NARSİSİZMİN BİÇİMLERİ VE DÖNÜŞÜMLERİ

NARSİSİZMİN BİÇİMLERİ VE DÖNÜŞÜMLERİ

Çev: Suzan Uğur Girginer

Her ne kadar kuram üzerine yaptığımız tartışmalarda narsisizmin, yani benliğin libidinal yatırımı, kendi başına ne hastalıklı ne de zararlı olduğu genellikle reddedilmese de kuram alanı terk edildiğinde narsisizmi önceden oluşturulmuş olumsuz bir değer yargısıyla değerlendirme eğilimi, anlaşılır bir şekilde, varlığını sürdürmektedir. Bu önyargı, mevcut olduğu yerlerde, kuşkusuz, narsisizmin nesne sevgisi ile karşılaştırılmasından kaynaklanmaktadır; bu karşılaştırma ise narsisizmin libido dağılımının daha ilkel ve uyum için daha az uygun bir biçimi olduğu iddiasıyla haklı gösterilmektedir. Ancak, bana göre, burada söz konusu olan narsisizmin bir gelişim aşaması olarak ya da uyum açısından değerinin nesnel bir değerlendirmesi değildir; aksine, bu bakış açısında Batı kültürünün alturistik (özgeci) değerler sisteminin uygunsuz etkisi kendini göstermektedir. Ancak bu değer yargısının nedenleri ne olursa olsun, klinik pratiğimize etkileri sınırlayıcıdır.

Bu durum, terapistin, genellikle daha uygun olan narsisizmi dönüştürme, yani narsisistik libidoyu başka şekilde dağıtma ve ilkel ruhsal yapıları hastanın olgun kişiliğine dahil etme hedefi yerine, hastasında narsisistik pozisyonu nesne sevgisiyle değiştirme isteğini uyandırabilir. Teorik açıdan da narsisizmin sağlık, uyum ve performansa katkısı üzerine yeterince derinlemesine düşünülmemiştir. Bu, elbette, hedeften sapmayan gerekçelerle açıklanabilir; çünkü ruhsal dengedeki narsisizmin nispeten sessizliğinin incelenmesi, ruhsal sağlığın bozulduğu çalkantılı durumların araştırılmasına kıyasla doğal olarak daha az verimlidir.

Ruhsal dengeyi sarsan ve "narsisistik incinme" olarak adlandırdığımız durum, narsisizm sorununun çözümüne özellikle umut verici bir kapı aralıyor gibi görünmektedir. Bunun nedeni yalnızca, bu durumun normal ve anormal ruhsal durumların geniş yelpazesinde sıkça görülmesi değil, aynı zamanda genellikle kolayca tanınabilir olmasıdır: bu, kendisine eşlik eden utanç veya mahcubiyet gibi acı verici duygularla ve bu duyguların içsel olarak aşağılık duyguları ya da incinmiş gurur şeklinde işlenmesiyle olmaktadır

Freud’da, birbiriyle tamamlayıcı olan ve mevcut bir psikanalitik konsept çerçevesi içinde narsisistik dengenin belli sarsıntılarını açıklamak için psikanalistler tarafından tekrar tekrar izlenen iki yön ayırt edilebilir. Bir yandan, Freud dikkati, alt-ben güçleriyle ilişkili olan ve örneğin pregenital dürtülerin teşhircilik yönüne yönelik tepkisel oluşumlar gibi belirli ben işlevlerine çekmiştir. O, örneğin, utanmayı bir savunma motivasyonu olarak ve savunmanın başarısız olması durumunda ortaya çıkan utanç duygusunu vurgulamıştır. (14, s. 389; 15, s. 247 ve devamı; 26, s. 458 ve devamı, dipnot; 466, dipnot; ayrıca 17, s. 78/79; 18, s. 205; 19, s. 343.)

Öte yandan, Freud, çocukluk narsisizminin bir kısmının üst-ben’e aktarıldığını ve bu nedenle ben’in ben-idealini gerçekleştirmeye çalışırken narsisistik gerilimler yaşayabileceğini ileri sürmüştür. Freud, üst-ben için şunu söyler: “O, aynı zamanda, ben’in kendisini ölçtüğü, kendisine ulaşmaya çabaladığı ve sürekli daha ileri bir mükemmeliyete ulaşma talebini yerine getirmeye çalıştığı ben-idealinin taşıyıcısıdır.” (27, s. 71.)

Burada, Freud’un bu iki yönde narsisizmin gelişimine ilişkin düşüncelerini takip eden psikanalitik ve ilişkili literatürdeki sayısız katkıyı tartışamayacağım. Genel olarak, benim düşüncelerim de onun görüşlerinden etkilenmiştir, ancak bazı yerlerde Freud’un oluşturduğu çerçevenin ötesine geçen sonuçlara ulaşmışımdır.

Bu çalışmada sıklıkla, davranışçı terminolojiye zorlanmadan çevrilebilecek, ruhsal yüzeyde iyi bilinen fenomenlere değineceğim, ancak kullandığım kavramlar sosyal psikolojinin kavramları değildir. Narsisizmin genel olarak benliğin libidinal yatırımı olarak tanımlanması, böyle bir sosyal psikolojik teoriyle uzlaştırılabilir; ancak psikanalitik anlamda benlik değişkendir ve sınırları, sosyal alandaki bir gözlemcinin kişilik sınırlarını değerlendirdiği sınırlarla kesinlikle örtüşmez. Belirli ruhsal durumlarda, benlik bireyin sınırlarının çok ötesine genişleyebilir ya da daralarak tek bir eylem veya hedefiyle özdeşleşebilir (bkz. Piaget 43, s. 226/227). Narsisizmin karşıtı, nesne ilişkisi değil, nesne sevgisidir. Sosyal alandaki bir gözlemciye bir insanın nesne ilişkilerinin bolluğu gibi görünen şey, o kişinin nesne dünyasına dair tamamen narsisistik bir deneyimini gizleyebilir; tersine, görünürde izolasyon ve yalnızlık içinde yaşayan bir insan, en zengin nesne ilişkilerine sahip olabilir.

Birincil narsisizm kavramı bunun iyi bir örneğidir. Empirik (görgül) gözlemlerden çıkarılmış olmasına rağmen, bu kavram sosyal alana değil, bebeğin ruhsal durumuna atıfta bulunur. Bu kavram, çocuğun başlangıçta anneyi ve onun bakımını bir "sen" ve onun eylemleri olarak değil, ben-sen ayrımının henüz gerçekleşmediği bir dünya deneyimi çerçevesinde yaşadığı iddiasını içerir. Böylece, çocuk için annenin sağladığı bakım üzerindeki hâkimiyet, yetişkinin kendi bedeni ve düşünceleri üzerindeki hâkimiyeti kadar doğaldır. Çocuğun annelik bakımını algılama biçimi, yetişkinin kendi beden hâkimiyetini deneyimlemesine tekabül eder. Bu doğrultuda, küçük çocuğun anneye dair sahip olduğu tasavvur, yetişkinin kendine dair tasavvuruna denk gelir. Bu deneyimsel gelişim evresi, dolayısıyla, yetişkinin bir başka insanı ve bu insan üzerindeki etkisini deneyimleme biçiminden esasen farklıdır.

Bununla birlikte, burada gelişim üzerine yapacağımız sonraki değerlendirmelerin merkezine birincil narsisizmi koymayı amaçlamıyoruz. İlk pozisyonun önemli bir kalıntısı olarak —kişiliğin tüm yönlerini bir ömür boyu etkileyen narsisistik bir temel tonu— korunmakla birlikte, burada birincil narsisizmin farklılaştığı iki biçimle ilgileneceğiz: narsisistik benlik ve idealize edilmiş ebeveyn imgesi.

Birincil narsisizmin dengesi, olgunlaşma baskısı ve annenin bakımı zorunlu olarak eksik olduğu ve travmatik gecikmelerin kaçınılmaz olduğu gerçeğinden kaynaklanan rahatsız edici ruhsal gerilimler nedeniyle bozulur. Ancak çocuğun ruhsal organizasyonu, bu bozulmalarla başa çıkmak için kendisine yeni mükemmeliyet sistemleri inşa etmeye çalışır. Bunlardan birini Freud, “arıtılmış haz-beni” (purifiziertes Lust-Ich) olarak adlandırmıştır (21, s. 228). Bu, haz verici, iyi ve mükemmel olan her şeyin hâlâ ilkel bir benliğin parçası olarak kabul edildiği, haz verici olmayan, kötü ve kusurlu olan her şeyin ise “dışarıda” olduğu bir gelişim durumudur. Buna karşın, çocuk, bu ilk çözüm yolunun tersine, ilkel mükemmeliyet ve tümgüçlülüğünü (omnipotenz) korumaya çalışır. Bu sefer, henüz ilkel bir "sen" olan yetişkini mutlak mükemmeliyet ve güçle donatarak bu hedefi gerçekleştirir.

