
Birincil Nesne Sevgisi mi Yoksa Birincil Narsisizm mi?
Birincil Nesne Sevgisi mi Yoksa Birincil Narsisizm mi? Teorinin Tedavi Sürecine Etkisi Üzerine
Çev: Suzan Uğur Girginer
Özet
Bu çalışma, analistin örtük teorilerinin hastanın materyalini algılama ve yorumlama biçimini nasıl etkilediği tartışmasına bir katkıdır. Bu bağlamda, Klein’in birincil kıskançlık varsayımını temel alan nesne ilişkileri kuramı ile Freud’un libidinal birincil narsisizm teorisi karşılaştırılarak, farklı temel varsayımları birbiriyle yüzleştirilmiştir. Çalışma, bir vaka örneği üzerinden analistin bir teoriden diğerine nasıl geçiş yapabileceği ve bu geçişin hangi noktada gerçekleşebileceği sorusunu ele almaktadır. Söz konusu vaka, savaş ve göç nedeniyle ağır travmalar yaşamış bir hastanın tedavisine dayanmakta ve bu travmatik deneyimlerin tedavi sürecinde yeniden ortaya çıkışına odaklanmaktadır. Bu bağlamda, unutulmuş birincil narsisizmin, otoerotik bileşenleri ve kendini koruma dürtüsü ile yeniden değerlendirilmesi tartışılmaktadır.
Anahtar Kavramlar: örtük teori, nesne ilişkileri kuramı, birincil narsisizm
Yedi Çocuk
Kaç çocuğunuz var?
Yedi
İlk eşten iki
İkinci eşten iki
Üçüncü eşten iki
Ve bir tane daha
Çok küçük bir tane
Kendimden
Ernst Jandl
1.
Çalışmam, analistin klinik-kuramsal örtük kavramlarının tedavi pratiği üzerindeki etkileriyle ilgilidir. Travma yaşamış bir hastayla yapılan analizin belirli bir bölümünde – daha sonra detaylı bir şekilde ele alacağım – birincil narsisizm kavramı, başlangıçta yalnızca belirsiz bir şekilde, zihnimde yeniden belirdi. Bu kavram, nesne ilişkileri kuramı çerçevesinde uzun yıllar çalışmam sırasında ne klinik pratiğimde ne de kuramsal yaklaşımımda ihtiyaç duyduğum ya da eksikliğini hissettiğim bir kavram olmuştu.
Burada özellikle Freud’un birincil narsisizm olarak tanımladığı, otoerotizm bileşenini bir “libidonun erken durumu” ve kendini koruma dürtüsünün “egoizmi” olarak ele aldığı yaklaşımı kastediyorum. Freud, bu görüşünü “Narsisizmin Girişine Dair” (1914c) başlıklı çalışmasında formüle etmiştir. O zamandan bu yana bu konu üzerine yazılmış geniş literatür, Freud’un ambivalans öncesi ve nesneye yönelmemiş bir evreye dair fikirlerinin kuramsal olarak son derece problemli ve spekülatif olduğunu (ör. Altmeyer 2000) ortaya koymuş ve bunun deneysel olarak da çürütülmüş olabileceğini göstermiştir (ör. Stern 1985 ve Dornes 1993). Bununla birlikte, bu çalışmalara yönelik Wolff (1996) ve Green (2000) tarafından getirilen eleştiriler de dikkate değerdir.
Bu nedenle kendime şu soruyu sormak zorunda kaldım: Bu kavram, psikanalitik kuram oluşturmanın erken döneminden kalma (Freud, Ferenczi, Rank) eski bir anlayış mıydı, yoksa kuramda hâlâ açıklanmamış olsa da klinik açıdan yararlı ve bazı durumlarda hatta vazgeçilmez bir model mi? Bu model, insan yaşamının başlangıcındaki en erken deneyimleri, analizde yeniden canlandırıldığı şekliyle açıklamaya devam edebilir mi?
Gelişim psikolojisi açısından, birincil narsisizm bir "evre" olarak düşünüldüğünde, ambivalans öncesi ve nesneye yönelmemiş bir durum olarak kanıtlanabilir nitelikte değildir. Bununla birlikte, psikanalitik kavramların empirik ya da deneysel olarak test edilebilirliği sorunu yalnızca birincil narsisizm için değil, aynı zamanda pratikte etkin bir şekilde kullandığımız diğer psikanalitik kuramların merkezî kavramları için de geçerlidir; örneğin, aktarım kavramı (Dreher, 1999). Bugün de 60 yıl önce olduğu gibi, Anna Freud’un 1943 yılında söylediği bir cümleyle durumu özetlemek mümkündür: "Bebeğin içinde ne olup bittiğini gerçekten bilemeyiz" (King ve Steiner, 1991).
Birincil narsisizm mi yoksa birincil nesne ilişkisi mi, haz arayışı mı yoksa nesne arayışı mı (Fairbairn), birincil kıskançlık mı (Klein) yoksa monad mı (Grunberger) – bunların nihayetinde insanın fiziksel-biyolojik ve psikolojik varoluşunun başlangıcındaki durumuna ilişkin felsefi ya da ideolojik yönelimli kuramlar olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, benim amacım doğum sonrası narsisistik bir durumun (Freud) ya da intrauterin bir özerkliğin (Grunberger) savunusu değil; yetişkinlerle yapılan klinik çalışmalardan türetilen bir libido pozisyonunun olasılığını değerlendirmektir. Bu libido pozisyonu, yaralanmazlık ve bütünlük duygusu, sonsuzluk ve ölümsüzlük hisleri, coşku (Lewin) ya da kendi kendine yetme durumu olarak ortaya çıkabilir ve bu durumlar, klinik betimlemelerde İngilizce'de "bliss" veya Fransızca'da "jouissance" terimleriyle ifade edilir. Teorik yönelime bağlı olarak, bu durumlar ya nesneye bağımlılığın inkarı içinde görülen mani ve büyüklük sanrılarının tezahürleri ya da gerçek veya hayali olarak deneyimlenmiş – en azından normal ve patolojik olmayan – bir duruma geri dönüşün ifadesi olarak değerlendirilebilir.
Daha önce de belirttiğim gibi, belirli bir kuramsal pozisyonun doğruluğunu klinik olarak kanıtlama amacı taşımıyorum. Bunun yerine, Sandler’ın (1983, 1995) görüşleri doğrultusunda, psikanalitik kavramların esnek, dinamik ve klinik yararlılığa odaklanmış bir şekilde kullanılmasının önemini savunuyorum. Bu, epistemolojik bir duruşun korunmasını gerektirir; çünkü bir kuramı yalnızca gözlemden türetemeyiz, zira yaptığımız gözlemler, onları tanımlamak için kullandığımız kuramdan etkilenir. Bu düşünceyi, genç Heisenberg'e, Einstein’ın dikkatle üzerinde düşünmesini önerdiği ifadelerle de bağdaştırabiliriz (Parsons 1992, s. 111).
