Anna Freud’un “Ego ve Savunma Mekanizmaları”

Anna Freud’un “Ego ve Savunma Mekanizmaları”

Çeviren: Suzan Uğur Girginer

Yılbaşından hemen önce, İngiliz Psikanaliz Topluluğu’nun haber bülteni elime geçti ve ön sayfasında, Londra’daki yaşlı Sigmund Freud’un bir fotoğrafı ve altında da “Freud’un modası geçti mi?” başlıklı, bültenin birinci makalesi duruyordu. Bir kadın meslektaşımın küçümseyici bir şekilde bana söylediği haliyle: “Freud, soğumuş bir kahvedir!”. Bu kısa makale, günümüzün, kleiniyen ekolün muhtemelen en tanınmış temsilcisi Hanna Segal tarafından yazılmıştı. Başlıkta duran soruyu, hem “evet”le hem de “hayır”la cevaplıyor Segal. Evet tarafında, Freud’un, günümüzde çok az psikanalist tarafından paylaşılan kadın gelişimi üzerine bakışını anıyor. Hayır tarafında ise, Segal’in fikrine göre, Freud’un asla eskimeyecek olan temel düşüncelerini sayıyor: 1. Bilinç, ruhsallığımızın (psikemizin) sadece küçük bir bölümünü oluşturmaktadır ve bilinçli süreçler, bilinç-dışı içeriklerin etkisine tabi olduğu; 2. Freud’un bize, örneğin, görünüşte anlamsız semptomlara ya da psikotiklerin tuhaf davranışlarına dair derin anlamların anlaşılmasına olanak sunduğu; 3. Freud’un, çatışmaları, sevgi ve nefret duyguları ve cinsel dürtüleriyle birlikte, çocukluğun ve çocukluk gelişiminin önemini vurguladığı; 4. Psikanalizin, ruhsallığı (psikeyi) anlamaya ve sürekli daha çok anlamak için çabalamaya dayanan tek terapi şekli olduğu için terapötik bir yöntem olarak hala geçerli olduğu.

Aynı soruyu, bugün de Anna Freud için sorabiliriz: “Anna Freud eskidi mi? Modası geçti mi? Dünden kalan bir kar mı?”. Bu yazı, bu soruya ilişkin cevabımı içermektedir.

Ego ve Savunma Mekanizmaları

Ego ve savunma mekanizmaları, Anna Freud’un, babasının 80. Doğum gününe hediyesidir ve 1936’da yayınlanarak, psikanalitik literatürde bir klasik haline gelmiştir. Ama bu her zaman böyle değildi. Bu kitabı ve içeriğini, yirmi yıldan daha uzun bir süre önce, Londra’daki Hampstead Kliniği’nde, Joseph Sandler tarafından yönetilen Index-Servisi’nde, Anna Freud’la birlikte çalışırken bir yıl boyunca tartıştığımızda, bu kitabın yazıldığı zamanın atmosferini anlatır Anna Freud. O zamanlar,

“Ego’nun (ben’in), psikanalitik tartışmaya ve psikanalitik literatüre bu şekilde girmesinin, birçok psikanalist tarafından şüpheyle karşılandığı zamanlardı. Ego’nun (ben’in), bilinç-dışı id’le (alt-benlik’le) olan ilişkisine dair düşünceler, tarafımdan, sunulmuştu. Heinz Hartmann tarafından ise, Ego’nun, çatışmalardan arınmış alanıyla ilgili düşünceler geldi ve hem benim hem de Hartmann’ın düşünceleri Viyana Derneği’ne aşağı yukarı aynı zamanlarda ulaştı. O zamanlar, Ego ya da Ego-etkinliklerinden söz eden her tür girişime düşmanca davranan görece çok büyük bir grup vardı. Babamın yazılarında asla böyle bir düşmanlık yoktu. Helene Deutsch’un, bana, bu kitapla birlikte analistler tarafından sonsuza dek aforoz edileceğimi, çünkü alt-benlik ile değil ego ile uğraştığımı söylediğini hatırlıyorum” (Sandler, J., Freud, A., 1989, s. 15).

Anna Freud’un kitabında ilgilendiği şeylerden biri, analitik çalışma içerisinde egonun rolüne yaptığı vurgudur: “Başlangıcından bu yana, analitik terapinin nesnesi, ego ve onun bozukluklarıydı; alt-benlik ve onun işleyişinin araştırılması, terapi amacının her zaman bir aracıydı ve bu amaç daima aynıydı: bu bozuklukların ortadan kaldırılması ve ego işlevinin yeniden kazanımı” (Freud, A., Yazılar 1, s. 198). 

Bugünün bakış açısından hareketle bu kitabın hayranlık uyandıran yanı, Freud’dan farklı olarak, ağırlıklı olarak yetişkin analizlerinden çıkarsanan yeniden yapılanmalar üzerine temellenmeyen, bilakis çocuk ve ergenlerin gözlem ve analizlerinden elde edilen bir psikanalitik gelişim kuramının ilk sistematik başlangıcı olmasıdır. Anna Freud’un kitabındaki çok sayıdaki klinik örneklere bakıldığında, görürüz ki, örneklerin çoğunluğu çocuk ve ergen analizlerinden gelmektedir.

Ayrıca, kitabın içerdiği bölümlerin yaklaşık olarak yarısı, çocukluk ve ergenlik dönemleri için tipik olan ve belirli gelişim dönemlerinde normal de olan savunma biçimleriyle uğraşı halindedir.

Anna Freud’un, savunma mekanizmalarının bir kronolojisini oluşturma çabasında, gelişimsel bir yaklaşım görülmektedir. Gerileme (regresyon), karşıtına dönüştürme ya da kendine karşı döndürme gibi, dürtünün kendisinde meydana gelenleri, “dürtünün kendisi ya da dürtü uyaranları ve herhangi bir dürtü doyumunun engellenmesi arasındaki savaş kadar eskidir” diyerek sınıflandırır (s. 242).