İdealize edilmiş ebeveyn imgesinin ruhsal temsiline ilişkin libidinal yatırım ne tam anlamıyla narsisizm ne de nesne sevgisi olarak sınıflandırılabilir. Elbette idealizasyon, narsisizmin bir yönü olarak tanımlanabilir; bu süreç, henüz haz duygusu, güç ve mükemmeliyetin ahlaki ve estetik anlamda birbirinden ayrılmadığı bir evrede başlar. Bu nitelikler zamanla gelişir ve kısmen ebeveynlere yansıtılır. Böylece, küçük çocuğun belirsiz mükemmeliyet anlayışı, yavaş yavaş ebeveyn imgesinin daha ayrıntılı mükemmeliyetine dönüşür. İdealizasyon ve narsisizm arasındaki sıkı ilişki, büyük ölçüde homoseksüel libidonun baskın şekilde dahil olmasıyla da kanıtlanır; bu, nesnenin karşı cinsten olduğu durumlarda bile geçerlidir. Ayrıca, idealize edilmiş nesnenin temsilinin, gelişimin farklı aşamalarında özdeşleşme yoluyla benliğin bağlamına kolaylıkla geri alınabilmesi, narsisistik karakterini gösteren bir diğer kanıttır. Freud’un (23, s. 250), Rank’a (46, s. 416) atıfta bulunarak belirttiği gibi, "narsisistik bir tür nesne seçimi," depresif bireylerde daha sonraki patojenik içe alımın (introjektion) temelini oluşturabilir.

Ancak idealize edilmiş nesne imgesini yalnızca narsisizme atfetmek gerçeğin yalnızca yarısını kapsar. İdealize edilmiş nesnenin narsisistik yatırımı, gerçek nesne sevgisinin unsurlarıyla karışmıştır ve narsisistik yatırımın libidosu dahi bir dönüşüm geçirmiştir. Bu nedenle, idealize edici libidonun ortaya çıkışı, narsisistik libidonun gelişiminde kendine özgü (sui generis) bir olgunlaşma adımı olarak değerlendirilmelidir. Narsisizmin gelişimi, kendi geçiş aşamalarına sahip olan nesne sevgisinin gelişiminden ayrılmalıdır.

Ebeveyn imgesinin idealizasyonu, çocuğun orijinal narsisizminin doğrudan bir devamı olsa da idealize edilmiş ebeveynin kavramsal görüntüsü, bilişsel mekanizmanın olgunlaşmasıyla birlikte dönüşüm geçirir. Çocuğun, arzularının yerine gelmesi ya da reddedilmesinin dışarıdan kaynaklandığını yavaş yavaş fark ettiği önemli bir geçiş döneminde, nesne benlikten dönüşümlü olarak ayrılır ve tekrar onunla birleşir. Ancak nesne benlikten ayrıldığında, çocuk her gelişim aşamasında onu bir bütün olarak algılar; görünen "parça" ve "bütün nesne" ayrımı ise yalnızca yetişkin bir gözlemcinin değer yargısına dayanır.

İdealize edilmiş ebeveynin ruhsal temsillerinin biçimi ve içeriği, çocuğun bilişsel mekanizmasının olgunlaşma evresine göre değişir; ayrıca, içselleştirmelerin seçimi ve yoğunluğunu etkileyen çevresel faktörler de bir rol oynar.

İdealize edilmiş ebeveyn imgesi kısmen nesne-libidinal bir yatırıma sahip olur ve idealize edilen özellikler, arzuların gerçekleştirilmesinin bir kaynağı olarak sevilir. Çocuk, bu kaynakların elinden alınmasına karşı inatla direnir. Ancak ruhsallık, bir dürtü doyumu kaynağından mahrum kaldığında, bu kaybı kabullenmez; bunun yerine, nesne imgesini bir içe alınmış olana, yani ruhsal aygıtın bir yapısına dönüştürür. Bu yapı, daha önce nesnenin gerçekleştirdiği işlevleri üstlenir. İçselleştirme eğilimi, (ruhun otonom yapısının bir parçası olması ve bu nedenle kendiliğinden gerçekleşmesiyle birlikte) nesne kaybı nedeniyle güçlenir.

Metapsikolojik bağlamımızda, nesne kaybı kavramı oldukça geniş bir şekilde ele alınmalıdır ve bu kavram, bir ebeveynin ölümü ya da yokluğundan, annenin fiziksel veya ruhsal hastalıklar nedeniyle çocuktan uzaklaşmasına ya da çocuğun ebeveyn imgesinin belirli özelliklerinde yaşadığı kaçınılmaz hayal kırıklıklarına veya değiştirilmemiş dürtü taleplerine getirilen yasaklara kadar uzanmalıdır.

Eğitim sürecinin getirdiği yoksunluklar ve diğer gerçeklik taleplerine "nesne kaybı" terimini kullanmamın bazı itirazlara yol açacağını öngörüyorum. Ancak, bu birbirinden oldukça farklı gerçeklik faktörlerini, dürtü düzenleyici işlevlerin içselleştirilmesi için ön koşullar olarak ele alırsak, aralarındaki fark yalnızca niceliksel bir fark olarak görülebilir. Çocuğun değiştirilmemiş dürtü arzularının nazikçe reddedilmesi, bu arzular olumlu bir değer biçimi altında sunulsa bile, yine de bir yoksunluktur. Bu yoksunluk, belirli bir nesne yatırımının sürdürülememesi ile sonuçlanır; bu durum ise içselleştirme ve dürtü düzenleyici ruhsal yapının güçlenmesine yol açabilir.

Dürtü düzenleyici ruhsal yapılar arasında üst-ben’in benzersiz konumu, çocuğun libidinal yatırımını, tam da bu yatırımın en yüksek güce ulaştığı bir dönemde, infantil nesne temsillerinden evreye özgü bir şekilde geri çekmek zorunda olmasına bağlıdır.

Bu değerlendirmeleri daha dar bir konumuz olan narsisizme uygularsak, preödipal evrede genellikle idealize edilmiş ebeveyn imgesinin kademeli bir kaybı ve buna paralel olarak benin dürtü düzenleyici matrisinin güçlenmesi meydana gelir. Buna karşılık, ödipal evrede yaşanan yoğun kayıplar, üst-ben’in oluşumuna katkıda bulunur. İdealize edilen ebeveynde keşfedilen her kusur, kaybedilen nesne özelliğinin karşılık gelen bir içsel korunmasına yol açar. Örneğin, çocuğun söylediği bir yalan fark edilmezse, bu durum, idealize edilmiş her şeyi bilen nesnenin bir kısmının kaybına işaret eder. Bu kayıp, ya (preödipal dönemde) dürtü düzenleyici matrisin küçük bir parçası olarak içe alınır ya da (ödipal hayal kırıklıklarının yoğun olduğu bir dönemde) üst-ben’in her şeyi bilme niteliğine önemli bir katkı sağlar.

Freud’un dediği gibi, tam da bu evreye özgü, yoğun içe alma (introjektion) sayesinde üst-ben, "ben-idealinin taşıyıcısı" olarak kabul edilmelidir. Başka bir ifadeyle, ben-ideali, nesnenin idealize edilmiş özelliklerinin evreye özgü, yoğun içe alınmasına karşılık gelen üst-ben’in bir yönüdür. İdealize edilmiş ebeveynlerin başlangıçta mükemmeliyet ve tümgüçlülük taşıyıcıları olmaları, şimdi üst-ben’in tümgüçlülüğü, her şeyi bilme kapasitesi ve yanılmazlığı olarak şekillenir. Bu da üst-ben’in değerlerinin ve normlarının mutlak olarak algılanması olgusunun temelini oluşturur.

Öte yandan, başlangıçtaki narsisizmin yüksek değer verilen bir nesne aracılığıyla geçtiği, ardından yeniden içselleştirildiği ve narsisistik yatırımın idealizasyonun yeni bir gelişim düzeyine ulaştığı gerçeği, normlarımızın, değerlerimizin ve ideallerimizin, üst-ben’in parçaları olarak eşsiz duygusal önemini açıklar. Psikolojik olarak, bu değer ne içerik ne de biçim açısından tanımlanabilir. Bir fıkra, içeriği spesifik psikolojik yapısına uygun olmadan anlatılırsa, artık bir fıkra değildir. Benzer şekilde, üst-ben’e ait olan değerlerimiz ve ideallerimizin benzersiz konumu, onların (değişken) içeriklerinden (örneğin, özverili ve altruistik davranış taleplerinden ya da kahramanlık ve başarı taleplerinden) veya (değişken) biçimlerinden (örneğin, yasaklar, olumlu değerler ya da belirli dürtü boşaltım yollarına ilişkin talepler şeklinde olmalarından) değil, onların kökenlerinden ve ruhsal konumlarından kaynaklanır. Ben-idealini, onun içerik veya biçiminden ziyade, sevgi ve hayranlık uyandırma yeteneği ve aynı zamanda dürtü kontrolü görevini üzerimize yükleme özelliği tanımlar.