Michael Parsons, "The refinding of theory in clinical practice" (1992) adlı çalışmasında, önceden unutulmuş bir kuram parçasının, Sandler’in tanımladığı anlamda örtük (bilinç öncesi) bir şekilde mevcut olduğunu ve belirli bir tedavi durumunda bu kuramın yeni ve kendisi için özel bir anlam kazandığını anlatır. Ben de burada, Freud’un bu kuramı kendini koruma dürtüsü (Selbsterhaltungstrieb) ile ilişkilendirerek tanımladığı şekliyle, birincil narsisizm kavramına olan yeniden ilgimin bu çerçevede anlamlandırılmasını istiyorum. Parsons, bir analistin psikanalizi tedavi sürecinde yeniden keşfetmesi gerektiğini, böylece kuramın canlı ve taze kalacağını ifade eder. Bu süreç, zaten bildiğimizi sandığımız bir şeyi yeni ve beklenmedik bir şekilde görme yetimizi korumaktan ibarettir. Psikanalitik kavramlar, tedavideki bir an için uygun ve yararlı, yani "açıkça belirgin" hale geldiklerinde, dönüştürücü bir etki kazanır ve etkinliklerini ortaya koyarlar. Bu sayede, bu kavramların şablonvari bir şekilde kullanılmalarının önüne geçilmiş olur; çünkü böylesi mekanik bir kullanımın, hastaya yardım etme açısından herhangi bir katkı sağlaması beklenemez.
2.
O dönemde, birincil libidinal narsisizm fikrinin Melanie Klein'in ekolü başta olmak üzere nesne ilişkileri kuramcılarının metapsikolojik yapısında nasıl kaybolduğunu kısaca gözden geçirmeye çalışacağım. Bu konuda, 1941-45 yıllarında Londra'da savaş yıllarında gerçekleşen tartışmalı oturumların protokollerine (King ve Steiner 1991) dayanacağım. O dönemde, Anna Freud ve Melanie Klein’in takipçileri, çocuğun ruhsal yaşamındaki en erken süreçlere dair görüşlerini tartışmalı bir şekilde ele alıyordu. Ancak bu çatışmanın kökleri, Freud ailesinin Londra'ya göçünden önceki bir zamana, Sigmund ve Anna Freud’un Viyana’daki ve Melanie Klein ile Ernest Jones’un Londra’daki çalışmalarına uzanıyordu. Bu tartışmalı perspektifin zeminini aslında Berlin’de Abraham, 1924 tarihli melankolide içe alma (introjeksiyon) süreçleri üzerine yaptığı çalışmasıyla hazırlamıştı. Ancak Abraham'ın 1925'teki ölümü bu tartışmayı sona erdirdi. Bununla birlikte, bu görüş ayrılığının yirmi yıl sonra Londra’da devam ettiğini de söylemek mümkündür.
Bu noktada narsisizm tartışmasını ele almak için biraz daha geriye gidilmesi gerekiyor. Başlangıçta, tartışmalı oturumlar sırasında Susan Isaacs'in, Melanie Klein’in nesnelerin içe alınması ve yansıtılması (projection) konusundaki tartışmalı görüşlerine ilişkin bir açıklama yapması planlanmıştı. Bu, Abraham’ın Berlin’deki çalışmalarına bir dayanak ve devam niteliğinde olacaktı. Ancak Isaacs, bilinç dışı fantezilerin işleyişine dair daha temel bir soruyla başlamanın gerekli olduğunu düşündü. Isaacs, bilinç dışı fanteziye, analistler tarafından yeterince önem verilmediği görüşündeydi. Ona göre – burada Freud’a atıfta bulunuyordu – bilinç dışı fantezi, psikanalizin içsel gerçeklik ile ilgili temel keşfi ve esas klinik alanını oluşturuyordu. Isaacs, Freudiyenlerin bilinç dışı fanteziyi yalnızca arzuların yerine getirilmesi için kullanılan bilinçli ya da bilinç dışı bir yöntem olarak ya da libidinal yönelimlerin hayal kırıklığına uğradığı durumlarda bir tür ikame doyum olarak gördüklerini iddia etti. Böylece bilinç dışı fantezi, yalnızca ikincil bir oluşum olarak değerlendiriliyordu.
Isaacs’in bilinç dışı fanteziye getirdiği bakış açısı, onun ruhsal yaşam içindeki rolü ve anlamını genişletmekle kalmadı, aynı zamanda psikanalizin metapsikolojik yapısı içinde tamamen yeni bir konum kazandırdı. Isaacs, bilinç dışı fanteziyi tüm ruhsal işlevlerin temeli olarak gördü. Bu yaklaşım, fantezilerin erken gelişimin tüm yönleri üzerinde derin bir etkisi olduğunu da savunuyordu. Fantezi, dürtüsel yönelimlerin ruhsal temsili ve bunların bir tür tamamlayıcısı olarak görülüyordu. Bu bağlamda, dürtüler ruhsal yaşamda ancak fanteziler aracılığıyla etkili olabilirdi. Isaacs’e göre, bebekte emme eylemi sırasında eşzamanlı ve ayrılmaz bir şekilde nesneye yönelik fanteziler de oluşuyordu. Örneğin, meme ucunu yemek, onu yok etmek veya tekrar dışarıya çıkarmak gibi. Fanteziler, dürtülerin ruhsal bir tamamlayıcısı olarak, yaşamın ilk gününden itibaren başlıyor ve ancak çevresel eksikliklere bir yanıt olarak hallüsinatuvar bir ikame biçiminde ortaya çıkmıyordu. Fanteziler her yerde mevcuttu; libidinal ve agresif dürtülerin hem bir ifadesi hem de bir tamamlayıcısıydı. Buna ek olarak, fanteziler savunma işlevi de görebiliyordu. Örneğin, inkâr, her şeye kadir bir kontrol veya manik bir telafi biçiminde işlev görebilirlerdi (King ve Steiner, 1991, s. 380). Daha keskin bir ifadeyle, Isaacs’in yaklaşımı şunu öne sürüyordu: Fantezi, gerçekliğin yerini almaz; fantezi, (içsel) gerçekliğin ta kendisidir.
Bu ifadeler, Isaacs'in kastettiği fantezilerin kendilerinin bir tür biyolojik-fizyolojik enerjiye ya da maddeye sahip olduğu izlenimini uyandırabilirdi. Bu durum, Melanie Klein'in bebeğin doğum, ölüm ve cinsellik gibi konularla ilgili biyolojik olarak belirlenmiş fantezilere sahip olduğu varsayımıyla birleşince, Glover tarafından Kleinci fantezi kavramının Jung'un arketipleriyle benzerlik gösterdiği suçlamasını doğurdu.
Tartışmanın özü, en erken içe alma (introjektion) ve yansıtma (projektion) süreçlerinin, bütün ya da kısmi nesnelerin kurulumu ve dolayısıyla yaşamın başlangıcından itibaren içsel ambivalant nesne ilişkilerinin oluşumu ile birlikte meydana geldiği fikrine dayanıyordu. Bu yaklaşım, narsistik, ambivalans öncesi ve otoerotik bir evre fikrine yer bırakmıyordu.
Anna Freud ise bunun aksine, doğumdan sonraki "birkaç ay boyunca" bebek için içgüdüsel doyum ya da mahrumiyetin, haz ve hoşnutsuzluğun belirleyici olduğunu, ancak nesnelerle ilişkilerin henüz bu kadar önemli olmadığını savundu. Ona göre, bebek atmosferdeki değişikliklere tepki verir, ancak henüz kişilerin değişimine tepki vermez. Anna Freud, yukarıda belirtilen kanibalistik (yamyamca) fantezilerin varlığını reddetmedi, ancak bu tür fantezilerin daha geç bir döneme ait olduğunu öne sürdü ve bu tür fantezilerin –ve aslında diğer erken dönem süreçlerin– içe alma süreciyle bağlantılı olmadığına inanıyordu.
