Psikanalitik Açıdan Duygu Kuramları: Tarihsel Bir Yakınlaştırma Çabası

Psikanalitik Açıdan Duygu Kuramları: Tarihsel Bir Yakınlaştırma Çabası

Psikanaliz, başlangıç yıllarından itibaren, duyguların anlamı ve rolleriyle yoğun bir şekilde uğraşmıştır. Ancak, başlangıçtaki ilk on yıllarda,   bağımsız bir duygu kuramını bir formüle oturtma çabası pek yoktu Psikanaliz’in. Duygular, psikopatoloji kuramında ve psikanalitik tedavilerde önemli role sahiptir. Duygulara karşı işleyen savunma mekanizmaları, psikanalizin çıkış/başlangıç noktasını oluşturur. Histerinin tedavisinde Freud, kendisinin ilk travma kuramını oluşturmuştur ve histeriyi, sıkıştırılmış (ketlenmiş) duygular şeklinde formüle etmişti, ki bu sıkıştırılmış duyguların boşaltımı tedavinin temelini oluşturuyordu (Freud, başlangıçta yöntem olarak hipnozu denemişti). Yapısal kuramın gelişimi ve dürtü kuramının giderek  daha detaylı işlenmesiyle birlikte, Duygulara olan ilgi kuramsal düzlemde arka plana itilmiş oldu. Duyguların dürtülerle olan ilişkisi bugün de bir belirsizlik içermektedir. 30’lu yıllarda ve güçlenerek 50’li yıllarda (örn. Brierley, 1951; Rapaport, 1953) duygulara dönük olarak bağımsız bir kuram geliştirme çabaları başlamıştır, ki bu çabalar son 30 yılda oldukça yol da almışlardır. Buna rağmen, Emde, Enke, Henseler gibi yazarlar 1989 yılında, psikanalizin şimdiye kadar duyguların işlevleri ve varlıkları üzerine doyurucu ve üzerinde uzlaşılmış bir kuram geliştirmemiş olduğu saptamasını yapmışlardır. Çeşitli kuramsal ve klinik çalışmalar çerçevesinde bazı psikanalitik yazarların, kısmen, bazı tekil duyguların birtakım psikopatolojilerin oluşumundaki spesifik rolleriyle ilgili uğraşıları olmuştu ve halen de olmaktadır. Giderek artan sayıdaki psikanalistler, duygular üzerine kapsayıcı bir psikanalitik kuram oluşturmaya ilgilidirler (örn. Krause, 1997, 1998; Moser & von Zeppelin, 1996). Duygu ve duygu-durum düzenlemesi konusu, psikanalizde, bebek araştırmaları, Daniel Stern’in (2000) çalışmaları ve Fonagy’nin (2004) Zihinselleştirme Modeli (das Model der Mentalisierung) ile ünlü olmuştur.

FREUD’UN DUYGULARA YAKLAŞIMI

Freud, Nevrozlar ve Psikozların Savunulması adı kitabında (1894) Bastırma’ ya dair ilk modelini ortaya koymuştu. Psikolojik olarak sağlıklı olduğu kabul edilebilecek bazı hastalarının bir noktaya geldiklerinde, katlanamadıkları tasavvurları bilinçlerinde bastırdıklarını saptamıştı ve Freud, bu katlanılamayan  ve güçlü tasavvurların bir şekilde (bastırma vasıtasıyla) zayıf bir tasavvura dönüştürüldüğü fikrine vardı. Hastalar bunu, o rahatsız edici yaşantıdan duyguyu ayırarak yapıyorlardı. Böylelikle duygu, ya bedensel olan psikopatolojik sonuca dönüşüyordu (Histeride’ki Konversiyon bozukluğu) ya da şimdiye değin rahatsız etmeyen, zararsız başka bir tasavvura eklemleniyordu (Örneğin Obsesif tasavvurlar). Histeri üzerine çalışmalar (Freud, 1895) kitabında, sıkıştırılmış duygular kuramını, açıklamalarının merkezine koymuştu Freud. Histerik semptomların kökenini, duygusuna uygun düşecek şekilde tüketilmesine izin vermeyen  travmatik bir yaşantıda görmüştü. Duygu, “sıkışmıştı” (engellenmişti). Hatırlama vasıtasıyla da duygu tekrar yaşanabilir hale gelmişti ve tüketilmişti (yaşanmıştı); böylelikle de semptomlar ortadan kalkmıştı. Psikoterapötik açıdan etkili olan bu sürece, Freud ve Breuer, Katarsis adını vermişlerdi.

