise kötüydü. Ancak zamanla, terapistine karşı da daha az idealize edici düşünceler geliştirmeye başladı.

Nina, kendi rolünü giderek daha iyi anlamaya başladı: Annesini kendisini küçük bir çocuk gibi hissettirmeye provoke ettiğini, ama aynı zamanda bunun yüzünden büyük bir öfke duyduğunu fark etti. Ayrıca, bu çatışmalara ihtiyaç duyduğunu ve bu etkileşimler olmadığında kendini yalnız ve ihmal edilmiş hissettiğini keşfetti.

Zamanla, kontrol edilmeden durmanın kendisi için ne kadar zor olduğunu fark etti. Terapistine sürekli olarak kendisine yön vermesi için baskı yapıyordu. Özellikle erkekler konusunda ne yapması gerektiğine dair “iyi tavsiyeler” vermesini istiyordu. Eğer terapisti bunu yapmazsa, öfkeleniyor ve baskıcı bir tutum sergiliyordu.

Annesiyle olan ilişkisindeki deneyimleri, terapistiyle kurduğu aktarım ilişkisine de yansıyordu. Uzun bir süre boyunca terapistine dair duygularını sakladı. Kendini değersiz, yalnızca bir uzantı, sevilmeyen ve takdir edilmeyen biri olarak görüyordu. Sürekli gergindi ve beğenilmeme korkusuyla yaşıyordu. Terapistiyle geçirdiği ilk iki yıl boyunca ona olan hayranlığını ifade etti ve kırgın yönünü sakladı. Ancak zamanla, terapistine karşı kıskançlık, rekabet ve öfke duyduğunu da fark etti.

Terapistinin kendisine yardımcı olması, onun için tahammül edilmez bir durumdu. Terapistinin söylediği şeylerin faydalı olduğunu kabul etmek istemiyordu. Bir gün, terapistine onun hiç konuşmadığını düşündüğünü ve söylediklerinin hiçbir anlam ifade etmediğini ima etti. “Bana ne yapıyorum ki, ne işe yarıyorum ki, benim için bir şey fark ettiriyor mu?” gibi düşüncelerini dile getirdiğinde, terapisti de bu duygularını dile getirmesi için ona destek verdi. Ancak Nina, bu düşüncelerini sadece esprili bir diyalog içinde ifade edebildi, doğrudan saldırmaya cesaret edemedi.

Nina’nın annesiyle olan ilişkisi, erkeklerle kurduğu ilişkilerde de kendini gösteriyordu. Genellikle ilişkilerinde bir rol değişimi gerçekleştiriyor ve kendisini merkezde konumlandırıyordu. Erkek arkadaşının kendisini hayranlıkla izlemesini ve onun bir uzantısı olmasını istiyordu. Tıpkı annesinin değerini yükseltmek için kendisini feda ettiği gibi, erkek arkadaşının da onun değerini artırmasını bekliyordu. Ancak bir kez bu dinamik tersine döndü: Çok hoşlandığı bir erkek ona ilgi göstermedi. Bu durum, Nina’nın kendisini değersiz, çekici olmayan ve tamamen mutsuz hissetmesine neden oldu.

Nina’nın gözünde, eşit ilişkiler mümkün değildi: Ya biri diğerini hayranlıkla izliyordu ya da biri diğerine yukarıdan bakıyordu. Bu dengesizlik, onun insanlarla olan tüm ilişkilerinde kendini gösteriyordu.

Ve Nina Veda Ediyor

Sonunda, karşılıklı anlaşmayla, Nina tedavisini sonlandırmaya karar verir. Ona "evden ayrılmanın" kendisi için zor olacağını ve bunu bir prova olarak kullanması gerektiğini ifade ediyorum. Böylece terapiyi sonlandırmak, özellikle içsel annesiyle olan ayrılığına hazırlanmak için bir ön hazırlık olacaktır.