Anna Freud’un devamında belirttiğine göre, bir çocuk annesini özlediği durumlarda bir anne-imgesinin (anne tasviri) oluşumundan bahsedildiğinde, bunun çocuğun duyusal izlenimlere dayalı bir anne tasavvuruna sahip olduğu anlamına geldiğini ifade etti. Bu bağlamda, anne-imgesi, bellekte saklanan duyusal deneyimlerin bir birikimi olarak görülmeliydi.
Susan Isaacs ise, içselleştirilmiş somut bir içsel nesne fikrine odaklanıyordu. Ona göre, bu nesnenin dışsal gerçeklikteki duyusal izlenimlerle ve deneyimlerle ilişkisi ya kaldırılmış ya da en azından belirsizleşmişti. Isaacs, "fantezi" terimi altında, erken dönem süreçleri topluyordu ve bunların içgüdüsel türevler olup olmadığından bağımsız olarak hallüsinatif ifadeler olarak değerlendiriyordu. Bu yaklaşım, libido kuramına göre dürtü türevleri süreçlerini diğer süreçlerden ayıran temel unsuru –yani haz-hoşnutsuzluk gerilimini ve hoşnutsuzluktan kaçınma amacını– belirsizleştiriyordu.
Anna Freud şu şekilde yazmaktadır: "Fantezi, dürtünün hayali bir yansıması olarak, Freud’un görüşüne göre dürtüsel itkilerin tatmini ya da yoksunluğunun en önemli psikolojik eşlikçisi olan duyusal yansımanın (haz-hoşnutsuzluk) yerini alır. Mrs. Isaacs’ın açıklamalarında bu duyusal eşlikçilerin hiç rol oynamadığı söylenemez. Ancak vurgu, duyusal deneyimden hayali deneyime kaydırılmaktadır. Bu yönde ilerlemeye devam edilirse, bunun kaçınılmaz olarak, haz ilkesini bilinç dışında hüküm süren tek ilke olarak gören kuramlar üzerinde etkileri olacaktır" (King ve Steiner 1991, s. 443).
Bence bu pasaj, Anna Freud’un Susan Isaacs’ın çalışmalarıyla dürtü süreçlerinin yerini içe alma (introjection) süreçlerinin alacağına dair duyduğu endişeyi ifade etmektedir. Bu durumda, artık dürtülerin sırasıyla benliği (ego) ve nesneleri doldurmayacağı, bunun yerine dürtülerin yalnızca içsel nesnelerin oluşumuna zemin hazırlayacağı bir anlayış ortaya çıkabilir. Böyle bir durumda, ruhsal yaşamın motoru artık dürtü süreçleri değil, içsel nesnelerin faaliyetlerine ilişkin tasavvurların – yani fantezilerin – etkileşimi olurdu. Bu yaklaşımda, enerjetik boyut ya göz ardı edilir ya da belirsizleşir. Bu durum, dürtü kavramının (Freud’un kuramının temeli) kaybolmasına veya tanınmayacak şekilde değişmesine yol açabilir. İşte bu nedenle Anna Freud, bu yaklaşıma bu denli güçlü bir şekilde karşı çıkmıştır.
Gerçekten de bu gelişmeler sonucunda dürtü yatırımı (Triebbesetzung) kavramı Klein’cı metapsikolojide ortadan kaybolmuş ve terminolojisinde bir daha yer almamıştır. Benliğin libidinal bir yatırımı, nesne ilişkileri kuramına uyan bir kavram değildir. Dürtülerin ağırlıklandırılması konusunda, agresyon ya da ölüm dürtüsüne libidodan daha fazla yer verilmiştir ki bu da Anna Freud’un bir diğer endişesiydi. Melanie Klein’in, hem içsel nesneler kavramını hem de dürtü kavramını korumaya yönelik erken çabaları, sonunda nesne ilişkisinin karakterini oral, anal ya da genital kaynaklardan türeyen bir yapı olarak görmeye indirgenmiştir (bkz. Hinshelwood 1989, s. 504).
3.
Melanie Klein'in kuramı ve onun takipçileri sayesinde, yıkıcı süreçler ile bunlarla ilişkili ya da bunları tetikleyen fantazilerin daha ayrıntılı ve derinlemesine klinik bir anlayışını kazandık. Bu sayede, ağır kişilik bozuklukları, psikotik rahatsızlıklar, bağımlılıklar ve sapkınlıklar gibi durumlarda içsel süreçleri günümüzde çok daha iyi anlayabiliyoruz. Melanie Klein'in 1957 tarihli "Neid und Dankbarkeit" (Haset ve Şükran) adlı çalışması, erken dönem kıskançlığın yıkıcı etkilerinden kaynaklanan negatif terapötik reaksiyonun açıklanmasında önemli bir dönüm noktasıdır. Bu etkiler, bireyin, kendi büyümesi ve iyiliği için nesneyi kullanabilir hale gelmesini engeller.
Ancak, erken dönem nesne ilişkileri kuramının, birincil narsistik bir evre varsayımının yerine geçmesiyle, erken narsisizmin normal ve gerekli bir gelişim aşaması olarak olumlu değerlendirilmesi ortadan kalkmıştır. Bu "boşluk" uzun bir süre boyunca beni düşündürdü. Bunun somut bir eksiklik olduğu hissi ise, özellikle ağır travma yaşamış hastalarla, bu hastalardan birine ilişkin sunacağım vaka örneğinde olduğu gibi, çalışma sırasında netleşti. Dolayısıyla, benim için birincil narsisizm üzerine düşünmekle travmaya ilişkin tedavi yaklaşımları üzerine düşünmek arasında bir klinik bağ bulunmaktadır. Birincil narsisizm gibi, travma da uzun süre Klein’cı kuramda bir kavram olarak yer almamıştır (bu terim, Hinshelwood'un Klein'cı Psikanaliz Sözlüğü 'nde de yer almaz).
Travmayı, yoğun kaygı, saldırganlık ve cinsellik gibi veya bunların üçü birden olan duygularla bunalmış olma durumu olarak tanımlıyorum. Bu durumda, benlik bu duygulara karşı çaresizce teslim olur ve akut bir ezici güç ve çaresizlik hissi yaşar. Travmanın anlaşılmasına yönelik daha yeni Klein’cı yaklaşımlar, bunu en korkunç içsel nesne deneyimlerinin yeniden canlanması olarak görür ve bu içsel deneyimlerin, akut bir dışsal durum tarafından doğrulanıyor gibi göründüğünü öne sürer (bkz. Garland, 1998).