Öte yandan, bastırma ve yüceltme, “davranış düzleminde daha geç bir dönemde kullanılabilecek olan savunma mekanizmalarıdır” (s. 242) der, çünkü, ego ve alt-benlik arasındaki açık yapısal farklılaşmayı bir yandan, üst-benlik ve ego arasındaki farklılaşmayı da öte yandan koşul olarak görmektedir Anna Freud. Melanie Klein’ın gelişim kuramının aksine, Anna Freud için, yansıtma (projektion) ve içe alma/atma (introjektion), kendilik ve nesneler ya da kendilik ve dış dünya arasında açık bir farklılaşma olduğunda ortaya çıkabilecek olan (savunma) mekanizmalar(ın)a aittir. Buna karşın, Melanie Klein, yansıtma ve içe alma/atmaya, ego inşası ve egoyu dış dünyadan ayrıştırma görevini atfeder (s. 242). 

Bu, beni, Anna Freud’un kitabında sunduğu ve yansıtma ve içe alma/atma süreçlerinde merkezi bir rol oynayan yeni savunma mekanizmalarından ikisine götürüyor. Anna Freud’un, Freud tarafından, başlangıçta, çeşitli çalışmalarda betimlenen on savunma mekanizmasına başvurduğunu hatırlayacaksınız (bastırma, gerileme, tepki oluşturma, izolasyon, olmamış gibi yapma, yansıtma, içe alma, kendine döndürme, karşıtına döndürme ve yüceltme). Daha sonraki bölümlerde, iki yeni savunma mekanizması daha tanımlar. Bunlar, saldırganla özdeşleşme ve diğerkamcı (alturistik) geri çekilmedir (kendi ihtiyaçları ve dürtü uyaranlarından vazgeçme ve başkalarının ihtiyaçlarını ve dürtülerini doyurmak için abartılı bir çaba harcama). Bu iki yeni savunma mekanizmasıyla, çocuklar, ergenler ve yetişkinlerle yaptığımız klinik çalışmalarımızda tekrar tekrar karşılaştığımız ve altmış yıl önce olduğu kadar bugün de geçerli olan iki savunma biçimini tanımladığını düşünüyorum. Aynısı, ergenlerin karakteristik iki savunma mekanizması olan çilecilik ve entellektüelleştirme için de geçerlidir.

Klasik freudiyen psikanalize ve Ego-Psikologları olarak adlandırılan Heinz Hartmann ve Anna Freud’a, sıklıkla, nesne ilişkileri alanını ve bu alanın önemini ihmal ettiklerine dair eleştiriler yöneltilir. Ancak saldırganla özdeşleşme ve diğerkamcı geri çekilme formunda Anna Freud tarafından tanımlanan bu iki savunma biçimi, fazlasıyla nesneyle ilişkili oldukları ve bu bakımdan bazı durumlarda özdeş olmasalar bile, Melanie Klein tarafından tanımlanan yansıtmalı özdeşleşme ile karşılaştırılabilir oldukları için tam tersini kanıtlamaktadır.

Bunu göstermek adına, Anna Freud’dun saldırganla özdeşleşmeye ilişkin birçok klinik örneğinden ikisini burada alıntılamak istiyorum:

Birinci örnek, “kaldığı çocuk esirgeme kurumunun zilini sürekli çalma alışkanlığı olanbir oğlan çocuğuna ait. O’na kapıyı açan hizmetli kızı, yüksek perdeden bir sesle, kapıyı geç açtığı ve kapıyı geç açma özensizliği nedeniyle sitemlere boğar. Parmağını zilde ısrarlıca tutarak çalmaya devam etmesi ve öfkesinin patlaması arasındaki zaman zarfında, kendisinin kapıyı böyle saygısızca çalıyor olması dolayısıyla kendisine yöneltilebilecek olan sitemlerden de kaygılanmaktadır. Bu yüzden, hizmetli kızın, oğlanı bu nedenle suçlamasına fırsat bırakmadan, kendisi hizmetli kıza suçlamalarla saldırmaktadır. Bir önlem olarak ettiği küfürlerin şiddeti, kaygısının şiddetine denk düşmektedir. Oğlan, devraldığı saldırganlığı (agresyonu) herhangi bir temsil edici kişiye karşı kullanmaz, bilakis, kendisinden saldırganca bir tutum beklediği dış dünyadaki o kişiye karşı geri çevirir. Saldıran ve saldırılan arasındaki bu değiş tokuş, bu vakada, sonuna kadar bu şekilde gerçekleşmiştir” (s. 297).

Bu örnek, bu savunmada, iki mekanizmanın birden kullanıldığını açıkça göstermektedir. Bir yandan, beklenen suçlanmaların içe atılması ve bunlarla özdeşleşme; öte yandan saygısız benlik kısımlarının nesneye yansıtılması ve daha sonra ona saldırılması. Yansıtmalı özdeşim, bir nesneye yansıtılan benlik parçasının kontrolü ele geçirme çabası olarak anlaşılırsa, o zaman bu oğlanın az önce alıntılanan davranışı bu mekanizmanın bir örneği olarak görülebilir.

Kleincı psikanaliz sözlüğünde Hinshelwood, yansıtmalı özdeşim tartışmasında, kendisini, Bion’un, bu sürecin normal ve patolojik kullanımı arasında yaptığı ayrımla ilişkilendirir. Patolojik kullanım, “acı verici ruhsal bir durumdan kurtulmak için onu şiddetle dışarıya atmak üzere fantazide bir nesneye zorla girmeye yol açan bir amaç güder. Bu yolla, doğrudan bir rahatlamaya ulaşılmak istenir. Sıklıkla amaç, nesneyi tedirgin edip kontrolü ele geçirerek boyun eğmesini sağlattırmayı hedeflemektedir” (s. 271). Bana öyle geliyor ki, yansıtmalı özdeşime dair bu şekilde bir tanımlama, aynı zamanda, saldırganla özdeşime de denk düşmektedir. Thomas Ogden (1982) de bu iki konseptin benzerliğine işaret etmiştir.