Nina’nın sorunlu doğası, tedavisinin son aşamasının çalkantılı ilerleyişiyle kendini gösteriyor. Alışıldığı üzere, terapi sona ererken tüm problemler tekrar gün yüzüne çıkıyor ama bu kez daha yoğun bir şekilde. Değişimin farkına varıp kabul etmesi, ancak en son aşamada gerçekleşiyor. Bu süreçte çatışmalarını derinlemesine tartışmaya devam ediyoruz, ancak aceleyle bir sahte çözüme ulaşmaktan kaçınıyoruz.

Merkezde, kendini değersiz hissetme teması var: Annesi, kızı tarafından yeterince takdir edilmediğini ve sevilmediğini düşünüyor. Nina da aynı şekilde, hem annesi hem de terapisti tarafından yeterince değer görmediğini hissediyor. Nina, terapinin değerini kabul etmeyi reddediyor. Bana olan öfkesi ve kendisini idare edebildiğimi görmenin hayal kırıklığı içinde, tüm süreci değersiz ilan ediyor. Buna karşılık, benim onsuz devam edebilmem fikri, kendisinin ise bensiz baş edemeyeceği hissini güçlendiriyor. Bu da onu tekrar savunmasız ve aşağıda hissettiriyor. "Ayna, ayna, söyle bana, dünyadaki en güzel kim?" sorusu, psikolojik yapısında zayıf bir nokta olarak kalmaya devam ediyor.

Kendisini değersiz hissetme sorunu, bir yandan da babasına duyduğu hayal kırıklığına dayanıyor. Onu düzenli olarak ziyaret ediyor, yurt dışına gidiyor ve babası da sık sık Hollanda’ya geliyor. Sık sık telefonlaşıyorlar ve düzenli bir yazışmaları var. Ancak, Nina babasının onu gerçekten tanımak istemediğini ve onunla bir ilişkisi olmasını arzulamadığını düşünüyor. Yoksa bu sadece beni memnun etmek için mi söylediği bir şey? Çünkü onun bakış açısından, ben onun babasıyla annesinden daha yakın olmasını kıskanacak biri miyim? Ya da annesiyle ortak hareket ederek, babasını bilinçaltında cezalandırıyor mu? Bütün bu çelişkiler, ona suçluluk duygusu yüklüyor.

Boşanmanın ve annesiyle baş başa kalmasının yarattığı acılar, tekrar ön plana çıkıyor. Anne ve baba tarafından birlikte büyütülmemiş olmanın hüznünü taşıyor. Ayrıca, yalnızca bir ebeveynin yükünü omuzlarında hissetmek, çoğu zaman depresif olan annesiyle arasındaki bağı daha da boğucu hale getiriyor.

Nina, bir üçüncü kişiyle yakın bir bağ kurmanın annesine ve terapistine ihanet etmek olduğunu hissediyor. Öte yandan, anne figürünü baskıcı olarak görüyor. Bu nedenle sır saklıyor ve samimi duygularını paylaşmakta zorlanıyor. Cinselliği konuşamaması da bunun bir belirtisi. Yine de, sürecin sonuna doğru benimle cinsellik hakkında daha rahat konuşmaya başlıyor. Nina, 11 yaşına kadar mastürbasyon yaptığını, ancak o yaştan sonra bunun ilgisini kaybettiğini ve hatta cinsellikten giderek tiksinti duymaya başladığını anlatıyor. 14-15 yaşlarındayken bir cinsel deneyim yaşadığını, ancak bunu benden sakladığını da ekliyor.

Bu itirafı ancak terapi sürecinin sonunda duyduğum için şaşkınlık içindeyim. Bahsettiği ilişki, daha önce "iğrendiğini" söylediği bir erkek arkadaşıyla yaşanmış. Bunu, beni rahatlatmak için mi söylüyor, yoksa gerçekten cinsellikle ilgili kaygıları mı var, belirsiz. Ancak, AIDS kapmış olabileceğinden ciddi şekilde korktuğunu ve sürekli test yaptırdığını anlatıyor. Bu saplantılı korkunun, tedavinin sonlanmasıyla ilgili kaygılarını da yansıttığını düşünüyorum. Sanki bana, "Gittikten sonra beni bundan da koruyamazsın" mesajı veriyor.