Bir sonraki görevimiz, narsisistik benliği incelemektir. Narsisistik yatırımı, idealize edilmiş ebeveyn imgesi ve ben-ideali yatırımı için kullanılan libidonun aksine, benlikle bağlantılı kalır ve idealizasyona yol açan nesne sevgisine yönelik özel bir adımı içermez. Ben-ideal, esas olarak dürtü kontrolü ile ilişkilidir; narsisistik benlik ise dürtüler ve onların amansız gerilimleriyle sıkı sıkıya bağlıdır. Antropomorfik görünme riski taşımakla birlikte, aslında çok sayıda klinik izlenim ve yaşam öyküsü rekonstrüksiyonuna dayanarak şunu söylemek istiyorum: Ben, ben-idealinin etkisini yukarıdan gelen bir etki olarak, narsisistik benliğin etkisini ise aşağıdan gelen bir etki olarak deneyimler. Ya da başka bir benzetmeyle, bu iki yapının ön-bilinçli türevlerine atıfta bulunarak şunu söyleyebilirim: İnsan idealleri tarafından yönlendirilir, ancak hırsları tarafından sürüklenir. Çocuğun benliği, idealize edilmiş ebeveyn imgelerine hayranlık ve huşu ile bakar, onları yukarıya doğru hayranlıkla seyreder ve onlara benzemek ister; ancak narsisistik benlik, kendisinin hayranlıkla izlenmesini ve beğenilmesini ister.

Narsisistik benliğin oluşumu, olgunlaşma açısından önceden belirlenmiş bir adım ve gelişimsel bir başarı olarak değerlendirilmelidir. Büyüklük fantezisi, onun işlevsel bir karşılığıdır ve evreye uygun olarak uyuma katkı sağlar. (Çocuğun idealize edilmiş nesnenin gücü ve mükemmeliyetini abartması da aynı şekilde evreye uygun ve uyumsal olarak görülmelidir.) Narsisistik benliğin erken bir bozulması, daha sonra narsisistik yaralanmaya yol açar; çünkü büyüklük fantezisi bastırılmış ve onu dönüştüren etkilerden yoksun bırakılmıştır.

Narsisistik benlik ve ben-ideal, yüzey katmanlarının bilinçle ilişkisi açısından da birbirinden ayırt edilebilir. Algı ve bilinç, çevreyi araştıran duyu organlarına psikolojik paralelliklerdir. Ben-idealin nesne özelliklerine sahip olması, onun bilinçle daha kolay fark edilmesini sağlar. Ancak narsisistik benlik, nesne özelliklerine sahip olmadığı için, hatta yüzeyi bile zar zor algılanabilir.

Binswanger, Freud’a 29 Haziran 1912 tarihli bir mektubunda, Freud’un "muazzam bir güç isteği, insanları somut olarak kontrol etme arzusu" taşıdığını fark ettiğini belirtmiştir. Freud’un 4 Temmuz 1912 tarihli yanıtı şu şekildeydi: "… Güç isteği konusunda size karşı çıkmaya cesaret edemem — ama bunun farkında değilim. Uzun zamandır yalnızca bastırılmış olanın bilinç dışı olmadığını, aynı zamanda varlığımızın asıl yöneticisinin, benliğimizin özü olan şeyin de bilinç dışı olduğunu, ancak bilinç dışı olsa da bilinç tarafından algılanamaz olmadığını varsayıyorum. Bunu, bilincin yalnızca bir duyu organı olduğu sonucundan çıkarıyorum: dışarıya yöneliktir ve bu nedenle her zaman benliğin kendisi tarafından algılanmayan bir parçasına bağlıdır..." (4, s. 57/58).

Daha önce belirtildiği gibi, narsisistik benliğin ön-bilinçli karşılığını hırsımız olarak, ben-idealininkini ise ideal değerlerimiz olarak deneyimleriz. Hırs ve idealizm bazen birbirinden zor ayrılır; bunun nedeni sadece hırsın sık sık idealizm maskesi takması değil, aynı zamanda yaşamda gerçekten mutlu anlar — ve çok ayrıcalıklı insanlar için hatta mutlu dönemler — olmasıdır; bu anlarda hırs ve idealler bir bütün haline gelir. Ergen tipler, ideallerini sık sık hırs hedefleri olarak sunarlar. Ayrıca, ben-idealin belirli içerikleri (örneğin başarı talepleri), hırs dilekleri gibi görünebilir ve bu da gözlemciyi kolayca yanıltabilir. Ancak metapsikolojik farklılıklar dikkate alındığında, fenomenolojik ayrım büyük ölçüde kolaylaşır.

İdeallerimiz, iç rehberlerimizdir; onları severiz ve onlara ulaşmayı arzu ederiz. İdealler, dönüştürülmüş narsisistik libidonun büyük bir kısmını içlerine alabilir ve böylece narsisistik gerilimleri ve narsisistik yaralanabilirliği azaltabilir. Ancak, üst-ben’in dürtü yatırıma yeterince cinsellikten arındırılmamışsa (veya yeniden cinselleştirilirse), ahlaki mazohizm gelişebilir; bu, benin, ideallerine ulaşamadığında kendini aşağılamaktan haz aldığı bir durumdur. Bununla birlikte, ben genellikle ideallerine ulaşamadığında özel bir narsisistik incinme hissi yaşamaz, bunun yerine bir tür özlem hisseder.

Hırsımız da infantil büyüklük fantezileri sisteminden kaynaklanmış olmasına rağmen, optimal durumda dizginlenebilir, ben hedeflerinin yapısıyla bütünleşebilir ve özerklik kazanabilir. Ancak burada da genetik olarak belirlenmiş, karakteristik bir ruhsal ton her zaman hissedilir. Hırslı dileklerimiz bizi ileriye doğru sürükler, ancak onları sevemeyiz. Eğer onları gerçekleştiremezsek, narsisistik-teşhirci gerilimler çözülmeden kalır, birikir ve bende oluşan hayal kırıklığı hissine her zaman bir miktar utanç eşlik eder. Ayrıca, sıklıkla olduğu gibi, narsisistik benliğin büyüklük fikirleri çocuklukta yaşanan travmatik özsaygı saldırıları nedeniyle yeterince dönüştürülememişse ve bastırılmışsa, yetişkinin benliği irrasyonel bir kendini aşırı değer biçme ile aşağılık duyguları arasında gidip gelmeye ve hırsının başarısızlıklarına narsisistik bir incinme ile yanıt vermeye eğilimli olacaktır. Narsisistik benlik ile ben arasındaki ilişkilere yönelik incelemelerimizi sürdürmeden önce, dikkatimizi iki önemli tamamlayıcı konuya daha çevirmemiz gerekiyor: teşhircilik ve büyüklük fantezileri.

Teşhircilik, genişletilmiş bir anlamda, tüm dürtülerin temel narsisistik boyutu olarak görülebilir; yani, (eylemi gerçekleştiren özne olarak benlik lehine) dürtü hedefinin narsisistik bir şekilde vurgulanmasının, dürtü nesnesi pahasına bir ifadesi olarak. Nesne yalnızca, çocuğun narsisistik hazzına katılmaya davet edildiği ve bu şekilde bu hazzı onayladığı ölçüde önemlidir. Ruhsal ayrışma gerçekleşmeden önce, bebek, annenin tüm beden-benliği üzerindeki sevinç ifadesini, kendi ruhsal donanımının bir parçası olarak deneyimler. Annesinden ruhsal olarak ayrıldıktan sonra ise, çocuk, narsisistik şekilde libido ile taşma hazzından kaynaklanan ve bedensel-ruhsal gelişim için gerekli olan bu hazzı sürdürmek için annenin gözlerindeki parlaklığa ihtiyaç duyar. Annenin narsisistik beslemesi, olgunlaşma evrelerindeki her bir lider işlev ve aktiviteyi sırasıyla destekler. Anal, üretral ve fallik teşhircilikten bahsederken, kız çocuklarda üretral-fallik evrenin teşhirciliğinin, kısa bir süre sonra tüm dış görünüşlerini hedefleyen bir teşhircilik ve buna paralel olarak ahlaklılık ve dürtü kontrolünün teşhirci bir vurgusuyla yer değiştirdiğini gözlemleriz.

Çocuğun teşhirciliği, kademeli olarak cinsellikten arındırılmalı ve hedefe yönelik aktivitelere tabi kılınmalıdır. Bu görev, en iyi şekilde, aşamalı yoksunluk ile birlikte sevgi dolu bir destek sağlanarak yerine getirilir. Buna karşılık, sert reddedilme ile aşırı hoşgörünün çeşitli açık ve örtük tutumları (özellikle bu ikisinin karışımı ya da birinden diğerine hızlı ve öngörülemez geçişler), çok sayıda rahatsızlık için zemin hazırlar. Olumsuz sonuçlar geniş bir yelpazeye yayılır ve şiddetli hipokondri durumlarından hafif utanç biçimlerine kadar uzanır. Ancak bunların hepsi, metapsikolojik açıdan değerlendirildiğinde, artmış narsisistik-teşhirci gerilimlerin uygunsuz ve eksik boşaltım biçimleri olarak görülebilir. Bu tür durumların hepsinde, ben, narsisistik benliğin teşhirciliğine nesnenin katılımını sağlamaya çalışmıştır. Ancak nesne olumsuz bir tutum sergilediğinde, teşhirci libidonun serbestçe boşaltımı başarısız olur; beden yüzeyinin haz dolu bir taşması yerine, utanç verici bir kızarma hissinin sıcaklığı ortaya çıkar. Benliğin değeri, güzelliği ve sevilmeye değerliği üzerine haz dolu bir onay yerine ise, acı verici bir utanç yaşanır.