Ve şimdi, biraz daha karmaşık olan ikinci örneğimizi alıntılayalım: “Ödipus karmaşasının zirvesinde olan bir oğlan çocuğu, annesine olan bağın üstesinden gelmek için detaylıca açıklanan yöntemi, yani saldırganla özdeşleşmeyi, kullanır. Annesiyle olan iyi ilişkisi, ona olan mızmızlanmaları sebebiyle bozulur. Neden böyle yaptığı pek de anlaşılır olmayan her türden basmakalıp sitemleri annesine karşı tekrarlar durur. Sürekli bir şekilde annesinin merakından şikayetçidir. Yasak duygularının işlendiği ilk adım, gayet açıktır. Fantazisinde, annesi, onun kur yaptığını bilmektedir ve onu kötücül bir şekilde reddetmektedir. Annesinin kötücüllüğü, oğlanın anneye karşı olan kendi kötücüllüğünde aktive olarak temsil edilmektedir. Ama, annesine yönelik olan bu suçlamaları genele yayılmamış, bilakis, annesinin merakına dair özel/spesifik bir alanda kalmıştır. Çocuğun analizi göstermiştir ki, bu merak, annesine ait değil, aksine kendi dürtülerine aittir. Anneyle olan ilişkisinde, tüm kısmi dürtüleri arasında, annesine yönelik olan onu seyretme arzusu kendisine en büyük zorluğu yaratmaktadır. Buradaki takas mükemmeldir. Annesinin kötücüllüğünü üstlenir ve annesine de meraklılığı atfeder (s. 299/300).

Bu örnek, Anna Freud’un, saldırganla özdeşimi hangi nedenle “üst-benlik gelişiminde bir ara basamak” olarak anladığını açıkça göstermektedir: bir yandan, nesne vasıtasıyla (anne) düşlemlenen eleştirisiyle bir içe alma/atma ve özdeşleşme vuku bulsa da öte yandan da benliğin çatışmalı kısmını (merak) eş zamanlı olarak anneye yansıtılmakta ve onunla orada savaşılmaktadır. Bununla birlikte, suçluluk duygusunun yansıtılması da vuku bulur. Bu ara aşama, “ahlakın ön aşamasıdır” ve “gerçek ahlakın başlamasından” önce, yani “çocuğun, kendini davranışlarında suçlu algılamasıyla ego zemininde bir üst-benlik talebi olarak içselleştirilmiş eleştiri birbirleriyle örtüştüğünde” gelişimin devamı için bir ileri adım daha gereklidir. O andan itibaren, üst-benlik, dışa doğru değil, içe doğru yönelir (s. 301/2). İndex tartışmalarında, Anna Freud, üst-benliğin bir bölümünü, yani eleştirel, yargılayıcı ve sadistik olanı saldırganla özdeşimle eşitledi (s. 294).

Anna Freud, bazı insanların bu ara basamakta takılıp kaldıklarını, suçluluk duygularını yansıtmaya ve diğer insanlara karşı saldırgan olmaya devam ettiklerini söyler. Hampstead İndex tartışmalarında, şu yorumu da ekledi Anna Freud: “demek istediğim, başkalarını eleştirmenin, kendini eleştirmekten daha kolay olduğu yaygın bir deneyimdir. Bazı insanlar, tüm yaşamları boyunca böyle kalırlar ve bazıları da kendilerini eleştirmeye katlanmayı öğrenirler” (s. 285 ve s. 294).

Şimdi, gelişimsel olarak saldırganla özdeşimden önce gelen ancak onunla akraba olan erken dönem savunma mekanizmalarından ikisini de eklediğimizde, Anna Freud’un gelişimsel yaklaşımı daha da açık hale gelir. Burada, fantazideki inkar üzerine bir yandan, diğer yandan da Anna Freud’un “savunmanın ön aşaması” olarak nitelediği sözde ve eylemdeki inkar üzerine düşünüyorum. Buna bir örnek konuyu daha anlaşılır kılacaktır: “Yedi yaşındaki bir oğlan çocuğu, şu fantaziyle meşguldür: evcil bir aslanı vardır. Aslan, tüm diğer insanları korkutmaktadır ve sadece onu sevmektedir, sadece onun sözünü dinlemektedir ve küçük bir köpek gibi ona her yerde eşlik etmektedir. Aslana güzel bakar, beslenmesini ve rahatını sağlar ve akşamları kendi odasına ona bir yatak hazırlar. Gündüz düşlerinde devam ettirilen halinde olağan olduğu şekilde, bu temel fantaziden sayısız arzu dolu episodlar türer” (s. 261).

Bu çocuğun analizine dayanarak, Anna Freud, bu aslanın çocuğun korktuğu babasının yerine bir ikame nesne olduğunu ve çocuğun, babasının saldırganlığı aslan fantazisi üzerinden sahiplendiğini ve böylece başkalarını tehdit edebileceğini gösteriyor. Bu şekilde, babadan duyulan kaygıyı arzu dolu zıddına dönüştürmekte ve bu yolla başkalarına korku salan bir çocuk haline gelebilmektedir.

Melanie Klein’ın yansıtmalı özdeşim bağlamındaki şu klinik örneği, Anna Freud’un vakasıyla ne kadar da benzerdir: “Gerald, babasına karşı olan saldırgan arzularını doyurabilmek amacıyla, oyuncak kaplanını yan odaya göndermek istedi. Kişiliğinin ilkel kısmı, sunulan bu vakada, kaplanı temsil etmektedir” (Hinshelwood, s.264). 

Bu örnekler ve mekanizmalarla öncelikli olarak açık hale getirmeye çalıştığım şey hem iç hem de dış nesnelerin mevcut olduğu nesne ilişkileridir. Belki de daha açık hale getirmek için, Anna Freud’un kitabında tanımladığı, yani kabul edilemez benlik kısımlarının yansıtılmasının yine merkezi bir rol oynadığı diğerkamcı geri çekilmeye ikinci yeni savunma mekanizması olarak başvurmalıyım. Ancak burada libidinöz arzuların geri çekilmesi söz konusudur. Bu yüzden bu mekanizmalar “önemli olumlu bağların kurulmasına ve bunlarla insani ilişkilerin tatmin edilmesine hizmet ederler (s. 306).