Tartışmaların yaşandığı dönemde, Melanie Klein'ın narsisizm kavramı, kuramının gelişimi sonucunda narsisistik nesne ilişkilerine dayanıyordu. Klein, 1932'de şu şekilde ifade eder: "Benim görüşüme göre, Ödipus çatışmasının başlangıcı ve bununla ilişkili sadistik mastürbasyon fantazilerinin içine düştüğü gelişim aşaması, narsisizm aşamasıdır" (s. 221). Bu ifadeyle Klein, benim görüşüme göre Freud’un tanımladığı ikincil narsisizmi kastetmektedir; ancak bu narsisizmi büyük ölçüde nesnelere yönelik bir durum olarak görmektedir. Bu konuda Hinshelwood şunları yazar: "Nesnesiz (otoerotik ya da narsisistik) bir evre ve aynı zamanda içinde nesne ilişkilerinin bulunduğu bir evre (Ödipus kompleksi) – ilk bakışta bu bir çelişki gibi görünüyor. 1932'de (yani tartışmalardan önce, R.D.C.), Klein bu konuda sanki hiç çelişki yokmuş gibi ve ortodoks kuramların mantıksal bir devamıymış gibi yazdı. Ancak daha sonra (Susan Isaacs’ın çalışması ve bu konudaki tartışmalardan sonra), Klein şu görüşe katıldı: 'Bu hipotez, Freud'un otoerotik tatmin ve narsisistik evreler kavramıyla çelişiyor' (Klein 1952, s. 51; [2000, s. 87]) ve Freud'un narsisistik evresi ile narsisistik durumları birbirinden ayırdı. Otoerotik tatmin ve narsisistik durumlarda içselleştirilmiş nesneye bir geri çekilme yaşandığını netleştirdi (aynı kaynak)" (bkz. Hinshelwood 1989, s. 505).
Böylece Klein, Freud'un tanımladığı hem birincil hem de ikincil narsisizmin çeşitli biçimlerini, içsel nesneler kuramı çerçevesinde topladı. Narsisizm artık bir nesne ilişkisinin türünü tanımlamak için kullanıldı (narsisistik nesne ilişkisi). "Klein'da narsisistik bir durum, bir içsel nesne aracılığıyla sağlanan 'otoerotik' bir tatmin haline geldi; bu nesne, Benliğin bir parçasıyla özdeşleşmiştir ve bu şekilde sevilir. Bu, bir savunma tepkisi oluşturur" (s. 506). Böylece "yansıtmalı özdeşim" ile "narsisizm" Klein okulunun literatüründe eşanlamlı terimler olarak kullanılmaya başlandı, "ve bu nedenle paranoid-şizoid konum da 'narsisistik' bir konum olarak adlandırılmıştır (Segal 1983)" (s. 507).
Sonuçta, Klein'ın narsisizm ile haset arasında kurduğu bağ nedeniyle narsisizme giderek daha olumsuz bir bakış açısı gelişti. Klein'ın tanımladığı birincil hasette, "haset ve narsisizm aynı madalyonun iki yüzüdür." "Freud'un birincil narsisizm tanımına göre, bebek kendisini tüm tatminlerin kaynağı olarak görür. Nesnenin keşfi ise nefreti tetikler" (Segal 1983, s. 270f., Hinshelwood 1989, s. 508'den alıntı; vurgu R.D.C.).
Bebek, annesinin onu besleme ve hayatta tutma yeteneğine haset duyar. Bu işlevi, haseti savunmak için her şeyi yapabilen bir güçle (omnipotent şekilde) kendi işlevi olarak hayal eder. Hanna Segal şöyle yazar: "Narsisizm bizi hasetten korur; sanırım bu, Anna Freud'un görüşünden farkıdır." Ve devam eder: "Eğer uzatılmış bir narsisistik evreye inanırsak, haset bir hayal kırıklığının sonucu olur. Eğer Melanie Klein'ın savunduğu gibi, bir nesne ilişkisine dair bir bilginin ve dolayısıyla hasetin en başından itibaren var olduğunu kabul edersek, narsisizmi hasete karşı bir savunma olarak görebiliriz; bu şekilde bakıldığında, narsisizm ölüm dürtüsü ve hasetle libidinal güçlerden daha yakın bir ilişki içinde olur" (Segal 1983, s. 270ff.; Hinshelwood 1989, s. 509'dan alıntı).
Narsisizmin saldırganlık ve ölüm dürtüsüne yakınlığı fikri, Rosenfeld'in yıkıcı narsisizm kavramında devam ettirilmiştir. Rosenfeld, Klein ile birlikte, "her şeyi yapabilen narsisistik nesne ilişkilerinin gücü ve ısrarının, çocuğun haset etme gücüyle yakından ilişkili olduğunu" savunur (1964, s. 198). Şöyle yazar: "Benliğin idealize edilmesi, iyi nesneler ve onların özellikleriyle her şeyi yapabilen içselleştirme (introjektif) ve yansıtmalı özdeşimler yoluyla sürdürülür. Bu şekilde narsisistik birey, dış nesnelerde ve dış dünyada değerli olan her şeyin kendi benliğinin bir parçasını oluşturduğunu ve her şeyi yapabilen bir güçle (omnipotent) kendisi tarafından kontrol edildiğini hisseder" (1971, s. 484).
Freud’un bebekte libidinal benlik yatırımı fikri, burada her şeyi yapabilen (omnipotent) bir kendilik-idealizasyonu biçimine dönüştürülmekte ve bu bakış açısından kaçınılmaz olarak nesne karşıtı bir karakter kazanmaktadır. Freud’un libidinal birincil narsistik durum tanımı, bu bağlamda, kendisinde önceden mevcut olmayan bir değerlendirme ve anlamlandırma ile donatılmaktadır.
Rosenfeld, kıskançlıktan türetilen narsisizmin nesneyle ilişkideki etkisini, negatif terapötik tepki bağlamında hastanın analist ile olan ilişkisinde şu şekilde açıklamaktadır:
"Eğer yıkıcı yönler baskınsa, haset daha şiddetli hale gelir ve analisti, yaşamın ve iyiliğin gerçek kaynağı olan nesne olarak yok etme arzusu şeklinde ortaya çıkar. Aynı zamanda, yoğun bir kendini yok etme dürtüsü ortaya çıkar ki, bunu daha ayrıntılı ele almak isterim. Bu durumu çocukluk bağlamında ifade edersek, narsistik hasta kendisine hayat verdiğine, kendini besleyip kendine bakabildiğine inanmak ister. Ancak, analistin –ebeveynleri ve özellikle anneyi temsil eden kişi olarak– bağımlı olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldığında, ölmek, var olmamak ve doğumunun gerçekliğini inkâr etmek ister. Aynı şekilde, analitik ilerlemesini ve analizinde elde ettiği, analist tarafından –ebeveynleri temsil eden kişi olarak– yaratılan çocuğu gösteren içgörüyü de yok etmeyi tercih eder" (1971, s. 484f.).
Burada, nesnelerin değersizleştirilmesinin ve klinik durumda negatif terapötik tepkinin tetikleyicisi olarak tanımlanan narsisizm, büyümeye ve gelişime karşı çıkarak, Freud’un orijinal kavramına tamamen ters bir dönüşüm geçirmiştir. Freud’un başlangıçtaki konseptine göre, birincil narsisizm yaşam dürtüleriyle bağlantılıdır ve benlik süreçlerini güçlendirir. Bu dönüşüm, yalnızca narsisizmin farklı bir şekilde değerlendirilmesinin sonucu değildir; aynı zamanda, psikolojik yapının oluşumu ve beden-zihin sorununa çözüm getirilmesi konularında temelde farklı bir anlayışın ürünüdür. Freud ve Anna Freud’un bebeklik dünyasına ilişkin kavramsallaştırmaları, Melanie Klein ve ardından gelen Rosenfeld tarafından betimlenen senaryodan tamamen farklı bir tablo sunar.