Şimdi büyüklük fantezilerinin kişilik yapısında hangi konumu işgal ettiğini ve hangi işlevleri yerine getirdiğini incelemeye yöneliyoruz. Teşhirci-narsisistik dürtüler, narsisistik benliğin ana dürtü boyutu olarak görülebilirken, büyüklük fantezisi onun hayali içeriğini oluşturur. Bu fantezinin sağlığa mı yoksa hastalığa mı katkıda bulunacağı, bireyin başarısını mı yoksa başarısızlığını mı getireceği, onun ne ölçüde cinsellikten arındırıldığına ve benin gerçekçi hedeflerine ne ölçüde entegre edildiğine bağlıdır. Örneğin, Freud’un şu tespitini ele alalım: "Eğer annenizin tartışmasız sevgili favorisi olmuşsanız, yaşam boyunca size eşlik edecek bir fetih duygusu ve başarıya dair güven kazanırsınız; bu duygu sıklıkla gerçekten başarıyı beraberinde getirir." (24, s. 26.) Burada Freud, uyum için değerli olan ve kişiliğe kalıcı bir destek sağlayan narsisistik fantezilerden açıkça söz etmektedir. Bu tür durumlarda, erken dönemdeki güç ve büyüklük narsisistik fantezilerinin ani ve erken dönem travmatik hayal kırıklığı deneyimleriyle kesintiye uğramadığı, aksine, yavaş yavaş benin gerçekliğe yönelmiş organizasyonuna entegre edildiği açıktır.

Şimdi, ilk narsisizmin iki ana türevinden kaynaklanan nihai etkinin, olgun ruhsal organizasyon üzerindeki etkisini özetlemeye çalışabiliriz. Narsisistik benlikten kaynaklanan nötralize edilmiş güçlere (kişiliğin narsisistik ihtiyaçları ve hırsları) gelince, bunlar elverişli koşullar altında yavaş yavaş benliğimizin dokusuna sağlıklı bir şekilde kendi eylemlerimizden ve başarılarımızdan aldığımız haz olarak dahil edilir. Ancak yenilgilerle karşılaştığımızda ve hatalarımızı kabul etmemiz gerektiğinde, bu güçler de öfke ve utanç duygusuyla karışık bir hayal kırıklığı hissi sunar; bu da uyum için faydalı olabilir. Öte yandan, ben-ideal (hayranlık duyduğumuz ve örnek aldığımız içselleştirilmiş mükemmeliyet imgesi) yavaş yavaş benlikle bir bütün oluşturur. Bu, benliğe uyumlu değerler için bir odak noktası haline gelir ve sağlıklı bir tutarlılık duygusuna dönüşür. Ancak, ben-idealinin koyduğu örneklere ulaşamadığımızda, yine uyuma yardımcı olacak şekilde, bir tür özlem dolu hayal kırıklığı hissi oluşur. İdealize edici libidoyla uzun süreli bir şekilde yatırım yapılan bir üst-ben, önemli miktarda narsisistik enerjiyi emer ve bu da kişiliğin narsisistik denge bozukluklarına olan hassasiyetini azaltır. Öte yandan, ben narsisistik benliğin teşhirci talepleri için uygun boşaltım yolları bulamazsa, bu durum utanç duygusuna yol açar. Klinik olarak önemli birçok durumda, aşırı utanca yatkınlık gösteren kişilikler, üst-ben’in yetersiz bir şekilde idealize edilmesi ve narsisistik libidonun narsisistik benlik üzerinde yoğunlaşmasıyla karakterizedir. Bu nedenle, başarısız bir şekilde entegre edilmiş büyüklük fantezileri ve yoğun teşhirci-narsisistik gerilimlerle başa çıkmaya çalışan, başarı arayışının peşinde hırslı bireyler, utanç duygusuna en açık olanlardır. Narsisistik benlikten gelen baskı çok güçlü olduğunda ve ben bunu kontrol edemediğinde, kişilik, her türlü başarısızlığa — ister ahlaki mükemmeliyete ister dışsal başarılara yönelik bir hırs olsun (veya sıkça olduğu gibi, bu iki hedef arasında gidip gelsin) — utançla tepki verir. Bu tür kişilikler genellikle ne hedeflerinde ne de ideallerinde sabit bir yapıya sahiptir.

Optimal koşullar altında, ben-ideal ve benin hedef yapısı, narsisistik yaralanabilirlik ve utanç duygusuna karşı en iyi korumayı sağlar. Ancak kişiliğin narsisistik dengesinin homöostatik bir şekilde korunması bağlamında, narsisistik benlik, ben ve üst-ben arasındaki etkileşim şu şekilde tanımlanabilir: Narsisistik benlik, narsisistik-teşhirci libidonun küçük miktarlarını sağlar. Bu libidinal enerjiler, ben hedeflerine ulaşmaya, dışsal örneklere öykünmeye, dış taleplere boyun eğmeye veya özellikle üst-ben’in normları ve ideallerine uygun yaşamaya çalışırken (yani, ben-idealinin "… daha ileri bir mükemmeliyete ulaşma talebini yerine getirme çabası" [27, s. 71]) narsisistik dengesizliklerin alt eşiğinde sinyalleri (alt eşik utanç sinyalleri) haline gelir. Daha alışılmadık bir metaforla ifade edecek olursak: Narsisistik benlik, benliğine veya dolaylı olarak onun aracılığıyla dış dünyaya ya da üst-ben’e kendi mükemmeliyetini göstermeye çalışır. Ancak mükemmel olmadığını keşfeder; bu keşif, libidonun rahatlatılmasında başarısız bir girişime yol açar. Bu durum, benliğe daha büyük ve acı verici bir utanç ihtimaline dair uyarıcı sinyaller içeren küçük narsisistik libido birikimlerine neden olur.

Burada sunulan utanç duygusuna ilişkin metapsikolojik açıklamanın aksine, Saul (49, s. 92–94), Alexander’a dayanarak ve kültürel antropologların bakış açılarıyla uyumlu olarak, suçluluk ve utancı paralel fenomenler olarak incelemiştir. Saul, bu iki duyguyu, suçluluk duygusunun aksine, insanın ideallerine ulaşamadığı durumlarda utancın ortaya çıktığı temelinde ayırt etmeyi önermiştir.

Bu tür yapısal ayrımları vurgulamanın uygun olup olmadığı, bu çalışmanın konusu değildir ve burada daha fazla ele alınmayacaktır. Bu mesele, yakın zamanda Hartmann ve Loewenstein tarafından tartışılmıştır. Onlar, "ben-idealinin üst-ben’in diğer bölümlerinden çok keskin bir şekilde ayrılmasının" tavsiye edilmediğini ve "suçluluk ve utanç arasındaki yapısal karşıtlığın bu teorik yaklaşıma dayandığını" belirtmişlerdir.

Sandler, Holder ve Meers (48), ben-idealini üst-ben bağlamından çıkarmak istememektedirler. Ancak Jacobson (35) ve A. Reich’in (47) katkılarına dayanarak, "ideal bir benlik" (ben-idealinden farklı olarak) önerirler. Bu bağlamda, çocuğun "hayal kırıklığı ve yoksunluktan kaçınmak için ideal benliğine ulaşmaya çalıştığını" belirtirler ve şu sonuca varırlar: Utanç, bireyin "kendi kabul ettiği ideal normlara ulaşamaması" durumunda ortaya çıkar; buna karşılık, suçluluk duygusu, "ideal benliğin, bireyin içe aldığı nesnelerden gelen bir hisle kendisine dayatıldığını düşündüğü idealden sapması" durumunda yaşanır.

Narsisistik benlik, ben ve üst-ben arasındaki etkileşim, bireye karakteristik bir ruhsal ton verir ve bu nedenle, kişiliğin diğer yapı taşlarından ya da özelliklerinden daha fazla, bireyin kendine özgülüğü ya da kimliği olarak sezgisel bir şekilde algılanır. Birçok seçkin kişilikte bu içsel denge, ben-idealinin (dürtüleri yönlendiren ve kontrol eden) etkisinden ziyade, iyi entegre edilmiş bir narsisistik benliğin (dürtü seçimini belirleyen) etkisi altında gibi görünmektedir.

Örneğin Winston Churchill, tekrar tekrar ve giderek daha büyük bir sahnede, sıradan araçlarla çözüm bulunamayan durumlardan kendini kurtarma sanatını sergilemiştir. Bunun bir örneği, Buren Savaşı sırasında ünlü esaretten kaçışıdır. Kişiliğinin derinliklerinde, uçabileceğine ve bu şekilde, yer yüzünde çözüm olmayan durumlardan kurtulabileceğine dair bir inancın gizli olduğuna şaşırmazdım.