Bu bölümdeki ilk örnek, çocukken güzel elbiseler ve çok sayıda çocuk sahibi olmayı istemiş olan genç bir mürebbiyeyle ilgildir. O zamanki arzuları kendini dayatan ve doyumsuz nitelikteydiler. Genç yetişkinliğinde, bu arzularına karşıt bir imaj sunmuştu: utangaçtı ve iddiasızdı, evlenmemişti ve çocukları da yoktu. Cinselliğe hiç bulaşmamıştı ve giydiği elbiseleri de hiç dikkat çekici değildi. Cinselliği reddedişinden rahatsızlık duymuyordu. Ama meslektaşlarının ve arkadaşlarının aşk hayatlarını olumlu bir ilgiyle takip ediyordu ve kendi cinselliğini reddedişi bu ilgiye engel teşkil etmiyordu. Birçok arkadaşının aşk maceralarına dair güvenilir bir sırdaştı ve evliliklerinde de yardımcı oluyordu. Kendi giyim kuşamına dair ilgisinin eksikliği, başkalarının giyim kuşamıyla aktif olarak ilgilenmesini de engellemiyordu. Kendisinin çocuksuz oluşu, meslek yaşamında mürebbiyeliği seçmesinde ifade bulan, başka insanların çocuklarına ilgiyle bakmasıyla da paralel gidiyordu. Arkadaşlarının güzel elbiseler giymesine, beğenilmelerine ve çocuk sahibi olmalarına dair yoğun bir ilgi gösterdiği de söylenebilirdi (s. 307).

Anna Freud, ilksel infantil (çocuksu) dürtülerden daha sonraki ilerleyen yaşlarda vazgeçilmesi ve diğerkamcı bir geri çekilmeye dönüşmesini şu şekilde açıklar: “katı bir üst-ben sayesinde (başlangıçta var olan) bir dürtüden vazgeçilmesi, bu mürebbiyenin kendi arzu uyaranlarını gerçekleştirmesini imkansız kılmaktadır (…). Ama bu arzular/dürtüler bastırılmış değildirler. Bu uyaranların her birisi için, dış dünyada bu arzuları temsil edebilecek (kendilerinde doyurabilecek) birer ikame kişi bulunur (…). Böylelikle, bu mürebbiye, yasak dürtü uyaranlarını diğer insanlara yansıtır” (s. 308). Ancak, saldırganla özdeşim mekanizmasından farklı olarak, diğerlerine yansıtılan libidinal arzularla özdeşleşilir ve bu libidinal arzularla özdeşim, mesafe yerine yakınlığa yol açar. “Dürtü hazzı, böylelikle, kişiye, yansıtma ve özdeşleşme vasıtasıyla mümkün hale gelen başkalarının dürtülerinin doyurulmasından (onlarla birlikte) haz almaktan ibarettir. Dürtü yasaklarının onları kendi yaşamlarında zorladığı geri çekilme/kısıtlama, yabancı nesneye kendi arzularını, tatmin edilmek üzere yansıtmaları söz konusu olduğunda, kaldırılır. Buna göre, kendi dürtü uyaranlarından diğer insanlar adına geri çekilmesi bencil (egoistik) bir anlam taşır; ama başka insanların dürtülerinin doyurulması adına gösterilen çaba, diğerkamcı (elsever) olarak adlandırmak zorunda olduğumuz bir davranışla sonuçlanır (s. 308).

Bu diğerkamcı davranışı, genç mürebbiyenin ergenliğinin başlangıcında açıkça görmekteyiz: “On üç yaşındayken, gizlice, zamanında onu aşırı kıskandığı ablasının bir arkadaşına aşık olur. Bazen, aşık olduğu bu çocuğun, onu kız kardeşine tercih edip etmediğine dair şüpheler duyar ve bu çocuğun kendisine olan aşkına dair kanıtlar umar. Bu tür fırsatların birinde, çoğu zaman olduğu gibi, yine kendini geri çekti. Genç adam, mürebbiyenin kız kardeşini bir akşam randevusu için dışarı çıkarmak üzere beklenmedik şekilde eve geldi. Analizinde, genç adamla karşılaştığı o başlangıçtaki felç edici hayal kırıklığının nasıl bir meşguliyete aniden dönüştüğünü çok net çok net hatırlamıştı. Kız kardeşini bu randevu için güzelleştirmeye çalışmış ve onu çok kıskanarak süslemiştir. Bunları yaparken, çok mutluymuşçasına bir ruh haline girmiş ve o esnada dışarı çıkanın ve bu zevki yaşayacak olanın kendisi değil, kız kardeşini olduğunu (bir başkası) tamamen unutmuştur. Kendisinin aşk ve beğenilme arzusunu rakibine yansıtmış ve haset nesnesi ile özdeşiminde bu arzularını doyurmanın keyfini yaşamıştır (s. 309). Bu, ikame nesnenin temsil ettiği bir doyum şeklidir (dolaylı doyum).

Anna Freud biyografı olan Elisabeth Young-Bruehl, kitabında, muhtemelen bir çoğunuza zaten aşina gelen bir duruma, yani, yukarıda anılan mürebbiye örneğinin bu bağlamda bir otobiyografi parçası olduğuna işaret etmektedir. Bu, hiçbir şekilde bu intrapsişik (içsel ruhsal) mekanizmanın genel geçerliğini azaltmaz ve aslında Anna Freud, diğerkamcı geri çekilmenin belki de en ünlü edebi örneğine, özellikle çirkin burnu ile Cyrano de Bergerac’a bir gönderme de dahil olmak üzere, bunu gösteren birçok başka klinik örnekten bahseder. Roxane’la olan flörtünde, tüm enerjisini (onun adına) ona aşk mektupları ve şiirler yazdığı, balkonda sevgilisiyle buluştuğu gecelerde umut vaat eden sözleri kulağına fısıldadığı yakışıklı Christian’ın hizmetine verir. Bu savunma biçiminde, nesne ilişkisi, saldırganla özdeşimde olduğundan, çok daha belirgin ve yakındır, öyle ki, Anna Freud, “kişinin birlikte yaşadığı insanlarla, ötelenmiş ve yüceltilmiş bir formdaki kendi dürtü doyumunun artık bir rol oynamadığı diğerkamcı bir ilişkinin gerçekten de var olup olmadığı” sorusunu bile ortaya atmıştır (s. 315).