Freud, 1905 ve 1915 yılları arasında dürtü kuramı çerçevesinde duygularla daha fazla ilgilenmişti (Bastırma, 1915b ve Bilinç-dışı, 1915a). Bir dürtü, bir tasarım ve psişik temsil ediciliği olan başka bir ikame vasıtasıyla temsil edilir (1915b, s. 255). Başka bir ifadeyle, Dürtü, bir tasavvura ve kendisini temsil eden bir duyguya sahiptir. Dürtüyü temsil eden niceliksel faktör, üç olası yol izleyebilir:

“Dürtü, ya tamamen bastırılır, ki ondan  hiç bir iz kalmaz; ya başka bir niteliğe bürünmüş renkte bir duygu olarak ortaya çıkar; ya da Kaygı’ya dönüşür.  Bu son iki olasılık bize bir ödev sunar, ki o da duygudaki ve özellikle de kaygıya dönüşmüş olan duygudaki dürtünün psişik enerjisinin dönüşümünü,  yeni dürtü kaderi olarak dikkate almamız gerektiğidir (Freud, 1915, s. 255-256).”

Bu duygu dönüşümü, özellikle de kök duygunun kaygıya dönüşümü  bastırma sürecinin daha önemli bir bölümünü oluşturur ve Freud’un yazılarında bu, kuramsal ve çözümlenmemiş bir sorun olarak kalır. Freud (1915a) için tasavvur ve duygu arasındaki önemli fark, duygunun bu bağlamda bilinçdışı olmayabileceği; ama bunun tasavvur için geçerli olmayışında yatmaktadır. Duygular, yanlış bağlantılar nedeniyle yanlış değerlendirilebilirler ve bu anlamda bilinç-dışı olarak tanımlanabilirler. O halde duygu (şimdi) nedir? Freud (1917) bu soruyu, bileşenler modeliyle cevaplar: bir duygu:

  1. motorik sinir iletilerinden ve taşınmasından ibarettir,
  2. bu motorik aksiyonların algısal alımlanmasından ibarettir,
  3. bir duygunun temel tonunu belirleyen arzu ve arzusuzluk            hissedilmesinden ibarettir,
  4. (biyografide) daha önceki benzer hikayelere geri götüren     anıların tortusundan ibarettir.

Daha sonraki kaygı kuramına dair ana fikrini Freud 1923’te “Das Ich und Das Es” adlı eserinde formüle eder. Ben (Ego/das Ich) kaygının ana yurdudur ve yalnızca ben, kaygıya dair duyguyu hissedebilir. Kaygı, ben’in bir tehlike ya da tehdide karşı tepkisidir, ki Freud bu kaygının üç türünü saptar: Gerçek dışsal dünyadan gelen tehditler, alt-benliğin libidosundan gelen tehditler ve üst-benliğin baskılarından dolayı oluşan tehditler. İster içsel olsun isterse dışsal, kaygı, ben’in kendisini, tehdit edici olan algıdan bir kaçış refleksi olarak geri çekmesiyle oluşur ve kaygı olarak kendisini ifşa eder. Freud, Üst-benliğin tehditleri ya da vicdandan dolayı oluşan kaygının içeriğini kastrasyon kaygısı olarak keşfetmişken, diğer kaygı içeriklerini dağınık bir halde bırakmıştır. “Hemmung, Symptom und Angst” (Engellenme, Semptom ve Kaygı) adlı eserinde Freud (1926) bu kuramını işlemeye devam etmiştir. Duygunun dönüşümüne dair çözülmemiş olan problem burada kaybolur (bunu işlemeye devam etmez). Ben (ego), alt-benlikten kaynaklanan uyaranları engeller ya da onlara yön değiştirttirir. Yanı sıra, ben(ego), içeriden gelen uyaranlara (tehditlere), çıkarımsal bir şekilde, dışarıdan gelen gerçek tehlikeler (tehditler) gibi davranır. Savunmalar yardımıyla, ki bastırma savunması bu savunmaların özel bir formudur, ben (ego),
kaygının tetiklediği ‘kaçma’ isteğini izlemeyi dener. Bununla Freud, kaygı ve bastırma arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlar: “Bastırma, kaygıyı yaratmaz; aksine kaygı bastırmaya yol açar” (Freud, 1933, s. 92).  Bu tür bir duygu sembolü, tehlike durumları için biyolojik bir gereklilik olacaktır. Duygunun sinyal işlevi, düşünce ve duygu arasındaki farkı azaltacaktır: Duygu, artık düşünceyi rahatsız eden bir faktör değildir. Çok aşırı ve yoğun duygular da ben(ego) üzerinde aynı etkiye sahiptir, şöyle ki,  psişik apparatın hazır olmadığı dışsal güncel bir travmaya ve psişik bir dezorganizasyona götürebilir.

Freud, başlangıç olarak, duyguları dürtülerle sıkı bir bağlantı halinde görürken, sonradan ikinci kaygı kuramıyla birlikte bu anlayışından uzaklaştı (Kaygıya yol açan libido sıkışması ya da duyguların dürtülerden hareketle ortaya çıkması). Kaygı duygusu, asli olarak, ben’e (ego’ya) bir sinyaldir. Bastırma, bir neden değil aksine kaygının bir sonucudur. Artık, kaygıya denk düşen şey, bir dürtünün duygusal temsili olarak anlaşılmıyor görünüyordu.

Suzan Girginer