Churchill, otobiyografisi "Meine frühen Jahre" (5, s. 43/44) adlı kitabında şu olayı anlatır: Bir tatil sırasında, kuzeni ve küçük kardeşiyle birlikte oynarken, onlar tarafından kovalanmıştır. Bir vadinin üzerindeki bir köprüden kaçmak isterken bir tuzağa düştüğünü fark etmiştir; çünkü rakipleri ikiye ayrılmıştır. Churchill şöyle yazar: "Yakalanmam kaçınılmaz görünüyordu," ancak "bir şimşek gibi aklıma büyük bir plan geldi." Köprünün altındaki genç çam ağaçlarından oluşan bir koruluğu fark etmiş ve birinin tepesine atlamaya karar vermiştir. Kısa bir süre düşünmüş ve yüksekliği hesaplamıştır. "Birkaç saniye içinde korkulukların üzerinden kendimi fırlattım," diye devam eder, "ve kollarımı açarak çam ağacının tepesini tutmaya çalıştım." Bilincine geri dönmesi üç gün, yataktan çıkabilmesi ise üç aydan fazla sürmüştür.

Elbette bu olayda, onu yönlendiren bilinçdışı büyüklük fantezisi henüz tam olarak entegre olmamıştı; ancak narsisistik benliğin talimatıyla rasyonel benin realist bir şekilde harekete geçmeye olan yatkınlığı çoktan şekillenmişti. Neyse ki hem kendi hayatı hem de tarih için, sorumluluğunun zirvesine ulaştığında, içsel güç dağılımında rasyonel ben’i baskın gelmiştir.

2.

Bu noktaya kadar, narsisizmin iki ana biçiminin kökenini, gelişimini ve kişilik içindeki işlevlerini takip ettik. Narsisistik benlik, ben ve ben-idealinin karşılıklı etkileri ihmal edilmemiş olsa da dikkatimiz daha çok narsisistik yapıların kendisine odaklandı ve benliğin, narsisistik enerjileri dizginlenmiş bir biçimde kendi amaçları doğrultusunda kullanma yeteneği ya da narsisistik yapıları daha yüksek derecede farklılaşmış, yeni ruhsal yapılar haline dönüştürme kapasitesi üzerinde durulmadı. Ancak, narsisistik dürtülerle genetik ve dinamik olarak ilişkili olan ve onlardan enerji alan, fakat kişiliğin önceden biçimlenmiş narsisistik yapılarından oldukça uzak olan bir dizi benlik başarısı vardır. Bu nedenle, bunlar basitçe narsisizmin dönüşümleri olarak değil, daha ziyade benliğin başarıları ve kişiliğin tutum ve performansları olarak değerlendirilmelidir.

Öncelikle, narsisizm bağlamında tartışacağım bu başarıları sıralamak istiyorum. Bunlar:

  1. Yaratıcı yetenek ve çalışma,
  2. Empati (başkalarının duygularını anlama yetisi),
  3. Kendi yaşamının sınırlılıklarını kabul edebilme yeteneği,
  4. Mizah anlayışı,
  5. Bilgelik.

Öncelikle, narsisizm ile yaratıcı performans arasındaki ilişkiyi kısaca ele alalım. Tüm karmaşık insan faaliyetleri gibi, sanatsal ve bilimsel yaratıcılıklar da birçok amaca hizmet eder ve tüm kişiliği, dolayısıyla tüm ruhsal yapılar ve dürtüler skalasını içerir. Bu nedenle, yaratıcı insanın narsisizminin de bu performansa katılması, örneğin onu şöhrete ve alkışa yönlendiren bir motivasyon kaynağı olarak, beklenebilir. Ancak narsisizm ile yaratıcılık arasında yalnızca hırs ile üstün yetenek arasındaki karşılıklı etkileşimden ibaret bir bağ olsaydı, yaratıcılığı narsisizmin dönüşümleri arasında özel bir şekilde değerlendirme gereği duymazdık.

Birey düzeyinde düşünüldüğünde, bir sanatçıyı ya da bilim insanını alkışa ihtiyaç duyan, narsisistik olarak hassas bir insan olarak görmek ve hırsının eserini uygun şekilde ifade etmesinde bir rol oynayabileceğini kabul etmek kesinlikle haklı bir yaklaşımdır. Ancak yaratıcı çalışma, kendi başına, narsisizmin bir dönüşümü olarak anlaşılmayı hak eder.

Yaratıcı insanın hırsı, onun izleyici kitlesiyle, yani potansiyel hayranlar topluluğuyla olan ilişkisi açısından önemli bir rol oynar; ancak narsisizmin dönüşümü, yaratıcının eserine olan ilişkisi içindeki bir unsurdur. Yaratıcı çalışmada, narsisistik enerjiler, idealize edici libido olarak tanımladığım bir biçime dönüştürülerek kullanılır. Bu, narsisizmden nesne sevgisine doğru gelişim yolunda, sosyal psikoloji anlamında bir nesnenin narsisistik libidoyla yüklendiği ve bu şekilde benlik bağlamına dahil edildiği belirli bir noktaya karşılık gelir.

Bu bağlamda, annenin doğmamış fetüse ve yeni doğan bebeğe olan sevgisi bir karşılaştırma olarak düşünülebilir. Şüphesiz, genişleyen benliğinin bir parçası olarak içine aldığı çocuğa yönelik tek taraflı adanmışlık ve çocuğa yönelttiği empati, yaratıcı insanın eserine olan derin bağlılığına oldukça benzerdir. Ancak, yaratıcı sanatçı ya da bilim insanının eserine olan ilişkisinin, anneliğin genişlemiş narsisizminden çok, erken çocukluğun henüz sınırlanmamış narsisizmiyle daha fazla bağlantılı olduğuna inanıyorum. Fenomenolojik olarak da birçok olağanüstü yaratıcı insanın kişiliği, anneye kıyasla çocuksu bir nitelik taşır.

Hatta büyük bilim insanlarının bazı deneyleri, gözlemciyi neredeyse çocukça bir tazelik ve sadelikle etkiler. Örneğin, Enrico Fermi'nin ilk atom patlamasına tanıklık ederken sergilediği davranışı, eşi tarafından şu şekilde anlatılmıştır: “Fermi, bir parça kağıdı küçük parçalara ayırdı, patlama gerçekleştiğinde bunları teker teker bırakarak şok dalgasının bu parçaları nasıl yükseltip tekrar düşürdüğünü gözlemledi” (11, s. 239).

Sanatsal veya bilimsel anlamda yaratıcı bir kişilik, psikolojik anlamda çevresinden, yaratıcı olmayan birine kıyasla, daha az ayrılmıştır; ben ile sen arasındaki sınır bu kişilerde daha net bir şekilde çizilmez. Algılarının yoğunluğu, şizoid kişilerin ve çocukların ayrıntılı kendilik algısına benzer; bu durum, bir çocuğun boşaltımlarıyla veya bazı şizofren hastalarının bedensel deneyimleriyle olan ilişkisine, sağlıklı bir annenin yeni doğmuş bebeğine karşı hislerinden daha yakındır.

"İç" ve "dış" arasındaki sınırların bulanıklığı, bize çevremizi saran havadan tanıdıktır. Hava, nefes alıp verirken kendimizin bir parçası olarak deneyimlenir; ancak sadece dış çevremizin bir parçası olduğu sürece onu neredeyse hiç fark etmeyiz. Benzer şekilde, yaratıcı insan, çevresindeki dünyadan işi için önemli olan unsurların tam anlamıyla farkındadır ve onları narsisistik-idealleştirici libido ile donatır. Bu unsurları, tıpkı nefes alınan hava gibi, en belirgin şekilde benlik ile birleştiği anda deneyimler.

Havanın solunması ile dış etkilerin içsel yaratıcı süreçleri besleyici bir şekilde alınması arasındaki metaforik benzetme, yaratımın ilk tanımında ifade edilmiştir: “Ve Tanrı Rab, insanı topraktan yarattı ve onun burnuna yaşam nefesini üfledi. Böylece insan yaşayan bir varlık oldu” (Yaratılış 2:7). Bu, bir yandan nefes alma ile yaratıcı ilham (“inspiration”) arasında, diğer yandan ise tozun canlanması ile narsisistik olarak deneyimlenen maddenin sanat eserlerine dönüştürülmesi arasındaki yakın psikolojik akrabalığı destekler.

Ph. Greenacre, yakın zamanda yaratıcı ilhamın doğasını tartışırken (30), çocuğun hava ile olan ilgisini, hayallerinin ve düşüncelerinin sembolü ve uyanmakta olan bilincinin bir ifadesi olan, gizemli ve görünmez bir güç olarak ele almıştır. Greenacre, ileride yaratıcı olacak bir sanatçının erken çocukluk döneminde yalnızca ilk nesne olan anneden gelen duyusal uyarıcılara karşı büyük bir hassasiyet geliştirmekle kalmayıp, aynı zamanda bu birincil nesneye benzer olan çevresel nesnelerden gelen uyarıcılara da açık olduğunu ileri sürer. Sanatçının çevresine yönelik tutumunu tarif etmek için "kolektif alternatifler" ve "bütün dünyayla sevgi ilişkisi" terimlerini kullanır. Bunun yalnızca sanatçının narsisizminin bir ifadesi olarak değil, aynı zamanda “bir tür nesne ilişkisi, her ne kadar kolektif bir ilişki olsa da” olarak da anlaşılması gerektiğini belirtir (29, s. 67/68).