Anna Freud kitabında, bir çocuğun, özellikle erken dönem savunma mekanizmalarının, birincil (primer) nesne ilişkileriyle nasıl da sıkı sıkıya bağlı olduğunu da açıklığa kavuşturur: “Yetişkin nevrotik, üst benliği ile çatışmaya girmemek için cinsel ve saldırgan arzularına karşı kendisini savunduğunda, o zaman küçük bir çocuk da anne ve babasının yasaklarına ters düşmemek için kendi dürtü uyaranlarına aynı şeyi yapar. Küçük çocuğun egosu bile dürtüye karşı bağımsız şekilde/tek başına savaşmaz, bu dürtüye ilişkin savunmasında izlediği motif, sadece kendi içinde değildir. Dürtü, onu eğiten kişilerin doyumu ona yasaklamasıyla birlikte tehlikeli hale gelir. Dürtünün durdurulması, kısıtlamalar, cezalar ve tehditlerle sonuçlanır (…) Çocuğun dürtü savunması, dış dünyadan duyulan kaygı ya da gerçek kaygının baskısıyla gerçekleşir” (s. 247). Anna Freud’a göre, anılan bu gerçek kaygı, daha sonraki dönemde ortaya çıkacak olan üst-benlik kaygısı ve dürtü kuvvetinden duyulan kaygı ile birlikte, egonun savunma faaliyetini tetikleyen ana kaynaklar arasındadır.

Diğerkamcı geri çekilmeyle bağlantılı olarak, Anna Freud’un düşüncelerinde ima ettiği ve ruhsal ekonomi anlamında büyük öneme sahip olan, yani bu mekanizma vasıtasıyla saldırgan enerjilerin de serbest kaldığı bir başka konuya değinmek istiyorum. Sandler’in, Anna Freud’a, bu savunma mekanizmasının eş zamanlı olarak engellenmiş aktiviteyi ve saldırganlığı özgürleştirdiği ile ne demek istediğini sormasının ardından, 1970’lerdeki Hampstead Index tartışmaları sayesinde, kitabında ilgili referansları netleştirir: “Bu, basit. İçsel bir çatışma nedeniyle, arzuladığın ve ondan kendinin keyif almak istediği bir şeye sahip olamıyorsan, o zaman, en azından bir başkası onu elde edebilir ve sen de ikame keyif/doyum olarak adlandırılan bu dolaylı doyumla keyif/tat/doyum alabilirsin ve bu, kesinlikle buna değer. Ama, hepsi bu kadar değil. Aynı zamanda bu süreç saldırganlığı da serbest bırakır ve bunun için bir çıkış yolu yaratır. Bununla, birey olunmasını ve kökensel dürtü amacına saldırganlıkla ulaşılmak istenmesini kastediyorum: ‘İstiyorum. Alacağım ve arzuma karşı gelen herkesle savaşacağım.’ Arzu doyumu imkansız hale geldiğinde ve yasaklandığında, saldırganlık ta imkansız hale gelir ve yasaklanır. Ancak şimdi, diğerkamlık üzerinden bir başka kişinin arzusunun doyurulması için aynı enerji ve aynı saldırganlıkla savaşılabilir. Böylece hem libidinöz ikame arzunuzun doyumu hem de saldırganlığın boşaltımı olasılığı var. Aslında daha fazla insanın diğerkamcı olmaması şaşırtıcı!” (Sandler & Freud, s. 325).

Psikanalitik literatürde, Yapısalcı Kuramcı’ların (veya Ego Psikologlarının) ve Nesne İlişkileri Kuramcı’larının tezleri, hiç anlayamayacağım bir şekilde, genellikle birbirine karşıt ve birbiriyle bağdaştırılamaz olarak sunulur. Benim düşünceme göre, klinik uygulamada tekniğe denk düşen sonuçlarla, ruhsal işleyişin çeşitli yönleri üzerindeki düşünmeler ve buradan hareketle geliştirilen kuramların merkezine yerleştirerek birbirlerini tamamlarlar. Bu iki gelişim kuramının birbiriyle bütünleştirilmesi için çeşitli çabalar da mevcuttur ve olasılıkla da Otto Kernberg’in çabası bunlar arasındaki en kapsamlı ve en başarılı olanıdır.

Bana göre, belirli bir eserin ömrü ve güncelliğine dair kriter, onu tekrar ve yeniden okumamda daha önce dikkatimden kaçmış olan yeni şeyler, yeni bağlamlar ve yeni ifadeler keşfetmeye devam ediyor olmamdır. Anna Freud’un kitabında sunduğu bu görüşleri tekrar okuduğumda, kendimi, yine böyle bir durumun içinde buldum. Şimdi bu ‘keşiflerin’ birkaçını sizlerle paylaşmak istiyorum:

İlki, Anna Freud’un ayırt ettiği aktarım türleriyle ilgilidir. Freud’un, aktarım kavramının altında, analizantın, terapötik ortamda erken dönemdeki çocuksu (infantil) nesne ilişkilerini anladığını hepiniz biliyorsunuz. Size bu konuda önemli bir şey göstermek istediğim için Anna Freud’un kitabındaki tanımını okumak istiyorum: “Aktarım, hastanın analiste yönelik olarak güncel ve analitik durumda yeni ortaya çıkmayan, bilakis daha erken ve en erken nesne ilişkilerinden kök alan ve yalnızca analitik durumda yineleme zorlantısının etkisi altında yeniden canlandırılan tüm bu uyaranlardır” (s. 211). Dikkatinizi çekmek istediğim şey, “…mevcut ve analitik durumda yeni ortaya çıkmayan…” cümleciğidir.

Böylece Anna Freud, aktarım tepkilerinin yanı sıra, ilişkide “yeni ortaya çıkan” başka şeylerin de olabileceği olasılığını Melanie Klein ve O’nun ekolünden farklı bir bakış açısı olarak açık bırakır. Çocuk analizini bu noktada ilgilendiren şey, Anna Freud’un, çocuk analistinin bir çocuk için yalnızca aktarım nesnesi olmadığını, aynı zamanda onun tarafından yeni bir nesne olarak deneyimlendiğini de öne sürmesi ve bununla ilgili bakış açısını daha açık hale getirmesidir.

Anna Freud, şimdi bu aktarım biçimine iki tane daha ekliyor: savunma aktarımı ve aktarımda eyleme geçirme. Her üç biçim de yineleme zorlantısına tabidir ve her üçü de terapi sürecinde dirençlere yol açabilir. Dürtü nitelikli uyaranların aktarımı, çocuksu (infantil) dürtü ve duygu yaşantılarından kaynaklanan ve hastanın bunları kendine yabancı olarak deneyimlediği terapistle ilişkisindeki Şimdi ve Burada düzlemine taşıdığı alt-benlik içeriklerini yinelemesidir. Savunmanın aktarımını, “dürtü savunmasının eski biçimlerinin tekrar edilmesiyle ilişkilendirir. Böylece hasta, bilinçli ifadelerinde açığa çıkmak için zorladığında yetişkin egosunun ikincil olarak sansüre tabi tuttuğu, çarpıtılmamış çocuksu alt-benlik uyaranlarını sadece iletmekle kalmaz, aynı zamanda, çocukluk yaşamında zaten şekillenmiş/etkilenmiş olan tüm bu çarpıtma biçimlerinde alt-benlik uyaranlarını da iletir” (s. 212).