Bu farkların altını çizmek önemlidir, çünkü yardım eden nesnelerin –anne veya analistin– rolü de bu farklı yaklaşımlar doğrultusunda başka bir işlev kazanır. Freud’da bu işlev, bebeğe birincil narsisistik durumu mümkün olduğunca uzun süre koruyabilmesi için destek sağlamaktır. Buna karşın, Rosenfeld ve takipçileri için temel olan, bebeğin kendi her şeye kadirlik (omnipotens) yanılsamasını terk etmesi ve hayatta kalıp gelişebilmesi için nesnenin önemini kabul etmesi gerektiği yönündedir.
Böylesine tamamen erken dönem nesneye yönelmiş bir modelden türetilen bir kuram, artık Freud'un "normal" ya da "alışılagelmiş" bir narsisizme ilişkin yazdıklarına klinik-teorik düzeyde bir yer bırakmaz. Freud, bu bağlamda şöyle yazmıştı:
"Homoseksüelin narsisistik nesne seçimine kıyasla çok daha geniş bir kapsamda ele alınabilecek ve insanın düzenli cinsel gelişiminde bir yere sahip olabileceği düşünülen bir libido barındırma biçimi olarak narsisizm... Bu anlamda narsisizm, bir perversiyon (sapkınlık) değildir; her canlıya haklı olarak atfedilen benlik koruma dürtüsünün egoizmine libidinal bir tamamlayıcıdır" (1914c, s. 139f.).
Freud, büyüklük sanrısının, örneğin şizofrenide, nesne libidosunun kaybı pahasına oluştuğunu açıkça kabul eder:
"[…] dış dünyadan çekilen libido, Ben'e yönlendirilmiştir. Ancak büyüklük sanrısının kendisi yeni bir yaratım değildir, aksine, bildiğimiz gibi, daha önce var olan bir durumun büyütülmesi ve belirginleştirilmesidir. Böylece, nesne yatırımlarının dahil edilmesiyle ortaya çıkan narsisizmi, çeşitli etkilerle örtülen bir birincil narsisizm üzerine inşa edilen ikincil bir narsisizm olarak ele almaya yönlendiriliriz" (s. 140).
Freud, ruhsal yaşamın narsisizmin sınırlarını aşarak libidoyu nesnelere yönlendirme zorunluluğunun nereden kaynaklandığı sorusunu şu ünlü ifadeyle yanıtlar:
"Bu düşünce zincirinden çıkan yanıt yine şöyle olacaktır: Bu zorunluluk, Ben'in libido ile olan yatırımı belirli bir ölçüyü aştığında ortaya çıkar. Güçlü bir bencillik hastalığa karşı korur, ancak sonunda insan hastalanmamak için sevmeye başlamalıdır ve yoksunluk ya da inkar nedeniyle sevemezse hastalanmalıdır" (s. 151f.; vurgular R.D.C.).
Freud, hastalık sırasında görülen geçici ve normal narsistik geri çekilme durumunu açıklamak için Wilhelm Busch'un benzersiz, etkileyici ve hâlâ geçerli olan şu dizelerine başvurur:
"Einzig in der engen Höhle des Backenzahnes weilt die Seele" ("Ruh, azı dişinin dar mağarasında yalnız ikamet eder.") (S. 148f.).
Freud’un bu açıklamaları, sağlıklı bir gelişim için nesne sevgisi ile narsisizm arasında dengeli bir ilişkinin bulunması gerektiği inancına dayanır. Ona göre, narsisizmin nesne sevgisiyle ilişkisi bir süreklilik olarak görülmelidir. Bu bağlamda, libido, ya "Ben"e ya da nesnelere daha fazla ya da daha az yatırım yapılarak dönüşümlü olarak yer değiştirebilir.
4.
Narsisizm üzerine düşüncelerimi derinleştirirken, Berlin'de eğitim almış, Theodor Reik'ın analizinden geçmiş ve Freudiyen kuramın bir savunucusu olan, ancak İngiltere'ye göç ettikten sonra Melanie Klein'ın analizinden geçmiş ve onun öğrencisi olmuş Paula Heimann’a rastladım ya da yeniden fark ettim. Paula Heimann, Klein’cı gruba bağlılığını kanıtlayan iki çalışma ile tartışmalara katkıda bulunmuştur. Ancak daha sonra, önce Melanie Klein’ın kişiliğinden, ardından da onun öğretilerinden uzaklaşmış ve kendi yolunu çizmiştir. Bu yönelimin ana özelliklerini kısaca özetlemek istiyorum.
Heimann, Klein’ın doğuştan gelen bir haset ve bu hasetin nesnelere yönelmiş nefret dolu dürtüler biçiminde kendini gösterdiği, hatta bu dürtülerin bebekte ölüm dürtüsünün bir yansıması olarak anlaşılabileceği fikrini benimsememiştir. Bu nedenle, Paula Heimann’da, erken bir nesnesizlik durumuna dair Freudiyen bir anlayışa geri dönüş başlamıştır. Bu durumda, benlik, anne çevresiyle birleşmiştir ve tüm iyilikler benliğe, tüm kötülükler ise bir "ben-olmayan"a atfedilir; ancak bu, bir nesne olarak algılanmaz. Hakim olan ruhsal etkinlik, nesne ilişkilerinin inşasına değil, Freud’un da belirttiği gibi, gerilimlerin boşaltılmasına yöneliktir. “Bu, haz ilkesinin ve hayali arzu tatmininin yönettiği, kısa ömürlü bir her şeye kadirlik formudur” (Tonnesmann 1989, s. 15; çev. R.D.C.).
Paula Heimann, birincil narsisizm kavramına dönüşüyle eşzamanlı olarak, çevresel dış etkenlerin olumlu ya da engelleyici etkilerine, yani travmayı belirleyen faktörler olarak dış etkilerin rolüne daha fazla yer verir. Heimann, birincil narsisizmde güçsüzlüğe karşı bir savunma olarak deneyimlenen mükemmeliyet durumunun bir "kurgu" olabileceğini kabul eder; ancak bu kurguyu hayatta kalmak için gerekli görür. Erken dönemde yoğun haz ya da bedensel travma deneyimleri, daha sonraki yaşamda mutluluk, yeniden doğuş ya da ölüm ve yok oluş biçiminde yeniden etkinleştirilebilecek bedensel hafıza izleri bırakır.
Bu kurgunun yokluğu, bir "bozukluğun" ya da travmatik bir anne bakımının göstergesi olarak, yok edilme ve ölüm duyguları şeklinde yaşanır. Heimann, "Anal Dönemle İlgili Gözlemler" (1961) adlı çalışmasında, olumlu narsisizm konusundaki görüşlerini şu şekilde genişletir: Ona göre, narsisizm bir gelişim süreci geçirir ve birincil yaratıcılık halleri ile benlik iddiasının sağlıklı ve olgun bir kişiliğin parçası haline gelir. Anal dönemde narsisizm objektif bir karşıtlık karakteri taşıyabilir; ancak aynı zamanda "ben" ile "sen" arasındaki kimlik oluşumunu destekler. Heimann'a göre, benliğin yaratıcılığında genellikle bu türden erken gelişimsel oluşumlara hizmet eden bir regresyon gözlenir.