K. R. Eissler de sanatçının gerçeklikle olan ilişkisi sorununa değinir ve “otomorfik yöntemler”den bahseder (7, s. 544). Bu, sanat eserinin, gerçekliğe yönelik otoplastik (içsel uyum) ve alloplastik (dışsal değişim) yaklaşımlar arasındaki bir sınır bölgesinde yaratıldığını ifade eder. Bir sanat eseri, bir rüya veya bir semptom gibi, bir içsel çatışmanın çözümüne ve bir arzunun gerçekleşmesine hizmet ettiği ölçüde otoplastiktir. Aynı zamanda, yeni ve daha önce var olmayan bir şey yaratarak gerçekliği dönüştürdüğü için alloplastiktir.

Greenacre ve Eissler, yaratıcılık sorununa burada izlenen yaklaşımdan farklı bir yönden yaklaşmışlar ve bu nedenle farklı sonuçlara ulaşmışlardır. Ancak, sanatçının eserini narsisistik libidonun özel bir biçimiyle donattığıma dair iddiamın, onların bulgularıyla çelişmediğine inanıyorum. Örneğin, Ph. Greenacre’nin, geleceğin sanatçısının dünyayı erken dönemde yoğun bir şekilde algılaması ve bu alıcılığın olgunluk dönemine kadar devam etmesine dair gözlemi, yaratıcı insanların ruhsal donanımının büyük ölçüde libido gelişiminin bir geçiş evresindeki özel bir yayılma ve biçimlendirme tarafından belirlendiği iddiasıyla uyumludur: bu evre, idealizasyondur.

Ortalama bir insanda bu tür narsisistik libido, yalnızca aşık olma durumunda bir idealize edici bileşen olarak kalır. Bu durumda, nesne yatırımıyla birleşerek özümsenmeyen idealize edici libidonun fazlası, aşık olma sırasında görülen, kısa süreli sanatsal faaliyet patlamalarından sorumlu olabilir ki, bu durum nadir değildir. Ayrıca, yaratıcı insanların üretkenlik dönemlerinde eserlerine ilişkin olarak aşırı bir değer biçme ile hiçbir değer taşımadığına dair ikna olmuşluk arasında gidip geldikleri iyi bilinen bir gerçek, eserlerinin narsisistik libidonun bir biçimiyle donatıldığına dair kesin bir işarettir.

Ph. Greenacre’nin tanımladığı, libidinal yatırımın “kolektif alternatiflere” ve nihayetinde “tüm dünyaya” genişlemesi, bana daha çok dünyanın narsisistik olarak deneyimlendiğinin (tüm dünyayı kapsayan genişletilmiş bir benlik olarak) bir işareti gibi görünüyor. Bu durum, nesne sevgisi bağlamında tanımlanamayan bir “sevgi ilişkisi” olmasından ziyade, narsisistik bir deneyimdir.

Eissler’in sanat eserinin otoplastik (içsel süreçleri dönüştürme) ve alloplastik (dışsal dünyayı değiştirme) ruhsal süreçlerin bir birleşimi olduğunu ve sanatçının eserine olan tutumunun, bir fetişistin fetişine olan tutumuna benzediğini ikna edici bir şekilde göstermesi de sanatçının eserin bir geçiş nesnesi olduğunu ve bu nedenle geçici bir narsisistik libido ile donatıldığını ileri sürdüğümüz görüşü destekler. Fetişistin fetişe olan bağlılığı, bir nesne sevgisi fenomeni değil, hâlâ benliğin bir parçası olarak deneyimlenen erken bir nesneye olan bağlılığın yoğunluğunu taşır.

Benzer şekilde, yaratıcı sanatçılar ve bilim insanları da eserlerine, bir bağımlının bağlılık yoğunluğuyla bağlanır ve bunu, narsisistik bir şekilde deneyimlenmiş bir dünyaya ait güçler ve amaçlar doğrultusunda kontrol etmeye ve şekillendirmeye çalışır. Bu kişiler, eserlerinde daha önce doğrudan kendilerinin bir niteliği olarak hissettikleri bir mükemmeliyeti yeniden inşa etmeye çalışırlar. Bu nedenle, yaratıcı süreç sırasında, eserleriyle olan ilişkileri, nesne sevgisini tanımlayan karşılıklı verme ve alma ilişkisi değildir.

Şimdi, narsisizmin dönüşümleri bağlamında ele alınması gereken, ancak dürtülerden uzak ve büyük ölçüde otonom olan benlik yetilerinden biri olan ruhsal empati (Einfühlung) konusuna geçiyorum.

Empati, başka insanlar hakkında ruhsal olguları deneyimlememize olanak tanıyan bir modalitedir. Bu sayede, başka insanlar ne düşündüklerini ve hissettiklerini söylediklerinde, onların içsel deneyimlerini, doğrudan gözlem yoluyla erişilemez olsa da zihnimizde canlandırabiliriz. Empati yoluyla, karmaşık ruhsal yapılandırmaları tek bir kesin bilgi eylemiyle kavramayı hedefleriz; aksi takdirde bu yapılandırmaları ancak detayların zahmetli bir şekilde ortaya konulmasıyla tanımlayabiliriz ya da tanımlama yeteneğimizin tamamen dışında kalabilirler.

Empati, psikolojik gözlemin temel bir unsurudur ve bu nedenle, insan deneyimlerinin ham maddesini oluşturan mevcut karmaşık ruhsal yapılandırmaları algılaması gereken bir deneyci olarak psikanalist için özel bir önem taşır. Psikanalist, bu yapılandırmaları algıladıktan sonra açıklama sürecine başlayabilir. Bilimde empatinin kullanımı, otonom benliğin özel bir başarısıdır. Çünkü empati eylemi sırasında, benlik, çevresinden gelen psikolojik olmayan verileri algılamaya ayarlı olan baskın operasyon modunu bilinçli olarak devre dışı bırakmalıdır.

Başka bir insanın ruhuna erişme yeteneğimizin kökeni, erken ruhsal organizasyonumuzda, annenin duygularının, eylemlerinin ve davranışlarının benliğimizin içinde yer almasıyla şekillenmiştir. Anne ile kurulan bu birincil empati, bize diğer insanların en önemli içsel deneyimlerinin büyük ölçüde bizimkine benzer olduğunu anlamamıza hazırlık sağlar.

Başka bir insanın duygularının, arzularının ve düşüncelerinin tezahürüne ilişkin ilk algımız, narsisistik bir dünya anlayışı çerçevesinde gerçekleşmiştir. Bu nedenle empati, insan ruhunun temel donanımlarından biridir ve belirli bir düzeye kadar birincil süreçlerle bağlantılı kalır.

Benlikten temel olarak farklı olan nesnelere uyarlanmış empati dışı bilgi edinme biçimleri, gerçekliğin ilk baştaki empatik algı modalitesini bastırır ve bu modalitenin işlevini serbestçe geliştirmesini giderek engeller. Psikoloji dışındaki alanlarda empatik gözlem biçimlerinin devamı genellikle arkaik bir nitelik taşır ve yanlış, öncesinde rasyonelleşmemiş, animistik bir dünya anlayışına yol açar. Öte yandan, empati dışı algı biçimleri diğer insanların deneyimlerine uygun değildir ve psikolojik alanda kullanıldığında ruhsal gerçekliğin mekanistik ve cansız bir şekilde anlaşılmasına yol açar.

Yetişkinlerde empati dışı bilgi edinme biçimleri baskındır. Bu nedenle, empati genellikle empati dışı gözlem biçimleri devreye girmeden önce hızla gerçekleşmelidir. İnsanların değerlendirilmesinde ilk izlenimin doğruluğu, sonraki değerlendirmelerle karşılaştırıldığında iyi bilinir; bu, kamu yaşamında ve iş dünyasında becerikli insanlar tarafından sıkça kullanılır. Bu durumlarda empati, diğer değerlendirme biçimlerinin devreye girmesini atlayarak, diğer gözlem biçimleri kendini göstermeden önce hızlı bir şekilde bir sondaj yapar. Ancak psikanalistin hedeflediği kapsamlı empatik anlayış, empatinin uzun süreler boyunca kullanılmasını gerektirir.

Analistin sıradan gözlemci tutumu (örneğin, "serbest dalgalanan dikkat", not almayı önlemek, gerçekçi müdahaleleri sınırlamak, iyileştirme veya yardım etme niyetinden ziyade anlamaya odaklanma) empati dışı algı biçimlerine uyarlanmış psikolojik süreçleri devre dışı bırakmayı ve bunun yerine empatik anlayışı, özdeşleşme yoluyla deneyimi teşvik etmeyi amaçlar.

Empatiye (özellikle uzun süreler boyunca uygulandığında) müdahale eden en büyük engellerden biri, diğer insanlarla narsisistik ilişkilerde yaşanan çatışmalardır. Empatiyi kullanma konusunda pratik yapmak, psikanalitik eğitimin önemli bir parçasıdır ve narsisistik pozisyonların gevşetilmesi, eğitim analizi sırasında üzerinde durulan özel görevlerden biridir. Adayın dönüştürülmüş narsisistik enerjiyle empatik gözlemi gerçekleştirme yeteneğinin artması, bu bağlamda eğitim analizinin hedefine ulaşmaya başladığının bir işaretidir.