Bir yanda yetişkin egosu tarafından yabancı ve nahoş olarak deneyimlenen ve bu yüzden sadece şimdi ve burada’da savunularak direnç haline gelen aktarımda yeniden etkinleştirilerek gerileyen (regresif) arzular ile zaten çocuklukta savunulmuş olan yani mevcut bir savunma yapısı anlamında egoya yabancı olmayan arzuların aktarımı arasındaki fark ise öte yandan. Bu ayrım bana klinik çalışmalarımız için çok önemli görünmektedir, çünkü her iki biçim de bir direnç olarak kendini açığa çıkarabilir ve bu yüzden ilk adımda bunları birbirinden ayırmak zor olabilir. Ancak, ne türde bir aktarımla meşgul olduğumuzun cevabını bize verecek olan duygulanımsal eşlik edici sunulardır. Hasta, şimdi ve burada aktarımında yabancı bir beden parçası gibi savunulmamış bir çocukluk uyaranının (dürtüsünün) yeniden etkinleştirilmesini deneyimlediği için, direncin işlenmesi, kaygı, utanma ya da suçluluk gibi duygulara yol açar, ki bu duyguların yoğunluklarının azalması, ancak, bu duyguların geçmişteki dürtü kökenlerinin anlaşılması ve çalışılmasıyla mümkündür.

Hali hazırda çok uzunca bir süredir var olan bir savunma yapısının aktarımında durum çok farklıdır, çünkü bu savunma yapısı artık benliğe tanıdık (ego-sinton) hale gelmiştir ve bu yüzden hasta tarafından benliğe yabancı olarak deneyimlenmez. Ancak bu, bu savunma aktarımından dolayı ortaya çıkan dirençlerin çok daha yoğun olduğu ve Anna Freud’un görüşüne göre, (analitik) teknik sürecin, yeniden aktif hale gelen (reaktif) ve savunulmamış çocuksu arzuların aktarımında kullanılan teknikten farklı olması gerektiği anlamına gelir. “Bu durumda, yani savunmanın aktarımında, dürtü dönüşümünün her bir ara basamağını atlayarak, savunulan ilkel dürtü uyaranlarını her ne pahasına olursa olsun doğrudan tahmin etmenin ve hastanın bilincine çıkarmanın analistin görevi olmadığını düşünüyorum. Analitik dikkati, ilk önce, dürtüden ziyade dürtü savunmasına dair özel mekanizmaya, yani, alt-benlikten egoya yönlendirmek daha doğru bir yoldur. Bu yapıldığında, yani, dürtü dönüşümü yolu geriye doğru götürüldüğünde, o zaman analitik kazanç ikiye katlanır. Yorumlanan aktarım açıklaması, her ikisi de geçmişten gelen iki kısma ayrılır: birincisi, alt-benliğe ait olan libidinöz veya saldırgan kısım ve ikincisi, alt-benlik uyaranlarının ilk önce ortaya çıkmış olduğu çocuksu dönemdeki egoya atfetmek zorunda olduğumuz bir savunma mekanizması kısmı” (s. 213).

Parantez içinde şunu eklemek isterim ki, bu tür aktarımlardaki teknik sürecin bu betimlemesinde Anna Freud, savunmanın atlandığı ve savunulan içeriğin hemen yorumlanmaya gidildiği kleiniyen ekolün karşıt tekniğine örtük olarak işaret eder. Kleiniyen teknikle ilişkisi bağlamında, Anna Freud, hipotetik olarak, sembol çevirisine hizmet edebilecek olan bir tekniğe ve bununla, alt-benlik içeriğinin ortaya çıkarılmasının desteklenmesinin bir tehlike yaratabileceğine veya aktarımı aşırı ölçüde kullanmaya çabalayan bir tekniğe  işaret etmesiyle bu daha da açık hale gelir (s. 218). Anna Freud, böylesi bir tekniğin tehlikesini, hastanın egosunun “esir edilmiş, boğulmuş ve eyleme geçmeye zorlanan” hale getirilmesinde ve böylece “analiz edilen yerine tepkide bulunan olmasında” görmektedir (s. 218).

1970’li yıllardaki Index tartışmalarında, Anna Freud öncelikle çocuk analizine ilişkin sözlerinde gayet açık ve aşirkardı: “Bununla, o zamanlar, neredeyse tamamen sembol çevirisinden ibaret olan kleiniyen tekniğe karşı bir konumlanma kastediliyordu. Kleiniyen teknikte, çocuk oynuyor ve analist de bu oyunu tercüme ediyordu. Hatıratımda, Ernest Jones’un küçük kızının kleiniyen bir analizden geçerken, bu analizden: “çocuklar oynuyor, kadınlar konuşuyor” şeklinde bahsettiği hala durmaktadır”. Çocuk analizi tekniğini öğretirken, böylesi sembol tercümelerine karşı defalarca uyardım durdum. bu bölümün son kısmında aktarımın erken yorumlanmasına karşı bir uyarı bulunmaktadır ve bu da ilk seanstan itibaren çocuğun yaptığı her şeyin aktarım olarak anlaşıldığı ve çocuğa bu şekilde açıklandığı kleiniyen tekniğe yöneliktir (…). Çocuğun birincil nesneleri olarak ebeveynlerine karşı hissettiği her şeyin aktarıma girmesi belli bir zaman alır” (Sandler & Freud, s. 55/6).

Hem çocuklarda hem yetişkinlerde analitik teknikle ilgili bu çelişkilerin 60 yıl önce olması gerektiği kadar canlı ve güncel olduğunu düşünüyorum.