Paula Heimann, benliği güçlendiren, nesne karşıtı narsisizmin, benlik ve nesne ya da özne ve diğerleri arasındaki ilişkilerden, yıkıcı dürtülerin hâkim olduğu durumlardan farklı bir yerde değerlendirilmesi gerektiğini açıkça belirtir. Ona göre, narsisistik bir yönelim ile yıkıcılık hiçbir şekilde aynı şey değildir. Örneğin, "Git buradan, seni burada istemiyorum" şeklindeki bir tepki, narsisistik bir nesne karşıtı dürtüden kaynaklanabilir; ancak bu, Rosenfeld’in tarif ettiği şekilde, nesneye zarar vermeyi amaçlayan acımasız ve sadistik bir saldırıdan farklıdır. Heimann, dürtü gelişimi, nesne ilişkileri ve benlik/narsisizm gelişimi olmak üzere üç gelişim hattını birbirine paralel süreçler olarak görür; bunların tümü, yaşam ve ölüm dürtülerinin çatışmalarından ve yol açtığı korkulardan etkilenir. Paula Heimann'ın en ilginç katkısı ise, benim görüşüme göre, teknik kuramına dair yaptığı açıklamalardır. Bu katkılar, Klein'ın narsisizm ve yaratıcı benlik etkinliği konusundaki görüşlerinden farklılaşan anlayışına dayanmaktadır.
Paula Heimann’ın şu sözleri, terapide aktarım çalışmasının amacını ve bu çalışmanın ince dengesini ortaya koymaktadır: "Aktarım üzerindeki çalışma, hastanın kaybettiği nesnelerini yeniden bulmasına yardım etmeyi hedefler. Bu, analistin, hastanın aktarım içindeki ifadelerini yorumlama konusunda geri durması ve bunun yerine hastaya yalnız kalması için alan tanıması gereken anlar içerir." (Tonnesmann, 1989, s. 19).
Heimann, bu tür anlarda, hastanın analistle olan ilişkiden bir süreliğine çekilerek yaratıcı benlik etkinliği sürecine dönmesinin ne kadar önemli olduğunu vurgular. Bu süreçteki bir geri çekilmenin, aktarımda nesne karşıtı bir düşmanlık olarak yorumlanmaması gerektiğinin altını çizer. Ona göre, benliğin yaratıcı bir etkinlik içinde kendisiyle kurduğu ilişki, benliğin nesne ile olan ilişkisi kadar önemlidir; bu iki ilişki, birbirini tamamlar ve destekler.
Heimann’ın, "Benliğin yaratıcı etkinlik içine çekilmesi" üzerine yaptığı vurgular, Balint’in (1968) ve Winnicott’un (1958) görüşleriyle paralellik taşır. Her iki kuramcı da bir çocuğun, annenin varlığı altında yalnız kalabilmesinin onun gelişimi için ne denli kritik bir önem taşıdığına dikkat çekmiştir. Bu anlayış hem çocukluk döneminde hem de terapötik süreçte kişinin özerk bir şekilde yaratıcı bir alan geliştirebilmesinin sağlıklı bir gelişim için temel olduğunu gösterir.
5.
Bebeklikteki en erken süreçler hakkında farklı kavramların, yalnızca varsayımlar olarak kabul edilebileceğini ve genellikle daha sonraki zamanlarda yapılan klinik gözlemler ve materyallerle desteklendiğini açıkladım. Ancak bu kavramların, analist ile hasta arasında tedavinin belirli bir anında gerçekleşen şeyler üzerinde nasıl farklı bakış açıları sunduğunu ve bu durumların teknik olarak nasıl ele alınması gerektiğini etkilediğini vurguladım.
Şimdi, ortaya çıkan soruların iyi bir şekilde tartışılabileceğini düşündüğüm bir vaka kesitiyle bitirmek istiyorum. Vaka kesiti, tüm vakayı anlamak ve tartışmak için olaya derinlemesine dalmaya teşvik edebilse de, bunun bir vaka tartışması olmadığını belirtmek isterim. Bu, öncelikli olarak teorik-metapsikolojik bir tartışmadır ve klinik, tedavi ve araştırma arasındaki bağlam içinde yalnızca örnekleme amacıyla kullanılmaktadır.
Umarım, vaka kesiti aracılığıyla, bir yanda Melanie Klein’ın erken içe alma ve yansıtma süreçleri, bir içsel nesne dünyasının inşası, birincil haset ve bunun nesnelere yönelik yıkıcı etkileri üzerine geliştirdiği Kleiniyan anlayış; diğer yanda Freud’un Paula Heimann tarafından temsil edilen ve erken narsisizmi, kendini koruma ve sonraki gelişimde benlik güçlendirme işlevleriyle birlikte ele alan Freudiyen bakış açısının klinik materyalin algılanışı ve ele alınışı üzerindeki etkilerini açıklığa kavuşturabilirim.
Vaka Kesiti
Orta yaşlarında, mesleğinde son derece yetkin bir hasta, yoğun bir kaygı hissi ve yakında bir çöküş yaşayacağı korkusuyla terapiye başvurdu. Bu korkunun arkasında, babasının 54 yaşında geçirdiği kalp krizinden dolayı öleceği yönündeki bilinciyle farkında olduğu bir hayal vardı. Bu korku, son zamanlarda giderek sıklaşan bir kâbus tarafından daha da güçleniyordu. Rüyasında hasta, yıkılan ve yanan bir evin duvarlarını görüyordu, büyük bir korku yaşıyor ve kaçış yoluyla kurtulma hissine kapılıyordu.
Bu dramatik başlangıca rağmen, hasta ile yapılan sonraki konuşma oldukça verimsiz ve zorlayıcıydı, ta ki hastanın sandalyenin altında ileri geri hareket eden ayaklarını fark edene kadar. Spontane bir şekilde, "Kaçış halinde gibisiniz," şeklinde yaptığım yorum, hastanın çocukken Doğu Prusya’dan annesi ve iki kardeşiyle birlikte gerçekleştirdiği gerçek bir kaçışı anlatmasına vesile oldu. Bu kaçış sırasında yaşanan ölüm tehdidi içeren çeşitli durumlar arasında hasta, yanan ve yıkılan evlerin altında kalma tehlikesini de hatırladığını düşündü. Ancak bunun bir anı mı, hayal mi – kendi deyimiyle "bir uydurma" mı yoksa aile çevresinde anlatılan bir hikâye mi olduğundan emin değildi.
Bu ilk oturumda, babasının ölüm gününün yaklaşmasının ve kendisinin de o yaşa yaklaşıyor olmasının, hastanın erken dönemdeki ölüm tehdidi deneyimlerini yeniden canlandıran korkular geliştirmesine neden olduğunu anlamış olduk. Bunun ötesinde, rüya görüntüsü aynı zamanda hastanın mevcut psikolojik yapısının çökmesiyle ilgili korkusunu da ifade ediyordu.
Analizin ilk yılı boyunca, hastanın uzun süredir kendini "ölesiye çalıştırmakta" olduğu, bunun da gerçek bir kalp krizi riskini artırdığı ve bu durumun ilaçla tedavi edildiği anlaşıldı. Ayrıca, geçmişte birkaç yıl süren, tutkulu ve yakın kadın ilişkileri olmuş, ancak bu kadınları aldatmaktan kendini alıkoyamamış ve sonuçta acılı ayrılıklar yaşamıştı. Şu anda evli ve iki çocuğu olmasına rağmen, bu ilişkide de benzer bir risk altındaydı ve sadakatsizlik eğilimleri nedeniyle evliliği tehlikeye girmişti.