Empati uygulamasının önündeki engeller arasında, başkaları hakkında bilinç dışı bir bilgiye sahip olduğumuz gerçeğine karşı bir direnç de olabilir mi? Analizant, bilinç dışı bir içerik ortaya çıkarıldığında, “Bunu her zaman biliyordum” dediğinde, bu durum analistin, hasta ile birlikte doğru bir rekonstrüksiyona ulaştığında veya hasta önemli bir anıyı hatırlattığında, “Bunu her zaman fark etmiştim” ifadesine eşdeğer olabilir mi?

Freud, düşünce aktarımının var olup olmadığını sorgulamış (27, s. 59–61) ve “büyük böcek topluluklarında ortak iradenin oluşumunu” sağlayan bazı biyolojik ve sosyal fenomenleri hatırlatmıştır. Bunun, “bireyler arasındaki ilk, arkaik iletişim yolu” olabileceğini, ancak “filogenetik gelişim sürecinde, işaretler yardımıyla iletişim kurmanın daha iyi bir yöntemi tarafından geriye itildiğini” öne sürmüştür. Ancak eski yöntem, “belirli koşullar altında, örneğin tutkulu bir şekilde kışkırtılmış kalabalıklarda” (s. 59/60) yeniden etkili hale gelebilir.

Bu gözlemlere şunlar da eklenebilir: Benliğin alışılmış bilişsel süreçlerinin bilinçli olarak bastırılması (örneğin analitik durumda olduğu gibi), empatik iletişime erişimi serbest bırakabilir. Bu, coşkulu bir kalabalığın üyelerinde meydana gelen istemsiz, trans benzeri bir duruma benzer şekilde gerçekleşebilir. Ayrıca, empatik anlayışın prototipinin sadece insanlığın tarih öncesinde değil, her bireyin yaşamının başlangıcında da bulunabileceği söylenebilir.

Elverişli koşullar altında, annenin ruhsal tezahürlerinin algılanmasına yönelik bir yetenek — ki bu, geniş narsisistik yatırımlarla sağlanır —, bir dizi gelişim adımı için bir başlangıç noktası oluşturabilir. Bu adımlar sonunda, benliğin empatik ve empati dışı gözlem biçimlerini, gerçek gereksinimlere ve gözlemlemek ve anlamak istediği çevrenin türüne bağlı olarak seçebileceği bir duruma ulaşır.

İnsanın kendi varoluşunun sonluluğunu görebilme ve bu acı verici keşfe uygun bir şekilde hareket etme yeteneği, belki de onun en büyük ruhsal başarısıdır. Ancak çoğu zaman, bu geçiciliğin görünürde kabul edilmesinin, onun gizli bir şekilde inkâr edilmesiyle el ele gittiği kanıtlanabilir.

Geçiciliğin farkına varma, çeşitli ayrılıkların öncesinde, sırasında ve sonrasında ortaya çıkan duygusal çalışmayı yerine getiren benlik tarafından gerçekleştirilir. Bu çabalar olmadan zaman, sınırlar ve nesne yatırımlarının geçiciliği hakkında geçerli bir anlayış mümkün olmazdı. Freud, sevilen insanlar veya yüksek değer verilen kavramlar gibi nesnelerin geçiciliğinin ruhsallık üzerinde yarattığı duygusal görevleri tartışmıştır (22, s. 359) ve bu geçiciliğin onların değerini azaltmadığına olan inancını dile getirmiştir. Freud şöyle der: "Tam tersine, bir değer artışı! Geçicilik değeri, zaman içindeki bir nadirlik değeridir."

Freud’un bu yaklaşımı, duygusal çocukluğun terk edilmesine dayanır. Bu yaklaşımda, arzunun tümgüçlülüğü konusundaki narsisistik ısrarın izine rastlanmaz; bunun yerine, bu, gerçekçi değerlerin benimsenmesinin bir ifadesidir. Ancak, nesne yatırımlarının geçiciliğini anlamaktan daha zor olan şey, kendimizin de geçici olduğumuz, narsisistik libido ile donatılmış benliğin de zaman içinde sonlu olduğu gerçeğini entelektüel ve duygusal olarak tam anlamıyla kabul etmektir.

Bu başarının yalnızca otonom aklın ve en yüksek nesnelliğin narsisizmin taleplerine üstün gelmesine dayandığını değil, aynı zamanda narsisizmin daha yüksek bir biçiminin elde edilmesine de bağlı olduğunu düşünüyorum. Hayata, Romalıların sub specie aeternitatis (ebediyet perspektifi altında) olarak adlandırdığı bir bakış açısıyla ulaşmış büyük insanlar, teslimiyet ve umutsuzluk göstermezler. Bunun yerine, hayatın sunduğu çeşitli zevklerden keyif alamayan ve ölümden korkarak onun yaklaşmasından titreyen kalabalığı genellikle hafif bir küçümsemeyle birlikte, sessiz bir gurur sergilerler.

Goethe (28), ölümün hayatın içsel bir parçası olduğunu kavrayamayan insana yönelik küçümsemesini, şu dizelerle edebi bir ifadeyle dile getirmiştir:

“Ve henüz bunu öğrenmediysen,

Şunu: Öl ve yeniden ol!
O zaman yalnızca karanlık bir dünyada
Donuk bir misafirsin."

(Selige Sehnsucht, West-Östlicher Divan)

Goethe burada, insanın ölüm gerçeğini kabul etmeden hayatta var olan her şeyden faydalanamayacağını ve bu kabul olmadan hayatın donuk ve önemsiz kalacağını ifade ediyor. Bu tutumun, ölüm korkusunun güzel bir şekilde inkârı olarak anlaşılması gerektiğini düşünmüyorum. Bu ifadede ne bir korku alt tonu ne de bir heyecan hissedilir. Aksine, yaratıcı bir üstünlük duygusu sezilir; bu duygu, sakin bir kesinlikle yargılar ve uyarır. Şüphesiz, bu en yüksek yaşam tutumunu benimseyebilen insanlar, bunu yeni, genişletilmiş ve dönüştürülmüş bir narsisizm gücüyle yapmaktadır. Bu, bireyin sınırlarını aşan bir kozmik narsisizmdir.

Tıpkı çocuğun anneyle olan birincil empatisinin, yetişkinin empati yeteneğinin bir öncüsü olması gibi, çocuğun anneyle olan birincil kimliği de bireysel varoluşun sonluluğunu kabullenmenin mümkün hale geldiği, yaşamın ilerleyen dönemlerinde ortaya çıkan benlik genişlemesinin bir öncüsü olarak görülebilir. İlk psikolojik evren, yani annenin ilkel deneyimi, birçok kişi tarafından zaman zaman ortaya çıkan belirsiz yankılar şeklinde "hatırlanır." Bu, "okyanus hissi" olarak bilinen duyguya tekabül eder (26, s. 422). Tıpkı "okyanus hissi" gibi, bireyin ölümün kaçınılmazlığını tamamen kabul etmesi durumunda, narsisistik yatırımın benlikten, birey ötesi, zamansız bir varoluşa katılıma kayması da çocuğun anneyle olan birincil kimliğiyle önceden şekillendirilmiş bir başarı olarak değerlendirilebilir.

Ancak okyanus hissinden farklı olarak, bu yatırım kayması yalnızca pasif (ve genellikle geçici) bir şekilde deneyimlenmez; kozmik narsisizme yönelik gerçek bir yatırım kayması, otonom benliğin sürekli bir etkinliğinin kalıcı ve yaratıcı bir sonucudur. Ancak çok az insan bu seviyeye ulaşabilir.

Geçiciliğin kabulü ve kozmik narsisizmin neredeyse dini bir şekilde kutlanmasından, yalnızca insana özgü bir başarı olan mizah yeteneğinin incelenmesine geçiş, ilk bakışta uzak bir yol gibi görünebilir. Ancak bu iki fenomen arasında çok ortak nokta vardır. Freud’un mizah üzerine yazdığı makaleyi (25, s. 383) ölüm korkusunun üstesinden mizahla gelinerek daha yüksek bir seviyeye çıkıldığı bir fıkra ile başlatmış olması bir tesadüf değildir: "Eğer bir suçlu, pazartesi günü idama götürülürken, ‘Ha, hafta iyi başladı!’ derse, o... mizah yapar ve bu mizahi süreç ona belli bir tatmin getirir." Freud ayrıca mizahın "özgürleştirici bir etkisi" olduğunu, "büyük ve yüce bir yanı" bulunduğunu ifade eder; mizah, bir "narsisizm zaferi" ve "benliğin yenilmezliğinin zaferle kanıtlanmasıdır" (s. 285). Ancak Freud, metapsikolojik olarak bu "narsisizm zaferinin," mizah yapan kişinin "psikolojik vurguyu benliğinden çekip üst-benine kaydırmasıyla" (s. 387) gerçekleştiğini açıklar.

Dolayısıyla hem mizah hem de kozmik narsisizm, narsisizmin dönüşümleridir ve insana narsisistik benliğin taleplerine nihai bir üstünlük sağlama konusunda yardımcı olurlar. Bu, hem prensipte kendi sonluluğunun farkına varmayı hem de yaklaşmakta olan ölümünü kabullenmeyi içerir.