Nina, kaygısız bir ergenlik dönemi geçiremediğini söylüyor. Erkeklerle arasındaki sorunları ve aşklarındaki ikilemleri konuşuyoruz. Bu sorunların büyük ölçüde sadakat çatışmalarından kaynaklandığını fark ediyoruz. Kendini annesinden ve benden koparmasına yol açabilecek herhangi bir şeye girişmek istemiyor. Anneden kopuş, onun için annesi tarafından artık en önemli kişi olmamak anlamına geliyor. Sanki annesiyle evliymiş gibi bir konumda ve bazen bilinçaltında annesinin hayatındaki eksik erkeğin kendisi olduğu hissine kapılıyor. Bu varsayımı ona temkinli bir şekilde sunduğumda, bunu doğruluyor. Ayrıca, annesiyle kurduğu örtük homoerotik bağ nedeniyle erkekleri "aptal" ve "değersiz" olarak görme eğiliminde olduğunu fark ediyor.

Terapi sona ererken, Nina bir kez daha sürekli annesinden şikayet etmeye başlıyor. Adeta terapi sürecinin hızlandırılmış bir özetini yaşıyoruz. Son aşamada, terapinin sona ermesine dair çeşitli dalgalanmalar yaşanıyor. Örneğin, benim bahar tatilim sırasında, kısa süreli bir aşk macerası yaşıyor ve döndüğünde üzgün çünkü erkek arkadaşı ondan ayrılmış. Bu durum çok önemli çünkü ilk defa, bir erkek tarafından terk edilmenin acısını deneyimliyor. Daha önce hep kendi terk eden taraf olmuştu. Ona, bu deneyimin aslında terapiyi sonlandırmanın ve terk edilme korkusuyla yüzleşmenin bir provası olduğunu söylüyorum.

Nina eskiden hiç susmaz, sürekli konuşur ve oldukça eğlenceli bir şekilde anlatırdı. Şimdi ise bazen uzun sessizlikler oluyor. İlk defa, zihninde benim için bir alan açtığını, bana dair anıları öylece silmeye çalışmadığını hissediyorum. Daha önce hayatındaki kaybedilmiş tüm sevgi nesnelerini – babasını dahil – tamamen zihninden silme eğilimindeydi. Şimdi, benim hakkımda konuşmamayı bir yok sayma stratejisi olarak kullanmıyor, aksine, içsel dünyasında bana yer veriyor gibi.

Son olarak, Nina bana karşı bir oyun oynayarak terapinin bitişini sabote etmeye çalışıyor. Okulunun rehberlik danışmanı beni arayarak, "Eğer ona artık yardım etmek istemiyorsanız, lütfen bir başka uzmana yönlendirin. Çünkü terapi ona hiçbir şekilde yardımcı olmadı, hâlâ çok mutsuz ve konuşmaya ihtiyacı var" diyor. Bu noktada, Nina’nın beni kötü göstererek öfkesini dolaylı bir yoldan dışa vurduğunu fark ediyorum. Terapinin bitmesine öfkesini dile getiremiyor, bu yüzden benim yetersiz olduğumu ima eden bir oyun oynuyor. Bunun farkına vardığında oldukça utanıyor. Bu noktada, daha önce de yaptığı gibi, bir başkasını kötüleyerek aslında duyduğu derin özlemi bastırdığını fark ediyor.

Terapinin son aşamalarında, Nina’yı ilk kez gerçekten üzgün görüyorum. Kendisi gitmek istemiş olsa da büyümek ve yetişkin olmak istediğini söylüyor ama aynı zamanda kalıp benimle devam etmek istediğini itiraf ediyor. Ancak, artık daha gerçekçi bir farkındalığa sahip: terapi sürecinde geliştirdiği hayali ve idealize edilmiş ilişki, gerçekte sürdürülemezdi. Terapinin son seanslarında, benim hakkımda ne düşüneceğimi merak ediyor. Beni hatırlayacağını ama hayatına devam edeceğini söylüyor. Ve gülümseyerek, "Senin evin, bahçen, her şey çok güzel ve huzurlu... Keşke hep burada kalsam" diyor. --- Böylece Nina, terapiyi sonlandırıyor ve hayatına yeni bir farkındalıkla devam ediyor.

Suzan Girginer