Bu tekrar eden ilişki döngülerini, hastanın derin bir bağlanma arzusunun ifadesi olarak anladık. Ancak bu arzu, tek bir nesneye bağımlı olma ve ona teslim olma korkusunu da beraberinde getiriyordu. Bu korku, onun kaçma isteğini tetikliyor, fakat bu kaçış bir türlü gerçekleşmiyor ve aynı durumu tekrar tekrar yaşamaya devam ediyordu. Bu çatışma, hastayı, bağımsızlık hissi sağlaması gereken ama nihayetinde onu mahveden manik ve tüm güçlü (omnipotent) savunma mekanizmalarına yöneltti.
Artık analizin hangi noktasında, hastanın genellikle dağınık ve sisli olan kaçış anılarına dair bir olayın net bir biçimde şekillenmeye başladığını tam olarak hatırlayamıyorum. Bu olay, büyük bir kesinlikle ve görsel bir netlikle ortaya çıktı: Hasta, annesi ve kardeşleriyle birlikte bir mülteci kafilesindeydi. Aniden karşılarında bir Rus tankı belirdi ve tankın namlusu doğrudan mülteci grubuna doğrultulmuştu. Arkalarında ise geçişi engelleyen bir duvar vardı. Sanki bir tuzağa düşmüşlerdi. Grup, tamamen hareketsiz bir şekilde donakalmışken, birden kalabalığın içinden biri sıyrılarak tanka doğru koştu ve elindeki bir el bombasını tanka doğru fırlattı. Hasta, patlamanın cehennemî gürültüsünü ve gökyüzünün bir anda gün gibi aydınlanmasını hatırladı. Olayı anlatırken, ayaklarında yeniden kaçma dürtüsünü hissetti, ancak aynı anda bir yere çivilenmiş gibi kıpırdayamadığını da ifade etti.
Bu olayı özellikle anıyorum çünkü hasta için özel bir anlam taşıyor gibiydi; bu, temel bir deneyime eşdeğer bir şekilde yoğunlaştırılmış bir biçimde kendini gösteriyordu: ölümcül bir tehdit ve tümgüçlü (omnipotent) araçlarla gerçekleşen büyülü bir kurtuluş. Geriye dönüp bakıldığında, bu olayda, tedavinin ilerleyen süreçlerinde önemli rol oynayacak unsurların bir arada yer aldığı görülüyor. Ancak o dönemde bu, henüz açıkça fark edilemiyordu. Bir tarafta, ölümcül bir tehlike karşısında duyulan ezici korku ve çaresizlik içinde bulunulan, bireyi güçsüz bırakan bir durum; diğer tarafta ise cesaretle girişilen bir eylem, mücadele ruhu ve hayatta kalma iradesi vardı. Beş yaşındaki çocuğun dünyasında bu, onun kendi hayatta kalışını bağdaştırdığı, her şeyi değiştiren tümgüçlü bir kurtuluş hamlesine eşdeğerdi. Böylece, yeni bir travmatik durumda geri dönülüp kullanılabilecek bir iz bırakılmış oldu.
İkinci analiz yılında, hastanın kendisi ve ailesine bir istikrar, hatta bir yuva hissi vermesi beklenen yeni bir mülk dairesine taşınması sırasında, sol göğsünde bir tümör keşfedildi. Takip eden süreçte, ameliyat ve diğer tedaviler sonrasında, işinde kullanmak zorunda olduğu sol kolu hareket kabiliyetinde kısıtlamalar yaşadı. Hastanın yaptığı kapsamlı araştırmalar sonucunda, hastalığının çok kötü bir prognoza sahip olduğuna inanıyordu ve bu durum analizi, yaşam ve ölüm arasında bir mücadeleye dönüştürdü. Psikolojik düzeyde, bu durum, yaşama isteği ile ölme arzusu arasında güçlü bir çatışma olarak ortaya çıktı; bu da yaşam dürtüleri ile ölüm dürtüleri arasındaki bir mücadele şeklinde kendini gösterdi.
Anlaşılacağı üzere, bir analiz kesitinde, uzun bir analizden alınan materyalin oldukça özetlenmesi gerekir; bu nedenle burada sadece şunu belirtmek yeterlidir: Hastanın ölüm arzusunu, yıkıcılığı ve kendini yok etme dürtüsünü, kendi deyimiyle "her şeyi sil baştan yapmak" arzusunun etkisini derinlemesine çalışması, onun pes etmek yerine tüm tıbbi imkanları sonuna kadar kullanma isteği geliştirmesini sağladı. Hasta nispeten hızlı bir şekilde toparlandı ve sınırlı ölçüde de olsa tekrar çalışmaya başladı. Sonuçta, uzun bir süreç içinde, bedenine olan güvenini geri kazandı, çünkü bedensel yetersizlikleri onun narsistik olarak derinden yaralanmasına yol açmıştı.
Bu süreçte, tedavi teknikleri ve kuramsal kavramların tartışılması açısından önemli bir sahne ortaya çıktı: Hasta, ailesinin – nesnelerinin – onun için ne kadar anlam ifade ettiğini yeni bir farkındalıkla hissettiği bu dönemde, hafta sonları, ailesinin savaş sonrası yerleştiği ve babasının savaştan döndüğünde onlara katıldığı yerin yakınındaki bir vadiye geziler düzenlemeye başladı. Burada, çocukları ve eşiyle birlikte uzun doğa yürüyüşleri ve bisiklet turları yaptı; ancak daha sonra, "yalnız yürüyüşler" dediği kendi başına yaptığı etkinliklere yöneldi. Bu yalnızlık anlarında, soğuk ve akıntılı bir nehirde, özellikle akıntıya karşı uzun mesafeler yüzüyordu. Bu tehlikeli bir aktiviteydi, ancak ona eşsiz bir coşku hissi, güçlü ve canlı hissetme duygusu, bedenine yeniden güvenme ve kendi deyimiyle "ölüme meydan okuma" hissi sağlıyordu. Ancak bu hisse ulaşabilmesi için kendini tehlikeye atması ve bu tehlikeyi aşması gerekiyordu.
Bu hafta sonu gezileriyle ilgili olarak, hasta her seferinde cuma öğleden sonra yapılan dört saatlik analizin son saatini iptal ediyordu. Bu durum yaz aylarında yaklaşık ayda iki kez tekrarlanıyordu. Hasta, bu saatler için ödeme yapması gerekse bile bunu yapacağını, analizi iptal edeceğini söyledi. Bu ifadeyi öyle bir kararlılıkla dile getirdi ki, bu beni duraksattı. Analiz sürecinde bu, bende şu soruyu gündeme getiren bir nokta oldu: Acaba ona, nesneden (burada terapistten) bağımlılık korkusunu ve böylelikle ölüm ve sonluluğu inkâr etme tavrını mı yorumlamalıydım? Bu bağlamda, akıntıya karşı yüzme gibi omnipotent (her şeye kadir) bir tutum benimseyerek bağımlılığın üstesinden gelmeye çalışıyordu. Yoksa, bu davranışını, Paula Heimann'ın kavramsallaştırması çerçevesinde, bana onun bu sahnesiyle ilgili olarak çağrıştırılan birincil narsisizm bağlamında mı değerlendirmeliydim? Bu durumda, davranışı narsisistik olarak onarıcı, kendi bedenine yönelik, otoerotik ve benlik güçlendirici bir tutum olarak mı görmeliydim. Bu tutum belki nesneye karşı olabilirdi (çünkü saat için ödeme yapmıyordu), ancak nesne-yıkıcı veya sadistik değildi.