Şüphesiz, benliğin ölüm korkusunu aştığı iddiası, çoğu zaman gerçek değildir. Bir kişi asla ciddi olamıyorsa, aşırı derecede şakaya yöneliyorsa veya günlük yaşamın acılarını ve zorluklarını görmezden gelerek sürekli "başını bulutların arasında" gezdiriyorsa, bu palyaço ya da aziz karşısında şüphe duyarız. Muhtemelen bu kişinin mizahının ya da dünyadan kopukluğunun gerçek olmadığı varsayımımızda haklıyızdır. Ancak bir kişi, narsisistik benliğin iddialarına ters düşen değişmez gerçeklere mizahla karşılık verebiliyorsa ve gerçekten kendi sonunu felsefi bir şekilde değerlendirebilecek sakin ve üstün bir tutuma ulaşabiliyorsa, bu durumda narsisizminin dönüşüme uğradığını (Freud’un ifadesiyle, "psikolojik vurgunun benlikten çekilmesi") kabul ederiz ve bu başarısından dolayı ona saygı duyarız.

Benliğin çıkarlarının göz ardı edilmesi, hatta kendi ölümünün kabul edilmesine kadar gitmesi, aynı zamanda en yüksek nesne yatırımı durumlarında da görülebilir. Bu tür örnekler (örneğin, aşırı kişiselleştirilmiş bir vatanseverlik dalgasında) her zaman aşırı bir ruhsal ısınma halinde meydana gelir; bu sırada benlik felç olur ve adeta trans halindedir. Ancak ölümle yüzleşmemize ve onu inkâr etmeden kabul etmemize olanak tanıyan mizah ve kozmik narsisizm, metapsikolojik açıdan, benlikten yapılan yatırımların nesnelere yönlendirildiği bir "aşırı yatırım" haline dayanmaz. Bunun yerine, narsisistik benlikten yatırımların çekilmesine ve narsisistik libidonun yeniden dağıtılıp dönüştürülmesine dayanır. Ve aşırı nesne yatırımı durumlarının aksine, bu süreç, benliğin kapsamını daraltmaz; benlik, aktif ve özgür kalır.

Benlikten yapılan yatırımların gerçek bir şekilde çekilmesi, yalnızca sağlam ve iyi işleyen bir benlik aracılığıyla yavaşça gerçekleştirilebilir. Bu süreç, sevilen benlikten yapılan yatırımların, kişinin kendisiyle özdeşleştiği birey ötesi ideallere ve dünyaya aktarılması sırasında yaşanan bir yas süreciyle birlikte gelir.

Mizahın ve kozmik narsisizmin en derin biçimleri, bu nedenle, büyüklük hayalleri ve coşku görüntüsü sunmaz; bunun yerine, inkar edilemez bir melankoliyle karışık, sakin bir içsel zaferi temsil eder.

Son konumuza, bilgelik adını verdiğimiz insani tutuma ulaşmış bulunuyoruz. Bilgi hiyerarşisinde, bilgi akışı bilgi – kavrayış – bilgelik olarak yükselirken, ilk iki aşama hâlâ neredeyse tamamen biliş çerçevesinde tanımlanabilir. Bilgi terimi, dünya hakkında izole edilmiş verilerin toplanmasını ifade eder; kavrayış ise bu verilerin soyutlamalarla bağlanarak oluşturduğu bütünsel bir dokudur. Ancak bilgelik , bilişsel alanın ötesine geçer; bu alanı kapsamakla birlikte onu aşar.

İnsan, bilgelik düzeyine, değiştirilmemiş narsisizmini aşma ve fiziksel, entelektüel ve duygusal kapasitesinin sınırlarını kabul etme yeteneği sayesinde ulaşır. Bilgelik, narsisistik arzuların bırakılmasını gerektiren ruhsal bir tutumun, bilişsel süreçlerin daha yüksek seviyeleriyle birleşimi olarak tanımlanabilir. Ne idealler ne mizah yeteneği ne de yalnızca geçiciliğin kabulü bilgelik için yeterlidir. Bilgelik, bu üç unsurun bir araya gelmesiyle oluşur ve bu birleşim, onu oluşturan bireysel duygusal ve bilişsel niteliklerin ötesine geçen yeni bir ruhsal yapı meydana getirir. Bu nedenle bilgelik, kişiliğin hayat ve dünyaya karşı aldığı bir tutum olarak da tanımlanabilir. Bu tutum, bilişsel işlevlerin, mizahın, geçiciliğin kabulünün ve sağlam bir değerler sisteminin birleşimiyle şekillenir.

Yaşam boyunca bilgi toplama, kavrayıştan önce gelir. Bilişsel algılama bileşeni açısından bakıldığında bile, bilgelik gençliğe özgü bir nitelik olamaz, çünkü önce deneyim ve çaba yoluyla geniş bir bilgi temeli oluşturulmalıdır. Gençlikte idealler en yüksek düzeyde libidinal yatırım alır; mizah genellikle olgunluk çağında doruğuna ulaşır; geçiciliğin farkına varma ise ancak ileri yaşlarda gerçekleşebilir. Bu nedenle bilgelik genellikle yaşamın sonraki yıllarına özgüdür.

Bu yüksek başarının özünde narsisistik yanılsamalardan büyük ölçüde vazgeçmek yatar ve bu, ölümün kaçınılmazlığını kabul etmeyi içerir. Ancak bu kabul, yaşamın görevlerine yönelik bilişsel ve duygusal bağların kopmasına yol açmaz. Bilginin en yüksek başarısı, yani benliğin sınırlarının ve sonluluğunun kabulü, izole bir entelektüel sürecin ürünü değil, geniş bir bilgi temeli kazanmış ve narsisizmin ilkel biçimlerini ideallere, mizaha ve dünyayla birey ötesi bir katılım duygusuna dönüştürmüş bir bütünsel kişiliğin yaşam çalışmasının bir ürünü ve zaferidir.

İdealize edilmiş değerlerin eksikliği, narsisizme getirilen sınırlamaların duygusal anlamını değersizleştirme çabasıyla birleşerek, haz arayan, her şeye kadir bir benlik aşırı şekilde yüceltildiğinde, sarkazma yol açar. Ancak, mizahın olumsuz koşullar üzerindeki zaferi ve insanın yaklaşan sonunu değerlendirme yeteneği için en önemli ön koşul, yüksek değerlerin oluşturulması ve korunmasıdır. Metapsikolojik olarak ifade edersek, bu, üst-ben’in güçlü bir şekilde idealize edilmesini gerektirir.

Bilgelik, yalnızca eski ideallere yapılan libidinal yatırımın korunmasıyla değil, aynı zamanda onların yaratıcı bir şekilde genişletilmesiyle de karakterize edilir. Ancak, yaşamın sonuna yaklaşırken sergilenen katı bir ciddiyet ve ağırbaşlı bir kutlama tutumunun aksine, gerçekten bilge bir insan, olgunluk yıllarının mizahını, bireysel bir yaşamda elde edilebilecek şeylere dair biraz ironi ve ölçülülük duygusuna dönüştürebilir — hatta kendi bilgeliği de buna dahildir.

Benliğin narsisistik benlik üzerindeki tam hakimiyeti, yani binicinin at üzerindeki nihai kontrolü, muhtemelen sonunda, atın da yaşlanmış olmasıyla kesin bir destek bulur. Ve belki o zaman, elde edilen şeyin bir hakimiyetten çok, büyük doğa güçleri söz konusu olduğunda hepimizin birer "pazar binicisi" olduğuna dair son bir gerçeği kabul etmek olduğunu anlarız.

Bu çalışmanın sonunda, ele aldığım ana konuların kısa bir özetini sunmak istiyorum. Vurgulamak istediğim, narsisizmin, yalnızca nesne sevgisinin öncüsü olarak değil, aynı zamanda bağımsız ruhsal yapılandırmalar olarak ele alınması gerektiğidir; bunların gelişimi ve işlevleri, özel bir inceleme ve değerlendirmeyi hak eder. Ayrıca, olgun kişiliğin bir dizi karmaşık, otonom başarısının narsisizmin dönüşümlerine dayandığını, yani narsisistik yatırımları kontrol altına alma ve onları benliğin en yüksek hedeflerine hizmet edecek şekilde yönlendirme yeteneği sayesinde oluştuğunu göstermeye çalıştım.

Son olarak şunu söylemek istiyorum ki, bu kavramsal yapıların psikanalitik terapi için değerine giderek daha fazla ikna oluyorum. Bu kavramlar, hastalarımız arasında sıkça rastlanan narsisistik kişilik tiplerinin psikopatolojisinin geniş yönlerini formüle etmekte faydalıdır; onların içinde meydana gelen ruhsal değişimleri anlamamıza yardımcı olur ve nihayetinde, terapötik başarının değerlendirilmesine katkı sağlar.

Birçok durumda, narsisistik yapıların yeniden şekillendirilmesi ve kişiliğe dahil edilmesi — ideallerin güçlendirilmesi ve narsisizmin mizah, yaratıcılık, empati ve bilgelik gibi iyileştirici dönüşümlerine, en azından mütevazı ölçüde, ulaşılması — terapinin daha özgün ve geçerli bir sonucu olarak görülmektedir. Bu, hastanın narsisizmini nesne sevgisine dönüştürme konusundaki genellikle yalnızca yüzeysel ve geçici istekliliğinden daha değerli bir sonuçtur.

Suzan Girginer