Şimdi, Anna Freud’un kitabını yeniden okuduğumda, özellikle dikkatimi çeken bir başka bölümüne başvurmak istiyorum. Dikkatimi çeken şey, ergenlik dönemindeki dürtü kaygıları ile ilgilidir ve Anna Freud’un, diğer şeylerin yanı sıra, ergenlik döneminde dürtülere karşı düşmanlığın ortaya çıktığı çilecilik ve entellektualizasyon gibi tipik savunma mekanizmalarının gelişim evresini tanımlar. Çileci tavır, öncelikle, çocukluğun birincil nesnelerine, yani ebeveynlere ve onlarla bağlantılı ensestiöz ve yıkıcı arzu ve fantazilere yöneliktir. Ve şimdi, beni özellikle meşgul eden satırlara geliyorum: “Öte yandan, dürtüden uzak durma/dürtüyü reddetme eğilimi, nesne ilişkisinin kendisinden üst-benlik otoritesiyle ilişkiye kadar yayılır/genişler. Üst-benlik, bu zaman diliminde, ebeveyn ilişkilerinden kaynaklanan libidoyla hala yüklü olduğu sürece kendisi de şüpheli bir ensestiöz nesne olarak muamele görür ve çileciliğin sonuçlarına yenik düşer. Ego da ona yabancılaşır/ondan uzaklaşır. Ergen birey, üst-benliğin bu kısmi bastırmasını, kısmi bir yabancılaşma olarak hisseder. Ego ile üst-benlik arasındaki ilişkinin sarsılması, herşeyden önce, dürtü tehlikesinin artışına etki eder. Birey, disosyal hale gelir” (s. 346).

Bana öyle geliyor ki, burada betimlenen süreç, üst-benliğin bastırmasından ziyade, köken aldığı ebeveynlerle olan ilişkinin regresif çözülmesi meselesidir. Nasıl ki ergen egosu yoğunlaşmış dürtülerin regrese olan çekimine kapılma tehlikesiyle karşı karşıyaysa, aynı kader üst-benliğin de başına gelebilir.  Ancak bu süreç ne kadar anlaşılırsa anlaşılsın, Anna Freud’un burada betimlediği şey gerçek bir kısır döngüdür: Egonun çileci savunması, üst-benliğe yabancılaşmaya ve onun kısmi çözülmesine yol açabilir. bununla, bu yapının önemli bir işlevi en azından geçici olarak, yani vicdan kaygıları ve suçluluk duygularını harekete geçirme işlevi, devre dışı kalır ve bunun sonucu olarak da dürtü akımının kesilmesinin disosyal doğasına neden olabilir.

Anna Freud’un, ergenlik dönemindeki ebeveyn otoritesiyle ilgili olan her şeye başkaldırma gibi davranışların kaynağının da aynı olabileceği disosyal davranışlar için, bu sürecin biricik açıklaması olabileceğini iddia ettiğini düşünmüyorum. Bu anlamda, bunu daha çok regresif çekime karşı verilen savaşın etkisi olarak anlayabiliriz.

Anna Freud’un 1975’teki 80. doğum günü için Kindler Yayınevi kitaplarının bir baskısını yayınladı. Bunun için, Anna Freud, Ego ve Savunma Mekanizmaları kitabına bir önsöz yazdı. Bu önsözde, geçmiş 40 yıla bakarak, kendi fikrine göre, egonun hangi yönlerini kitabında eksik bıraktığını adlandırdı. Bunlar, özellikle ego aygıtı ve defektleri, “birincil ve ikincil ego-özerkliği ve egonun kendisinin yarattığı çatışmaların öte tarafı ve kendine yarattığı çatışmasız alanlar“dı (s. 193), yani, Heinz Hartmann ve çalışma arkadaşlarının 1940’lı ve 1950’li yıllarda özel bir dikkat atfettikleri tüm alanlar. Anna Freud, önsözü şu saptamayla bitirir: “Daha yeni bulgularla, psikanalitik bir gelişim psikolojisinin yaratılmasına dönük bir ilginin merkezde durduğu çocuk gelişimindeki yollar ve yanlış yollar başka bir yayına kaldı” (s. 193/4). Bildiğiniz gibi, temel çalışmalarının ikinci bölümü 1965 yılında yayınlandı ve bu eserlerde, normal çocukluk gelişimi ve bu gelişimden sapan psikopatolojiler üzerine olan görüşlerini bir sentez olarak sundu.

Bugünün bakış açısından Ego ve Savunma Mekanizmaları’na dönüp baktığımızda, içeriğinin, yapısal model üstündeki katı kısıtlamalar ve alt-benlik, ego ve üst-benlik arasındaki güç ilişkileri nedeniyle belirli sınırlılıklar yaşadığını saptayabiliriz. Bunlar, Anna Freud’un daha sonraki yazılarında da temel olarak değişmedi. Bu konuda, bilimsel mirasını devraldığı ve kitabının yayınlanmasından üç yıl sonra ölen babasının kızıydı ve öyle de kaldı. Bunun dışında, Anna Freud’un, ödipal çatışmalarla başa çıkılması bağlamında gelişen ve çocuksu (infantil) nevrozla yoğun şekilde meşgul olmasına ve çocuksu (infantil) nevrozun öte yakasındaki en erken gelişim evresine, yani sözel olmayan zamana görece daha az bir önem sarfetmesine de üzülebiliriz. Buna rağmen, özellikle hem çocuklar ve ergenler hem de yetişkinlerle ilgili klinik çalışmalara dair içerdiği fikirlerin uygulanması açısından bu kitabın günümüzde hala değerli olduğunu düşünüyorum. Bunun için son olarak sizlere başka bir örnek vermek istiyorum. Konu yine çocuk analizi ve özellikle çocuklarda serbest çağrışımın gerçekleşmeyişinin (Anna Freud’un deyimiyle “çocuk analizi tekniğinde hissedilen en büyük boşluk“) ikame edilebilmesi sorunu etrafında dönmektedir (s. 229). Dürtüyle ilgili kısmı hakkındaki bilgi bağlamında Anna Freud, bir çocuğun rüyalarının ve gündüz düşlerinin, oyundaki fantazi yeteneğinin ve resim çizimlerinin, yetişkinlerin serbest çağrışımlarına tam olarak karşılık gelebilecek ikameleri temsil ettiğini düşünmektedir. Ancak ego tarafında durum farklıdır: “analitik temel kuralların geçerli olmayışıyla birlikte, yetişkin analizindeki ego dirençleri, yani egonun dürtü kaynaklarına karşı savunma eylemleri hakkındaki bilgileri edindiğimiz temel kurallar için mücadele de sona erer. Çocuk analizleri, alt-benlik hakkındaki bilgiler bakımından zengin ama çocuk egosuna dair bilgiler açısından ise fakir olması nedeniyle tehlikededir” (s. 229). 