Bu ikinci yaklaşım, hastanın ölümle ilgili korkularını aşmak için seçtiği yolu, nesne sevgisine karşı bir eylem olarak değil, onun yanında yer alan, canlandırılmış bir otoerotizm ve kendine sevgiyi, hayatta kalma dürtüsünün hizmetinde bir araç olarak değerlendirme olasılığını içeriyordu.
Mevcut vakada, tedavi sürecinde bu iki bakış açısını ardışık olarak ele almayı ve yorumlarıma dahil etmeyi denedim. Teorik yaklaşımların görünürdeki uyuşmazlığına rağmen, klinik açıdan sonuçtan memnun kaldım. Özellikle hasta sağlık açısından şaşırtıcı derecede iyi toparlandı, ölüm korkusuyla başa çıkma konusunda daha istikrarlı hale geldi ve mesleki hayatına yeniden dönebildi. Birkaç yılın ardından analiz sürecini – zaman zaman analizden vazgeçme eğilimlerine rağmen – tatmin edici bir şekilde sonlandırabildik. Hasta, son seansta gözyaşlarıyla, belirgin bir hüzün ve samimi bir minnettarlık ifadesiyle veda etti. Onun duygularının gerçekliği konusunda hiçbir şüphem yoktu. Hastanın, yıkıcı süreçlerin daha az hakim olduğu nesne ilişkilerinin yanı sıra, kendisiyle ve bedeniyle daha sevgi dolu bir ilişki kurmayı da yeniden başarabildiği izlenimini edindim.
VI. Özet ve Tartışma
Bu çalışmam, kuramın tedavi tekniği üzerindeki etkisine dair bir tartışmaya katkı sunmayı amaçlamaktadır. Bu tartışma, klinik bir durumdaki müdahale yöntemleri için yön belirleyici olan birincil libidinal narsisizm kavramı ile birincil nesne ilişkisi kavramının anlamı hakkındaki görüş ayrılıkları üzerinden ele alınmıştır. Analiz sırasında hastamın sergilediği bir davranış – bir seansı iptal etmesi ve bu seans için ödeme yapmak istememesi – iki şekilde yorumlanabilirdi: Bu davranış ya Rosenfeld’in yaklaşımıyla nesneye duyulan hasedi omnipotent (her şeye kadir) bir şekilde savunma olarak görmesiyle açıklanabilirdi ya da Paula Heimann’ın anlayışıyla nesneye yönelik düşmanca bir dürtü olarak değerlendirilebilirdi. Ancak bu ikinci durumda bile bu dürtü, nesneyi saldırgan bir şekilde yok etme ya da zarar verme niyetinden ayrı tutulmalıydı.
Bu çalışmada sunduğum vaka örneğinde, hastanın erken dönemdeki varoluşsal travmasını yeniden yaşadığı tedavi sürecinde, narsisizmin otoerotik ve benlik güçlendirici işlevi kabul edilmiş ve bu işlev, nesneye bağımlılığın önemi ile yan yana iyileştirici bir anlam taşımaktadır.
Kleiniyen bakış açısına göre narsisizme eşlik eden manik ve omnipotent savunmalar, öznenin nesneyi yeterince kullanamamasına veya hiç kullanamamasına yol açar. Bu durum hem ruhsal hem de fiziksel büyümeyi olumsuz etkiler. Bu bakış açısıyla, hastanın "her şeye kadirlik yanılsamasına" yönelmesi, büyümeyi engelleyen bir savunma mekanizması olarak görülür. Buna karşılık, Freudiyen bakış açısında, nesnenin yokluğunda arzuyu gerçekleştirme amacı taşıyan hallüsinatif tatminle ilişkilendirilen her şeye kadirlik, yaşamı kurtarıcı bir işlev olarak değerlendirilir. Çünkü bu mekanizma, yaşamı sürdürme dürtüsüyle yakından bağlantılıdır.
Travmatik deneyimlerin, gerçek ya da hayali olarak, nesneden kaynaklandığı hissedildiği durumlarda—erken dönem nesne kayıpları, ağır istismar biçimleri veya göç travmaları gibi durumlar (bkz. Bründl [1998] ve anlamlı başlığı "Meine Mutter, das ist der Krieg" ["Benim Annem, Bu Savaştır"])—otoerotizmin ve omnipotansın (her şeye gücün yettiği hissi), illüzyoner bir özerklik biçiminde dahi olsa, yeniden canlandırılması, sadece bir savunma mekanizması ya da nesne bağımlılığına kıyasla "ikinci en iyi" çözüm olmaktan öte, hayati bir gereklilik olarak görünür. Burada hayatta kalmaya hizmet eden yalnızca “iyi meme” (good breast) değil—ki bu, yaşamı sürdüren işlevlerin prototipi ve metaforu olarak kabul edilir—aynı zamanda otoerotizme dayanan ve Ben’e (self) yönelen narsistik sevgi de kritik bir rol oynar. Paula Heimann’ın tarif ettiği öz-restorasyon (self-restitution) bağlamında, hasta kendini birincil narsisistik bir duruma çeker ve otoerotik, Ben’i yaratıcı bir kendini iyileştirme eylemi gerçekleştirir; bu, nesnenin onun için gerçekleştiremeyeceği bir eylemdir. Bu durum, nesneden bir kopuş ya da nesnenin öneminin inkarı ile eş tutulmamalıdır. Ancak, erken dönem omnipotans bir illüzyon olsa bile, Paula Heimann’ın belirttiği gibi, bebek bu illüzyon olmadan hayatta kalamaz; bu illüzyonun eksikliği, tıpkı nesne eksikliğinde olduğu gibi, ölüm ve yok oluşa yol açar.
Analizimden geçen ve yaşamını tehdit eden bir hastalıkla mücadele eden hastamla birlikte, analist olarak, narsisistik açıdan ağır bir şekilde yaralanmış hastanın omnipotent bir jestle —akıntıya karşı yüzmek— kendi bedenine yönelik otoerotik libidinal yatırımını güçlendirdiği, yok olma korkularını uzaklaştırdığı ve yaşama iradesini yeniden harekete geçirdiği bir durumu deneyimledim. Bana göre, hasta bu hareketle kendi için bir şey yaptı; bu, nesne olarak benim ona sağlayamayacağım, beden odaklı (dokunsal) bir ruhsal-fizyolojik deneyim şeklinde ortaya çıkan, yaşam dürtülerinin ölüm dürtülerine karşı zaferiydi. Bu ben-yaratıcı başarısı için duyduğu tanınma ihtiyacını, bunun için ödeme yapmamak istediğini ifade ederek dile getirdi — ve ben bunu kabul ettim.
Freud’u yeniden ifade etmek gerekirse: “Her canlıya, haklı olarak, benliğin korunmasına yönelik bir miktar bencillik atfedilir” (1914c, s. 139). Benim görüşüme göre, böyle durumlarda narsisizm, nesne sevgisinin karşısında değil, onun yanında yer alır; tedavinin güçlü bir müttefiki haline gelir ve ona karşı bir düşman olmaz.