Anna Freud, kendisini ilk önce, Melanie Klein’ın -kendi adlandırmasıyla- “en doğrudan şekilde serbest çağrışımın gerçekleşmeyişiyle ikame edilen “ingiliz oyun analizi” ile ilişkilendirir“. Burada, Melanie Klein, “yetişkinin çağrışımlarını çocuğun oyunlarıyla eşdeğer tutar ve bu oyunları aynen yetişkin çağrışımlarında yapıldığı şekliyle yorumlamak için” kullanır (s. 229). “Çağrışımların serbest akışı, oyunların kesintisiz akışına denk düşer; oyunların akışındaki kesintiler ve engellemeler, serbest çağrışımların bozulmasıyle aynı anlama gelir. Oyundaki bozuklukların analizi, ego-direncindeki serbest çağrışımda oluşan ego-savunması kısmını temsil eder” (s. 229/30).

Anna Freud, çocuk analizi tekniğine ve bu kurama karşı başından itibaren karşı çıktı ve bu, Anna Freud ve Melanie Klein arasındaki merkezi çatışma noktalarından biriydi. Anna Freud, “sembol yorumunun fazla sonuç yönelimli yürütülmesine” ve “çağrışım ve oyun arasındaki bu tümden eşitlemeye” karşı büyük şüpheleri/çekinceleri vardı (s. 230).  Bunun yerine, bir çocuğun duygusal dönüşümlerinin analizinde, “boşluğu doldurabilen” ve egonun ve onun savunma manevralarının çalışılmasına hizmet eden uygun bir tekniği ikame olarak gördü. Anna Freud, bunu yaparken, iki öncülden yola çıktı: birincisi, bir çocuğun duygu yaşamının bir yetişkininkine oranla daha az karmaşık ve anlaşılıp farkedilebilmesinin daha kolay olduğu; ikincisi ise, belirli yaşantılara ve deneyimlere genellikle görece sabit ve beklenilir duygusal tepkilerin olduğu idi. Örneğin bir çocuk, bir başka çocuk karşısında geri çekiliyorsa, o zaman, o çocuk kıskançlık ve incinme hissediyor olmalıdır ya da uzun zamandır arzulanan bir istek yerine geldiğinde ise, çocukta sevinç duygusu tetiklenmek zorundadır. Cezalandırılma beklentisi olduğunda da iç dünyasında kaygı harekete geçmelidir; aniden ortaya çıkan bir engellenmenin peşinden hayal kırıklığı veya öfke gelmelidir. “Çocuğun, normalde, bu spesifik durumlara bu özel duygulanımlarla tepki vermesini bekleriz. Bu beklentilerimizin aksine, gözlemlerimiz bize, çok çeşitli resimler sunar. Çocuğun, hayal kırıklığı algılamak zorunda olduğu yerde kayıtsızlık, incinme yerine aşırı neşelilik ve kıskançlık yerine  abartılı bir şefkat göstermesi gibi” (s. 230). Anna Freud’un argümentasyonuna göre, böylesi beklenmeyen duygusal dönüşümler, egonun savunma eylemlerie dair çok açık işaretlerdir. Dahası, çocuğun, normal duygulara karşı tercihen hangi savunma mekanizmalarını harekete geçirdiğini öğreniyoruz ve bu da, onun bir dürtü uyaranına karşı davranışı ve semptom oluşumu hakkında geriye dönük sonuçlar çıkarmamızı mümkün hale getiriyor.

Bir karşıtına döndürme örneği olarak, Anna Freud, küçük bir oğlan çocuğu ile yürüttüğü bir analizi sunar. Çocuk, kastrasyon kaygısı yaşadığı her durumda, içinde savaşçı impulslar (uyaranlar) hissetmekte, bir üniforma giymekte ve kendisini bir kılıç ve bir çocuk silahı ile donatmaktadır. Bu çocuk, kastrasyon kaygısını, saldırma arzusuna, yani, karşıtına dönüştürmektedir. Dürtü yaşantısı bağlamında, obsesif nevrotik tepkiler verme, yani, istenmeyen uyarımları herhalukarda karşıtına dönüştürme eğilimine girmektedir. Başka bir mekanizma ise, hayal kırıklığı yaşadığı anlarda ağzının köşesi seğiren küçük bir kız çocuğu vakasını sunar Anna Freud ve bu seğirme, istenmeyen psişik durumları, egonun, fiziksel olanlarla ikame edebilme yeteneğini gösteriyor. Kız çocuğu, dürtü yaşantılarıyla olan mücadelesinde buna uygun düşecek olan histerik tepkiler üretmiş oluyor (s. 231). Anna Freud, o zaman şu izleyen sonucu çıkarır: “Bu şekilde öğrendiğimiz şey, egonun savunma dili için bir tür çeviri tekniğinden başka bir şey değildir; bu, neredeyse tamamen serbest çağrışımdaki ego dirençlerinin çözülmesine denk düşer. Bizim niyetimiz, direnç analizindeki niyetle aynıdır. Direnci ve duygu savunmasını ne kadar çok bilinçli kılabilir ve böylece onları eylem dışı bırakabilirsek, alt-benliği anlamamız o kadar kolay hale gelecektir” (s. 232).

Çocuklarla terapi çalışması yürüten herkes, böylesi duygu dönüşümlerini gözlemlemenin, bir çocuğun çatışmalarını ve onlarla başa çıkma biçimlerini anlamada ne kadar yararlı olabileceğini açıkça görebilir. Ve son geçmiş 60 yılda, bir çocuğun egosunun işleyişine bu erişimi sağlayabilmek için önerilmiş olan daha yararlı başka bir yardımcı araç bilmiyorum ben. Kaldı ki, Anna Freud’un yerinde bir saptamasıyla, “çocuk onu açığa vurmak istemese bile, duygu kendini ele verir” (s. 231).

Bu makale ile, “Anna Freud’un modası geçti mi?” sorusuna, cevabımı vermiş oldum ve görüşlerime ilişkin yorumlarınızı ve tepkilerinizi bekliyorum.

Suzan Girginer